G-7YN0JE445C

İsmail Türküsev ve Komedinin El Kitabı

İsmail’in Moda’daki evindeyiz. Haziran ayı bitti bitecek, İstanbul inanılmaz pis sıcağına teslim olmuş. Bir önceki gece İsmail’le Euro 2020’nin en güzel akşamını izlemişiz. Bir iki saat sonra İsmail kalkıp, Socrates Dergi için kaydettiği podcastin çekimlerine gidecek. Bilgisayarı açıyorum. Kayıt programını çalıştırıyorum. “İsmail” diyorum, “gel; röportajı aradan çıkaralım”. Altı senelik dostluğun sonunda gelen rahatlık bu.

İsmail Türküsev bir komedyen ve dijital içerik üreticisi. Kendisiyle de bu konular üzerine sohbet etme niyetim var. Dolmuş ekibi elime bir takım sorular tutuşturmuş. Bir takım sorular da benim aklımda var. Ağzıma ilk düşen soruyla açılışı yapıyorum. İsmail yaptığı işin tanımından genel olarak memnun mu? Komedyen, yaptığı işi tam olarak karşılayan bir tabir mi?

Komedyen çok karşılıyor aslında” diyor İsmail, “ama komedyen bir şeyi karşılamıyor halkta. Yani komedyenim dediğin zaman şey oluyor aslında: ‘Yani tamam da başka ne yapıyorsun? Hani ben de balık tutuyorum ama söylemiyorum bunu’ gibi.”

Elbette bir komedyenle röportaj yapacaksanız, cevapların ciddi bir bölümünde şaka bulmayı kabul etmeniz gerekiyor. Ben İsmail’i yeniden ciddiyete davet ediyorum. İsmail burada Türkiye’ye ait bir tepkiden bahsediyor; Türkiye’de komedyenliğin ciddi bir meslek olarak algılanmadığını ifade ediyor. Ben de bir takip sorusu olarak bunun değişip değişmediğini soruyorum.

Tabi, çok uzun zamandır değişiyor bu.” diye yanıtlıyor İsmail, “Ben biraz altın döneminde girdim aslında, yükselişine denk geldim.

Bu tam aradığım pas, çünkü ben zaten İsmail’e komedyenliğe nasıl başladığını sormak istiyordum. Soruyorum. Muhabbet kırılmadan istikametinde akmaya devam ediyor.

Ben zaten mizah yapıyormuşum yıllardır, çeşitli mecralarda. Aslında radyoyla girdim bu işe.” diyor. İsmail burada Türkiye’de çok popüler olan komedi programı O Tarz Mı’dan bahsediyor. O Tarz Mı, Can Bonomo, Can Temiz ve İsmail Türküsev üçlüsüyle 2015 yılında radyoda hayatına başlıyor. 

Zaten üçümüz arkadaştık ve herkesin o yaptığı geyiği, yani aramızda yaptığımız muhabbetleri radyo programı yapsak ne güzel olur’u yaptık.” diye anlatıyor İsmail o günleri, “ama işte aramızda bir tane yapan bir insan olduğu için; yani daha önce radyoculuk yaptığı için demiyorum, genel olarak yapan bir insan Can Bonomo olduğu için; o yapıyor. Yapınca bize de yaptırdı. 

O Tarz Mı, hayatına bir radyo programı olarak başladıktan sonra dijitale geçiyor ve uzun yıllar boyunca Türkiye’nin en çok dinlenen podcast programı oluyor. İsmail bunun aslında O Tarz Mı ekibinin takip etmediği bir şey olduğunu ifade ediyor. 

“Bir anda da hiç tahmin etmediğimiz bir şekilde de podcastte öncü olduk.” diyor, “Çünkü dijitale hızlı geçtik, çünkü gençtik ve radyolar farklı konjonktüre girmeye başlamışlardı Rock FM satılmıştı falan. Sonra Spotify’ın yükselişiyle beraber Spotify’a koymaya başladık ve çok uzun süre kendimiz de burada podcast diye bir kategori olduğunun, buranın tartışmasız lideri olduğumuzun farkında değildik.

O Tarz Mı, İsmail’in hayatında önemli bir dönüm noktası bu yüzden. Daha öncesinde reklam sektöründe metin yazarı olarak çalışan İsmail, böylece performans sanatlarına geçiş yapmış oluyor.

Evet kurdun dişine kan değdi yani.” diye muhteşem bir Türkiye deyimiyle açıklıyor İsmail bu geçişi. Spesifik olarak da O Tarz Mı’nın ilk canlı performansından söz ediyor. “Üçüncü dördüncü senemizde O Tarz Mı Live yaptık IF Beşiktaş’ta ve 1500 kişi geldi. 1500 kişinin önünde O Tarz Mı icra ettik ve O Tarz Mı’da benim rolüm aşağı yukarı pervasız şaka yapan adam zaten. Ve ben 1500 kişinin önünde söylediğim şeylere gülünmesinden gerçekten çok etkilendim. 1500 kişinin kolektif kahkahasını hayal etmek ve duymak çok farklı şeyler gerçekten.”

İsmail bunu deyince yakın zamanda izlediğim Friends Reunion bölümündeki aktör Matthew Perry geliyor aklıma. Perry, canlı bir seyirci kitlesi önünde çekilen Friends’de şakaları tutmadığı zaman, gülünmediği zaman büyük bir anksiyete yaşadığını ve ancak kendisine gülündüğü zaman bir çeşit bütünlük hissettiğini anlatıyor. Bunu hatırlatıp İsmail’e soruyorum: Kahkaha aramak bir tasdik arayışı mı?

İsmail gülüyor ve “Yok, iyi sevgi aldım ben büyürken hiç onunla alakası yok.” diye cevap veriyor. İsmail genel olarak hayatta kahkaha arıyor, onun mizacı bu. Matthew Perry’nin ifade ettiği hissin ters tarafı, yani şakalarına gülünmediği zaman oluşan anksiyete ise İsmail’e göre komedyenin erken geliştirmesi gereken bir kalkan. 

3-4 şakamın kötü gitmesinin diğer 7-8’i denemem için engel teşkil etmemesi gerektiğini biliyordum.” diyor İsmail, “Bir de oransal olarak iyi bir yerdeydim diye düşünüyorum. 6-7’sinde güldürüyorsan 2-3’ü yakıyorsun. İnsanlar tolere ediyorsa sen de tolere edilebilir olduğuna ikna oluyorsun.

O zaman bizim şaka konuşmamız lazım. Şaka nedir onu konuşmamız lazım. Lafa İsmail’e daha önceden takip ettiği komedyenler olup olmadığını sorarak başlıyorum. Klasikleri, bilindik isimleri izlediğini söylüyor. Komedyenliğe başladıktan sonra o gözle tekrar izleyip izlemediğini soruyorum; “Tabii ki” diyor. Peki ne fark ediyor icracı gözüyle standup gösterisi izlediğinde?

Bu adamın bunu söylerken ne düşündüğü empatisi çok yoğun olmaya başladı. Çünkü kendini karşı konulmaz bir şekilde yerine koyuyorsun ve bunu niye yaptığını, bir sonrakinde neye hizmet edeceğini, buradan neye geçeceğini görüyorsun.”

İsmail ipleri görüyor yani. Yani standup epey inşa bir alan, onu anlıyor.

Çok. Zaten bir de öyle bir ikiliği var. Ne kadar rahat ve doğaçlama gibi hissettirirse o kadar iyi oluyor ve o his için de tam tersine o kadar tutarlı ve planlı olması gerekiyor. Komedyen şakasına güvenmiyor bazen ve hemen “işte bu da böyle bir şakaydı” falan diyor sonunda, işte o gerçekliği kırıyor seyirci nezdinde. Seyirci o zaman geriliyor, çünkü ona bir şey yapıyormuşsun gibi oluyor. Ama ideal olan hep beraber bir şey yapıyormuşsun hissi. Burada bir mühendislik var, bir sistematiği var hisleri gerçekliğe döndürüyor.

Ancak bu bariz gücü unutturmak zor, çünkü Jerry Seinfeld’in de isabetle belirttiği gibi standup gösterisinde konuşan sadece tek bir kişi var. Diğer herkes susuyor. İsmail bu güç yüzünden seyirci – icracı ilişkisinin özel olduğunu düşünüyor.

Seyircinin sana cephe almaması için hem onların yanında onlarla kaynaşık olman gerekiyor hem de bir yandan da otoritenin sınırlarını çok tatlı sert bir şekilde çizmen gerekiyor; aksi takdirde anlıyorsun ki seyirci her zaman senin dostun değil.”

Ne zaman dostu peki?

Güldürdüğün zaman. Güldürdüğün zaman öyle bir dostun ki hatta o zaman söylediğin her şeyin arkasında duruyorlar. Ne zamanki sen inanmadı, o inanmadı, gülmediniz; o zaman zaten söylediğin şeyin içini sorgulamaya başlıyor.

Sahnede olmak ve sahnedeki tek kişi olmak elbette garip bir dinamik, bu garip dinamiğin merak ettiğim bir kısmı daha geliyor aklıma İsmail ile konuşurken. İsmail underground ile ana akım arasında bir yerde gidip geldiği için, bir yandan Zorlu PSM ve BKM gibi cilalı sahnelerde; bir yandan da Aylak gibi barlarda sahne alıyor. Bir tarafta seyirciden birkaç santim yüksekte duran bir komedyen, bir tarafta içkili bir ortam. İkisinin farkını soruyorum.

Sahne ne kadar yüksek olursa beklenti o kadar artıyor, izleme şekli o kadar değişiyor. Seyircinin ne kadar rahat olduğu çok önemli. Önünde bir masa varsa, fıstığını içeceğini önüne koyabiliyorsa ona göre daha rahat oluyor.” diyor İsmail. 

İkisi arasında kendisi için bir fark olup olmadığını soruyorum ben de bunun üzerine. Doğal olan soru bu gibi geliyor.

Yani aslında ikisini de belli bir ölçüde yapabiliyor olmak lazım. Ben mesela Sahne Beşiktaş diye güzel bir tiyatro sahnesinde çok gerilmiştim. Çünkü çok yukarıdaydık seyirciden, tam bir tiyatro ışığı vardı ve sahne çok büyüktü. Bir de tiyatro düzeneğindeydi salon, ve o düzenekte seyirci tiyatro izliyormuş gibi davranıyor. Kendini çok içinde hissetmiyor olayın. Kahkaha da bir katılım ya? Katılımı minimize ediyor. Gel gelelim barlarda ve sahne-seyirci çizgisinin çok belirgin olmadığı yerlerde çok daha rahat oluyor. Ama bu sadece underground standup’ta olabilecek bir şey. Öteki başka bir şey.

Konu bunun üzerinden o sahnenin kullanımına da geliyor. İsmail’le bir süre farklı standupçıların nasıl bu sahneyi doldurduklarını konuşuyoruz. İsmail söyleme dayalı standup gösterilerini sevdiğinden, Bo Burnham gibi olayı ışık, gölge ve müzik şovuyla besleyenleri standup’tan uzakta bir yerde görüyor. Sahneyi pantomim ya da yatay hareketlerle dolduran Cem Yılmaz ya da Dave Chapelle gibi örnekleri ise kendisine örnek alıyor ve bunun bu performansta ileri düzey bir yetenek olduğunu söylüyor.

Ben üç farklı açı olduğunda bile biraz şuraya anlatayım biraz buraya anlatayımın endişesini yaşıyorum.” diyor dürüstçe. “Adam 360 derece yapıyor. Cem Yılmaz mesela, üç katlı mı orası kaç katlı? Biraz balkona da anlatıyor, sağına soluna dönüyor. Zaten artık metnine ve icrana o kadar iyi hakimsin ki, üstüne bir de çevreyi kontrol ediyorsun. Ben daha anlattığım şeyde bile yeterince ustalaşmadım ki bütün çevrelerde aynı şekilde icra edebileyim, o artık bir sonraki seviye.”

Söz metinden açılınca İsmail’e metin yazım sürecini soruyorum. Her şeyin, doğaçlama araları ve interaktif kısımların dahi önceden yazılmış olduğunu söylüyor.

Doğaçlamaya gireceğim yerler belli. Burada, buradan bir şey çıkarsa buradan devam edeceğim çıkmazsa ötekisine geçeceğim gibi. İnteraktif yerler belli.” diyor, ama ekliyor: “Tabi her gösterinin kendisine has bir yaşanmışlığı da oluyor. Laf atan, başka tepki veren vesaire. Bazen bazı yerlerde benim söylediğim bir şeyi o anki refleksimle farklı söylememden dolayı şaka başka bir hâle geçiyor. Alıp onu bir sonraki gösteride kullanıyorum.”

O zaman şakaların bir ömrü var. Doğup, büyüyüp, değişiyorlar. Peki ölüyorlar mı?

Ben diyelim bir şaka yazıyorum ve o şakanın artık hit olduğunu fark ediyorum, her zaman gülünüyor her zaman çalışıyor. Onu bir süre yapıyorum, çünkü yaparken kendim de gülüyorum. Kendim gülmediğim bir şeyi eğlenceli bir şeymiş gibi anlatmak zaten zor. O şaka bir enstrüman ya, o şakayı yaptıkça daha iyi yapmaya başlıyorum. Daha iyi yapma süreci bittiğinde şaka zirve yapmış oluyor ve o zirve noktasından sonra şakayla ilgili yeni bir şey keşfetme ihtimali bitiyor, bitince de beni heyecanlandırmayı bırakıyor. Öyle olunca da şaka ölüyor bir noktada.

İsmail bunu dediğinde benim aklıma Louis CK, oradan da alt-J’in yemin-vari şarkıcığı Ripe & Ruin geliyor. Hayatın dengesi gibi, şakaların da ömrü iyi meyvelere benziyor. Nadıc oluyor. Viran oluyor. Bunun ışığında biraz pandemiden söz ediyoruz İsmail’le. Yeni başladığı komedi kariyerinin tam başında, tam mesai işinden hayallerine doğru sıçramışken gelen pandeminin onu ne kadar maddi ve manevi zorladığından konuşuyoruz. İsmail bu süreyi yazarak, mutlaka bir gün döneceğine inanarak geçiriyor. Bir buçuk yılın ardından da, bu satırların kaleme alındığı 2021 yazında; yavaş yavaş sahnelere geri dönmeye başlıyor. Bir fark gözlemleyip gözlemlemediğini soruyorum.

Bir sikkoluk var.” diyor gülerek. “Sadece bende değil, tüm dünyada var sikkoluk. Herkes gülüyor ama tedirgin gülüyor, sadece standup için değil genel hayatta. O tedirginlik bize de yansıyor. Bakkala da yansıyordur yani.

Benim biraz farklı bir fikrim var bu konuyla ilgili. Yakın zamanda yaptığım bikininin tarihi araştırması aklıma geliyor. Orada konuyla ilgili bir tarihçi, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra korsetlerini atan, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra mayolarını ortadan kesen kadınların davranışında bir ortak zemin olduğunu; büyük kriz anlarından sonra insanların bir beden ve zevk kutlamasına giriştiğini anlatıyor. İsmail’e bunu söylüyorum, COVID sonrasın da böylesi bir reaksiyon beklediğimi anlatıyorum. Bu yaz o yaz mı?

Bilmiyorum, bu yaz biraz daha toplamayla geçecek gibi geliyor bana. Çünkü çok yara aldı insanlar, direkt şu anda bikinin altını da attım noktasına gelinebilecek mi bilmiyorum. Belki sonraki yaz. Bir noktada öyle bir deşarj yaşanacak illa ki.” diyor. Sonra da belki bunu demesinden ötürü, belki de laf lafı açtığından; pandemi sonrası katıldığı açık mikrofon seanslarındaki bir gözlemini paylaşıyor benimle. 

Bir sürü genç insan görüyorum açık mikrofonlarından örneğin. Çok ofansifler. Zehir zemberekler. Bu komedik anlamda bir devrim getirecek mi, yoksa hepimizi sikecekler mi bilmiyorum. Genç arkadaşlar tabii bilmiyorlar, ama ben daha altı ay önce bazı şakalarımdan vazgeçmek zorunda kaldım birkaç baskı yüzünden. Hapse girenler, linç yiyenler, hayatı tepetaklak olanlar oldu. Gençler sel gibi gelip o bariyerleri yıkarsa bize de umut ışığı olur tabi.

Biz bu röportajı yaptıktan sonra bir önceki gün Pride yürüyüşü olduğu için sokaklarına polis bariyerleri çekilmiş İstanbul’a atıyorum kendimi. Hava pis, hava yapış yapış. Havada garip bir umut kokusu var. İnsanların yüzleri gülmüyor, çünkü gerçekten de o yaz bu yaz değil belki de. Ama ileride bir yaz var. Ben ve bir buçuk senelik pandeminin ağırlığı altından çıkmaya hazırlanan tüm insanlar bunu biliyor. Gençler ya da kendini genç hissedenler, fark etmez. Birilerinin gerçekten de sel gibi gelip o bariyerleri yıkması gerekiyor. 

İsmail’le tekrar buluşacağım yere varıyorum. Bilgisayarımı çıkarıp yere oturuyorum. İstanbul pis. İstanbul yapış yapış. İstanbul’un sokaklarında bariyer var ve İstanbul’un sahneleri sel olup tüm bunların üzerinden akacak su damlaları için hazır bir şekilde bekliyorlar. 

Estetik tek şart. Diğer her şey serbest.

Röportaj: Yiğitcan Erdoğan