G-7YN0JE445C

Yok Oluş

Tevfik Hürkan Urhan

Bölüm 1

Korhan evinin penceresinden dışarıyı kesiyordu. Evi, Sakarya Caddesi’ni tam cepheden gören bir konumdaydı. Dolayısıyla tüm hengâmeyi gözlemleyebilmek için en doğru yerlerden birindeydi. Bilim insanlarının tam yirmi sekiz gün sonra Dünya’ya bir göktaşının çarpıp insanlığın sonunu getireceğini ilan etmelerinin üzerinden on üç gün geçmişti. 

Korhan için son zamanlarda işler pek de iyi gitmemişti. Neredeyse bir yıl boyunca varoluşu düşünmüş ve kendince onu aramıştı. Bir yılda geldiği noktada hiçbir yere ulaşamamış, kaderine sövüp dururken televizyondan haberi almıştı. Ona varoluşun sırlarını açıklamayan kaderi, bizzat “yok oluşun” kendisini armağan etmişti.

Korhan haberleri aldıktan sonra üzülmek bir yana içten içe sevindiğini fark etti. Bu göktaşı kaos, isyan, yıkılan paradigmalar, özgürlük ve yok oluş vaat ediyordu. Tüm bunlar Korhan için uygundu ve hoş gelmişti. Kronik olarak intiharın eşiğinde olan bir adam ancak bu kadar yaşama sevinciyle dolabilir ve sevinebilirdi. 

Haberleri alışından itibaren içine gömüldüğü düşüncelerinden sıyrılıp dışarıya bir göz atmak aklına geldiğinde epey bir zaman geçmişti. Acaba insanlar bu durumu nasıl karşılamıştı? Pencereden dışarı baktığında dehşete düştü. Hayat olağan akışıyla devam ediyordu. 

İnsanlardan umudu çoktan kesmişti ama bu kadarı onlar için bile fazla diye düşündü. Yirmi sekiz gün sonra ölecek olan biri nasıl hala işe gidip gelebilir? Henüz göktaşından haberleri yoktur belki veya durumun ciddiyetini kavrayamamışlardır diye düşünüp rahatlattı kendisini. “Hele biraz daha zaman geçsin bakalım” dedi içinden. Hala her şey “normalken” çıkıp yemek, su ve sigara almalıydı ve öyle de yapmıştı. 

Fotoğraf: Emrah Özdemir

Bölüm 2

Şimdi, aradan on üç gün daha geçtikten sonra, Korhan göktaşını ve yok oluşu daha akl-ı selim tahayyül edebiliyordu. Oturmuş, gene her zamanki gibi pencereden Sakarya Caddesini izliyordu. İnsanlar da durumu idrak etmeye başlamıştı ve dolayısıyla kaos kendini hafiften hissettiriyordu. 

Hala rutinlerinden çıkmayan insanlar da yok değildi hani. Örneğin hala polisler biricik devletlerinin çıkarlarını koruyorlardı, politikacılar itidal çağrıları yapıyordu ve din vaizleri kıyametin geldiğini ilan edip ibadete çağırıyordu. Fakat bu kimseler dışında herkes kendini kaosa ve yok oluşa teslim etmişti. 

Korhan dışarıda büyük bir ateşin etrafında dans eden, içen, söyleşen, eğleşen ve sevişen bir topluluk görüyordu. “Adeta eski direniş günleri gibi” diye geçirdi içinden ve evden çıkıp sanki tek ve büyük bir organizmaymış gibi devinen kalabalığa kendini teslim etti. 

İçti, dans etti, gülüştü, bir daha içti, muhabbet etti, muhabbeti sevdi, hoşlandı, sevişti, ayıldı, yükseldi… Ve düşündü uzun uzun… Dünya çok kısa bir süre sonra yok olacaktı. Bu sayede belki de hayatının en mutlu gününü yaşıyordu. Bu garip sayılabilecek duruma baktıkça kendini özel hissediyordu.  Oysaki, şöyle hızlı bir gözlemle çıkarılabileceği üzere diğer insanlardan pek de farklı sayılmazdı. İnsanların çoğunluğu bir süre sonra yok olacaklarının gayet farkındaydı. İşin ilginç yanı bazı kendini bilmez paranoyaklar hariç daha mutluydular. Bir anda zincirlerinden kurtulmuşlardı. Gelecek kaygısı, sorumluluklar, kompleksler, ahlak, devlet, güvencesizlik kısacası tüm baskı mekanizmaları anlamsızlaşmıştı. Oluşumları yüzlerce yıl alan bu mekanizmaların birkaç haftada yıkılıp gitmesi Korhan’ı zevkten dört köşe ediyordu. Son bir nefes çekip sigarasını öldürdü.

Günler akıp gidiyordu. İnsanlığın sonu hızla yaklaşıyordu. İnsanlık belki de avcı toplayıcı dönemlerinden beri en mutlu dönemini yaşıyordu. Biraz düşünebilenler insanlığın bunca zaman kendini nasıl acı çekmeye mahkûm ettiğini sorguluyordu. Cevap bulamıyorlardı. Göktaşı, idamlık bir mahkûmun son dileğini yerine getiren bir cellat gibiydi. İnsanlığın son dileği olan özgürlüğü onlara vermişti. Fakat bu, infazın gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyordu. Göktaşı bir giyotin kadar somut, yok oluş bir devrim kadar kaçınılmazdı. Ölüm ise kafaya takmaya değmeyecek kadar yakın. 

Göktaşı iyice yaklaşmış ve kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği kadar güzel bir manzara yaratmıştı. Çarpışmaya son üç gün kalmıştı. Dünya neşeye boğulmuş durumdaydı. Korhan yavaştan yok oluşu nerede ve nasıl karşılayacağını düşünmeye başlamıştı. Kesinlikle kalabalık bir yerde olmasını istiyordu. Diğer insanların son anlarını görmeliydi. Uzansa mıydı, yoksa ayakta mı olsaydı? Ne giymeliydi üzerine? Kafası güzel mi yoksa ayık mı olmalıydı? Tüm bunlara hemen karar vermesi gerekiyordu. Öyle alelade yok olamazdı. Peki ya son sözleri ne olmalıydı? “Aman Tanrım, ne kadar fazla yapacak şey var” diye söylendi Korhan. 

Fotoğraf: Kubilay Öztürk

Bölüm 3

Korhan uyumak ve planlanması gerekenleri ertelemek için evinin yolunu tuttu. Apartmanın kapısından evine kadar olan merdivenlerden çıkarken kafası allak bullaktı. Kapısının önünde biri uyuyordu. Onu uyandırmadan eve girmeye çalışırken tanıdı Yasemin’i.  Yasemin, Yasemin, Yasemin. Gökte aranırken yerde bulunmuştu her zamanki gibi, paspasta kedi gibi kıvrılmış yatıyordu. Korhan onu uyandırmak için hamle yaptığında içten içe bir rahatsızlık ve huzursuzluk hissetti. Göktaşı yaklaştığından beri ilk defa böyle hissediyordu. 

Bir an için Yasemin’i uyandırmayıp hayatına kaldığı yerden devam etmeyi düşündü. Fakat vicdanının sonrasında rahat etmeyeceğini fark edip, bu düşünceyi bilinçaltının derinliklerine geri yolladı. 

-Yasemin, Yasemin! Uyan hadi hasta olacaksın.

– Dur bir saniye (gerinip, esner). Korhan, sensin di mi bu! Ha, ha! Kelleşmiş ve çok zayıflamışsın zor tanıdım. 

– Yılların sana da pek şefkatli davrandığı söylenemez. Yaşlanmışsın.

– Korhancım yaşlanmak bireysel bir karar alıştır. Kimisi ellisinde yaşlanır, kimisi ise senin gibi yirmisinde. Yav Korhan, üniversite ikinci sınıfta yaşlanır mı insan? Bense ellisine geldiğim gün yaşlanacağım.

– Yasemin, geçen yıllar seni yaşlandırmış mı emin değilim fakat gördüğüm kadarıyla acımasızlığını oldukça beslemiş. Biraz dur be canım, ilk dakikadan gömme.

– Ayy evet ya, gene patavatsızlık yaptım değil mi? Ama uyku sersemiyim be, gelmek bilmedin. İçeri buyur etmeyecek misin beni?

– Pardon, dalmışım. Geç içeri hadi.

Böylece Yasemin ve Korhan eve girdiler. Korhan şaşırmış ve afallamıştı.   

“Demek yaşadığın yer burası ha, konumu baya iyiymiş.” diye başlattı Yasemin ikinci tur sohbeti.

  • Fena değil şehrin merkezinde yaşamayı seviyorum.
  • Evin içi de fena değilmiş, beğendim.

“Sağ ol” dedi Korhan. Yasemin yeni bir soru sormadı veya yeni bir muhabbet açmadı. İşte o anda, oluşan bu sessizlik anında Korhan, sohbetin var olmasını sağlayan öznenin Yasemin olduğunu anladı. Korhan oluşan bu can sıkıcı sessizliği bozmaya karar verdi. Fakat bir sorun vardı. Korhan’ın aklı bomboş bir tahtaya dönüşmüştü. Aklına sessizliği bozacak hiçbir şey gelmiyordu. 

Bozulmayan sessizlikler büyür. Büyüdükçe gerginlik artar. Gerginlik arttıkça panik olunur. Panik olundukça söyleyecek bir şey bulmak iyice zorlaşır. Bu böyle bir kısır döngüdür. Korhan bunu tecrübe ediyordu. Uzunca bir süredir karşılıklı susuluyordu. İyice gerilen Korhan tüm dikkatini toplayıp bu durumu sona erdirmeye karar verdi. Korhan kendini zorlarcasına düşündü: “Ne söyleyebilirim, ne söyleyebilirim?” Göktaşı!” 

İşte tam bu “evreka” anında, Korhan Yasemin’i gördüğünden beri yaşadığı sarhoşluktan sıyrılıp yok oluşa sadece üç gün kaldığını hatırladı. Yasemin aklını başından almış, göktaşını tamamen unutmuştu. Sonunda acemice sessizliği bozdu. “Yaşlanma konusunda daha fazla endişelenmemize gerek yok bu arada, en iyi ihtimalle üç gün daha yaşlanabiliriz.” Yasemin bu damdan düşercesine yapılan saptamayı anlamakta zorlanmıştı. 

-Ha sen, göktaşını diyorsun. Ben ona inanmıyorum ya.

-Nasıl yani?

-İnanmıyorum işte bayağı.

– O ne demek yav, öyle şey mi olur? Aha orada tam tepemizde görünüyor işte.

– Ben inanmıyorum, inanmak zorunda mıyım? Nasıl inanmazsın diye sorgulayamazsın ki insanları. İnanmak zorundalar mı? Öyle saçma şey mi olur. Benim atoma inanmayan arkadaşım var, hatta bunlar üç kardeşler. Küçük olanı da zamana inanmıyor. Öteki ise enflasyona inanmıyor.

– Enflasyon mu?

– Aynen enflasyon. Ben de kabul ediyorum bak bunu. Atoma veya zamana inanmamak tamam da enflasyona inanmamak bayağı güç. 

Ve yeniden sustular. Yeni bir sessizlik oluşmasına tahammül edebilecek durumda olmayan Korhan, lafı dolandırmadan hemen sadede geldi.

-Neden buradasın Yasemin?

– Hani insan Tanrı’ya inanmadığı halde ne olur ne olmaz diye dua eder ya, işte ben de o hesap, göktaşına inanmadığım halde hayatta değer verdiğim insanları görüp vedalaşıyorum.

-Yani, tecahül-ü arif?

-Hayır, daha çok hüsn-ü talil.

Korhan çok bahtiyardı.  Yasemin’in onu gerçekten olduğu gibi sevdiğini, değer verdiğini yok oluştan hemen önce, bir kez daha tecrübe etmek paha biçilemez bir şeydi. Yasemin kendi tarzında bunu söylüyordu ve gösteriyordu. O geceyi birlikte geçirdiler. 

Sabah kalktığında Yasemin’in gittiğini anladı Korhan. Zaten bunu bekliyordu, aksi daha zordu. Yasemin bir not bırakmıştı: “Görmem gereken başka insanlar da var. Sevgiyle kal.” Korhan artık aradığı huzuru da tam anlamıyla bulmuştu. Açıkçası artık varoluş da yok oluş da umurunda bile değildi. Yok oluşun ve varoluşun ötesine geçmişti. Kendini Epikür gibi hissediyordu. Ve neden öyle hissediyordu en ufak bir fikri bile yoktu.  Hep yok oluşa yaklaştıkça Nietzsche gibi hissederim sanıyordu oysa ki. Epikür nereden çıkmıştı şimdi. Bu hissi takip edip yok olana kadar Epikür’ün felsefesi üzerine okumaya karar verdi. Böylece nasıl yok olacağına da karar vermiş oldu.

Fotoğraf: Barış Pekçağlıyan

Bölüm 4

Korhan evde uzunca bir süre düşünceleriyle kaynaştı, zihni çok açıktı ve düşünceler adeta beynine üşüşüyordu. O kadar hızlı, açık ve cüretkâr düşünüyordu ki; birbiriyle yıllardır bağdaştıramadığı iki düşünce arasındaki köprüyü bir anda keşfediyor veya yıllardır olumladığı bir düşüncenin eksik yanını “şıp” diye görebiliyordu. Yasemin ona iki şey bırakıp gitmişti: huzur ve hüzün. Bu ikili Korhan’ın beynini hareketlendirmişti. Kafasını kaldırıp saate baktığında, “evet” dedi. “Zaman tamam.” Yok oluş artık kapıdaydı. En sevdiği kıyafetlerini giydi. En sevdiği üç-beş kitabı çıkarıp çantasına koydu. Çantaya bir şişe viski ve bir miktar sigara koydu. Artık hazırdı ve evden çıkıp yok oluşa hoş geldin diyebilirdi.

Apartmanın kapısından çıkan Korhan sanki bir festivale adım atmıştı. O kadar kalabalıktı ki, adım atacak yer yoktu. Korhan’ın keskinleşen zekâsı hemen insanları ve onların son saatlerini incelemeye koyuldu. İnsanlar göktaşını yılbaşını bekler gibi bekliyordu. Çoğu insan yok oluşu diğer insanlarla beraber karşılamak için bir araya gelmiş ve bu büyük kalabalığı oluşturmuşlardı. Göktaşı yaklaştıkça kalabalık büyüyordu çünkü insanlar yalnız ölme fikrine tahammül edemiyor, beraber ölmek istiyorlardı. Korhan bir türlü karar veremiyordu bu insanlar ölümden mi korkuyordu yoksa yalnızlıktan mı? Ölümden en çok korkanlar için bile, herkes aynı anda ölünce sanki ölüm eskisi gibi korkulacak bir durum olmaktan çıkıyordu. En azından Korhan’ın sezgileri bu yöndeydi. Bu durumda insanlar yalnızlıktan korkuyor olmalıydılar. 

Fakat hemen göktaşı mevzusundan önce süregiden yaşamı hatırladığında aslında durumun görünenden bir miktar daha karışık olduğunu anladı. O kadar yalnız ve sevgisizdi ki insanlar o iğrenç sistemin içinde yalnızlıktan korksalar, böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih etmeleri gerekirdi.  İnsanlar ölümden mi yoksa yalnızlıktan mı korkuyor da, yok oluştan hemen önce, bir araya gelme ihtiyacı hissediyorlar ikilemi Korhan’ı zorluyordu. İkilemi bir sentezle aştı: İnsanlar yalnız ölmekten korkuyorlardı. Diğer bir ihtimal, bu mevzunun Korhan’ın anlayabileceğinin çok ötesinde bir mevzu olmasıydı. Tüm bunları düşünürken çok bunaldı Korhan. 

Sık sık hissettiği insanlardan uzak olma isteğini ruhunun ve beyninin en derinlerinde hissetti. Yapamayacaktı Korhan, olmayacaktı. O kadar sevmiyordu ki insanları, son bir ayda yaşadıkları dönüşüm bile onları Korhan’a biraz olsun sevdirmeye yetmiyordu. Son bir haftadır planladığı insanların son anlarını gözlemleme planını bozması bir dakikadan az sürmüştü. Yeni planı doğaya gitmekti ve yok oluşu orada, doğa ananın kollarında karşılamaktı. Ankara’da doğa ana ile buluşabileceği tek bir yer vardı. Böylece ODTÜ ormanlarına doğru yola koyuldu. Acaba daha ne kadar süre vardı? Hava kararmaya başlamıştı. Göktaşının çarpacağı gün belliydi fakat saat konusunda kimse açıklama yapmamıştı. Korhan en azından ormana girebilmeyi umuyordu çarpışmadan önce.

Göktaşına bakıp kalan süresini kestirmeye çalışıyordu. Ama anlamak mümkün olmuyordu. Bu tedirginlik içinde koşar adım ulaşabildi doğa anaya. Onu büyük çam ağaçları ve mis kokulu hafif nemli toprak karşıladı. Korhan minnettar ve bahtiyardı. Oturdu saygılı bir şekilde toprağa. Viskisini çıkartıp bir yudum aldı. Cigarasını çıkarıp yakmak istedi. Yakamadı. Çünkü yanına çakmak almayı unutmuştu.

Fotoğraf: Kubilay Öztürk

Bölüm 5

O an içinden ağlamak geldi Korhan’ın. İçinde bulunduğu durum, gerçekten ama gerçekten çok can sıkıcıydı. Tekrar soğukkanlı haline dönmesi için çabalaması gerekti. Bunu başardığında kalkıp turlamaya başladı ormanın içinde. Çam ağaçlarının altında son doğa yürüyüşünü yaptığının gayet farkında olarak gölete doğru ağır ağır yürüdü. Gölete yaklaştığında önce çıtırtılar duydu, sonra bu çıtırtıların bir ateşten çıktığını anladı, daha sonra ateşi gördü, daha da sonra ateşin başında uzun beyaz sakallı adamı gördü, en sonunda onun yanına oturdu.  

-Amca, ateşin var mı?

– Var, buyur.

– Oturabilir miyim yanında, son anlarını mahvetmeyeceksem.

-Otur. Tanrı misafirisin sen.

– Alır mısın bi nefes?

– Olur.

– Ben Korhan.

– Memnun oldum. 

– Ateş yakmak çok iyi fikirmiş amca. Üşürdük yoksa.

– Öyle.

– Hep mi böyle sessizsindir yoksa bugüne mi özel amcacım?

– Özel günlerde susarım.

Amcanın soruları kısa cevaplarla savuşturmasından hareketle Korhan adamcağızın son anlarını huzur içinde geçirmek istediğini anladı. Korhan’ın da tam olarak istediği buydu: huzur içinde yok olmak. Sustu ve adamı rahat bıraktı. Fakat yaklaşan ayak sesleri, tam da yeni yeni hüküm sürmeye başlayan sessizliği bozdu. Halbuki uzun süredir ilk defa bir sessizlik Korhan’ı rahatsız etmiyordu. Bu yaşlı adamın yanında Korhan rahatça susabiliyordu. Keşke daha önce bu amcayla tanışsaydım, çok şey öğrenebilirdim ondan diye geçirdi içinden.  

Korhan kafasını seslerin geldiği yöne çevirdiğinde biri kadın biri erkek iki kişinin yaklaştığını gördü. Sonrasında, Korhan ve yaşlı adamdan izin isteyip oturdular yanlarına. Onlardan sonra farklı yönlerden gelen iki üç kişi daha aynı yere oturdu. Küçük bir grup oluşturmuşlardı böylelikle. Anlaşılan yalnız ölme fikri, burada da, doğa ananın koynunda da insanlara katlanılmaz gelmişti. 

Yeni kişilerin katılımıyla orta ölçekli denilebilecek bir arkadaş grubuna benzeyen toplam sessizce bekliyordu. Herkes artık göktaşının korkunç büyüklüğünden hareketle son dakikalarını yaşamakta olduklarını anlıyor, kimse konuşmuyordu. Sessizlik büyüyordu. Korhan biliyordu ki bozulmayan sessizlikler büyür. Bunu istemiyordu. Bozdu hemen sessizliği: 

-Evet, arkadaşlar! Son sözlerinizi alalım.

Kimisi bir şiir söyledi, kimisi alıntı yaptı, kimisi küfür, kimisi de dua etti. Yaşlı adam sadece gülümsedi ve susmaya devam etti. Sonra gruptan biri Korhan’a senin nedir son sözün diye sordu. Derin bir nefes alan Korhan, önündeki viskiyi fondip yaptı ve çantadan üstünde Epikür resmi olan kitabı çıkarıp önündeki ateşe attı. “Ben varken ölüm yok, ölüm olduğunda da ben olmayacağım” dedi.

Sözlerini tamamlar tamamlamaz göktaşı dünyaya çarptı. Büyük bir gürültü koptu. Bir toz bulutu dünyayı adım adım kapladı ve ardında hiçbir şey bırakmadı. Çok hızlıydı. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Kimse acı da çekmedi. Herkes öldü. Bir kişi hariç. Korhan yaşıyordu. Ona hiçbir şey olmamıştı. Yok olmayı bile becerememişti. 

Fotoğraf: Barış Pekçağlıyan

Tevfik Hürkan Urhan 

2015 / 2016 Kışı, Ayrancı-Ankara

Görsel Tasarım: İlkin Taşdelen

Fotoğraflar: Barış Pekçağlıyan, Emrah Özdemir, Kubilay Öztürk

Türkçe Redaksiyon: Aliye Burcu Urhan