dolmusxpress

Sadaf Bazaar’ın İmgeleri ve Diğerleri

Varlığa gönül yeter, yokluğa sözün biter. 

Esrarengiz bir alem Sadaf Bazaar, kendini kanıtlayan ve kendini yalanlayan. Hayatın, onun içindeki müziğin; ikiliğini olumlayan, hayatın parçası olan herhangi unsurun, tam anlamıyla onun yapısını taşıyacağını hatırlatan. 

Yumuşak ve nazik bir şekilde koyu bir perdenin kalkmasıyla başlıyor albüm, bin hece duraksarken, bin gece uyanıyor. 

                                                 Derin bir nefes. 

Liflerine ayrılıyor notalar ve insan sesiyle buluşuyor göz, dil sürçmeleri. Tekrar bir nefes. Tek bir renk var belki Bin Gece’de fakat onun onlarca tonu bekliyor bizi. Sessiz başlangıç kendini bir boşluğa ve çözünmeye bırakıyor, sesin keşfi, müziğin bir uyku objesine dönüşü, rüyaya çalan gerçeklik ve Anadolu pınarı. Kendini bir diğer, tanıdık ama alabildiğine başka olan bir düzlüğe, eski bir el yazmasına bırakıyor. Burada renkler hareketleniyor, çoğalıyor, birbirlerine karışıyorlar. Kahverengi, sarı, bej, zaman zaman mavi ve yeşil bir papirüs karşılıyor bizi.

yeniyim ve eskiyim

geçmişim ve geleceğim 

sarım kahveye kahvem siyaha 

siyahım pembeye çalar 

kendimden başka neyi bulur da söylerim? 

Bu his deryasında bir balığım, telleri izleyerek dönerim doğduğum kuytu irkintilere. 

Bir dönüş yolu görünüyor.

Nereye dönüyoruz? 

Bütün bunlar bir kavanozun iki elin arasında çalkalandığı ve içindekinin köpürdüğü gibi çalkalanıp köpürüyor içimde. 

Beni çalkalayan eller nerede? 

El yazmalarına dönüyoruz. Orada kırlar, alabildiğine uzakta duran ufuk çizgisine kadar uzanan yeşil çimenler ve gölgeleri var. Gökyüzü nane yeşili, mavi, pembesiz olmaz. Bir ahşap ev, tek odalı. İçinde bir masa, meşeden. Masanın üzerinde bir el yazması duruyor. Kapıdan içeri giriyoruz, yaklaştıkça tutuşmaya, tütmeye, kendi kendini yemeye başlıyor papirüs. Uzakta durup izlemek en vicdanlısı olurdu belki, fakat hareketlerimiz vicdana başvuramadan kendiliğinden gelişiyor ve belki bir cevher, bir devam etme olasılığı masaya yaklaştırıyor ben’i.

Papirüs için için, dışın dışın, için dışın yanıyor; hayvanlar bağırıyor, denizler çıldırıyor, dağlar titriyor ve depremler oluyor içindeki semada. Orada bir yaşayış var fakat alevler kapatıyor görüşümüzü. Yalnız ateş. Kendi kendine yanıyor ve sönüyor papirüs. Masada tozları kalıyor, sonra onlar da gaibe karışıyorlar.

.

İnsan fanidir, insanı insan yapan ve yaşadığı hayatı hayat kılan ölümüdür belki de. Her şey yamulur, yerinden olur ve yok olur. Zaman bedenlerimize acımasız davranır, hasta oluruz, eklemlerimiz güçsüzleşir, fiziksel tahammülümüz azalır. Fakat beden neyi söyler başka? Rüyalar, gerçeğin nakışlarının dizile geldiği kök hücre, çürüyen tenimizden başka ne söyler? Ölüm, beden için bir elveda, son nefes gibidir, fakat bedeni mekânda tutana ne demeli? 

Bir yangın kucaklıyor bizi yeniden, bu sefer daha yavaş, yalnızca için için yanan. 

Bu yangın sevgisiz değil, aksine sevgiden taşmıştır

                                                    nasıl? 

Ölümlüğümüzü sevgiyle kucaklıyor ve övüyor yangın. İnsan ve süreklilikle ağaran gün, bize ne söyler? Aralarında kopmaz, birbirine bağımlı bir halat çekili; anlam bir seçenek değil günün renklerindeki düş parelerinde.

Düşler kendilerini kabuslara, kabuslar büyük bir bardak suya suysa kendini uykuya bırakır yeniden. Bir tepecikten öteki tepeciğe, bazen incecik bir güle, bazen bir çöle uçarken yolu bulduran verilmiş hediyelerdir. Bu örnekte; sesi takip ediyoruz çöl patikalarında. Çölse, yolculuğun hudutsuz bir örneği, insan vicdanını kırıp yok edebilecek güçte ve sessizlikte. 

                              Bir çöl divanı bu. 

sudan yoksun kan, bala döner; şekerlenir güneşin altında 

bir gölge, 

bir dinlenme

özlemi ve hatırasıyla geçer 

dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar.

Gölge kandadır, dinlenme kanda.

Bal; kanda. 

Bal bir emek ürünüdür. 

Sessiz bir oyun oynanır;

bilinmeyen bir dilde seslenir için içime,

duyulamaz sesi, tadılamaz şekeri.

Artık nefes almaya ne zaman ne de mekân var durduğumuz yerde. Uzaktan bir ses, bitmiş bir defterin bordoya çalan rengini betimliyor. Renk, bir soruyu ortaya çıkarır. 

bir kıpırtı eklemleri titreştirir; 

titreşim bir sese sebep olur.

ses tanıdık; 

mekân yabancı, 

varlık tanıdık;

beden yabancı. 

Bir sır ortaya çıkıyor;

Mai.

Ateşten, buzdan, sesten ve cız eden bir içten medet umarak kendini açık ediyor. Geleceğin dokularının habercisi bir rüya başlıyor sonra, sembollerle süslenmiş duvarları; taştan. Anlaşılmayan fakat içten bilinen bir doğru, yola ışık tutuyor, labirentin derinliklerinde ilerliyoruz; bu bir rüya olmalı. 

bu bir rüyadır belki de. 

bu bir rüya mı yoksa? 

sanırım bu bir rüya. 

evet. bu bir rüya.

Labirent bir ritmi üsteliyor adımlarımıza, ritmin eşliğinde bir melodi duyuluyor büyük kapının ardından;

Rüyaya hoş gelmiştiniz!

Kapının arkasında ne olabilir diye düşünmeye bir an kalmadan kapı açılıyor. Artık zaman etki eden bir mefhum değil zihne. Büyük, kor edici bir ışık karşılıyor hareketi. Titreşimiyle yıkılıyor; kolların tutuşturulduğu omuzlar. 

Sarı, beyaz; ışıktan bir oda. Işık gözleri kör edici bir güçle yakıyor.

Her şey bağışlanıyor ve unutuluyor. Bir başlangıcın, yeni bir rüyanın habercisi olmalı bu kor, bu ateş, bu ölüm.

.

Gözlerimizi kırlarda, sahillerde, dağlarda, büyük Güney Amerika şehirlerinde, ormanlarda açıyoruz. Bu sefer yeşil ve yeşilin imgeleri karşılıyor bizleri, bir labirentin hatırası var zihnin gerilerinde. Akşamın yelinde sokaklarda, sahillerde, ormanlarda yürüyoruz, içimizde olağan bir sevgi ve alışıldık bir güvenle. Yapraklar onu, su onu, taşlar onu, böcekler onu, gökyüzü onu, beden onu, alın onu, yalnızca onu söylüyor. 

Bir cevap duyuluyor;

aramadan bul beni

Nehir Akfırat

Buy Me A Coffee

Konak ve Ev

Eski, sessiz bir mahallenin tam ortasında zamanın tozu ile kaplanmış pencereler ve harabe duvarlarıyla büyük bir köşk dururdu. Bu ev bir zamanlar hayatla doluydu ancak şimdi geçmişin bir hatırası gibi görünüyordu. Bir zamanlar kahkahalar ve sıcak sohbetlerle yankılanan bu evde şimdi yalnızca birkaç genç yaşıyor. Bu gençler, eski evi yeni bir yuvaya dönüştürmeye karar vermişlerdi.

Köşkün bahçesinde kurak ve cansız bir arazi vardı. Diğerleri için belki bir anlamı yoktu ama onlar için bu toprak sadece bir parça toprak değildi. Birlikte burayı güzel bir bahçeye dönüştürme sözü vermişlerdi. Öyle bir yerdi ki burada birlikte hayatın zorluklarını umut ve aşkla doldurabileceklerdi.

Haftalar geçti ve işler başladı. Her zaman toprakla uğraşan Ayşe, dikkatle çeşitli çiçekler ve bitkiler dikiyordu. Ahmet ve Serim çoğu zaman onun yanında duruyor ve toprağa bulanmış elleriyle Ayşe’nin sohbetlerini dinliyorlardı. Kıvanç ise eski ağaçların kurumuş dallarını kesmekle meşguldü. Ayşe, toprak ve bitkiler dünyasında kaybolmuşken yeni ağaçlar dikiyor ve suluyordu.

Gece olduğunda herkes yorgun ve toprak içinde konağa dönüyor, birlikte oturuyor; günlük sorunlardan, hayallerinden, çocukluk anılarından ve birlikte kuracakları gelecekten konuşuyorlardı. Birbirlerinin yanında sadece ev arkadaşlığı değil, çok daha fazlasını bulmuşlardı. Aşk ve çaba aralarında derin ve sonsuz bir ilişki yaratmıştı. Aşk sadece birbirilerine değil, bu küçük bahçeye, bu eski eve ve elleriyle inşa ettikleri her şeye duyulan bir aşktı.

Zaman geçti ve bahçe yavaşça canlandı.

Çiçekler toprağın içinden çıkmaya başladı. Bir zamanlar kurak ve cansız olan köşk bahçesi şimdi yeşil ve yaşam dolu bir yer haline gelmişti. Her sabah uyandıklarında ilk gördükleri şey kendi elleriyle yarattıkları güzellikti.

Ama her şeyden daha fazlası, bu yeni ve huzurlu yerin çaba, bağlılık ve aşkın; eski ve harabe bir köşkün ortasında bile yeni bir dünya yaratabileceğini hatırlatıyor olmasıydı. 

Artık onların, anılar ve elleriyle inşa ettikleri umutlarla dolu bir yerdi.                   

Ev:


Ev güzel bir kelimedir. Ülkemize, yaşadığımızı yere, baba ocağı ve hatta sevdiklerimizin kalbine atfedebiliriz. Benim için ev kendimi güvende hissettiğim yerdir. Duyguların kelimelerden çok daha karmaşık olduğunu hiç düşündünüz mü? Kelimeler duyguları anlatamaz ama burada duygularımı ifade etmek için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. 

Evden ayrılırken kendimi hasta ve bir büyük hiç gibi hissettim. Korku yıllardır yaşadığım bir duygudur. Evet, terk edilmiş hissettim ve artık bütün kalbimle yeter diyerek kendimi güvende hissedebileceğim bir yerde olmak istiyorum. 

Evimiz hep insanlarla doluydu hep güzel sohbetler, hep yeni şeyler öğreniliyordu, hep yardımlaşmak, birlikte tecrübe kazanmak; ama bunların hepsi ne yazık ki benim bavuluma sığmadı. Kafam karışıktı hiçbir şey bilmiyordum, istemiyordum ya da artık hiçbir yerde yaşamıyordum. Aslında yoktum. Ev benim için kayıptı, belki de kaybetmiştim. Evimden uzakta bir yerde ve evsizlik mevsiminde kendimi bir konakta buldum.  

Sessizliğim, konağın sessizliğinde boğulmuştu. Uzun zamandır evden uzaktayım ve konuşmayı bile belki unutmuştum. Duyguların kelimelerden daha karmaşık olduğunu söylediğimi hatırlıyorum siz de hatırlıyor musunuz acaba? Tıpkı, o büyülü köşkte kendi zihnimde kaybolduğum zamanki gibi. Evet büyülü, inanın bana abartmıyorum. Yüz yıllar süren insan yaşamıyla dolu eski konağın, yüksek duvarlar ve kubbe şeklinde çatısı ….

İşin ilginç tarafı ilk defa bu konağa adım attım ve şimdi bu hikâyeyi oradan size anlatıyorum.

Konağın sahibi kemikli suratlı, masum ve nazik bir insandı. Konak insanlardan dolu içimde, garip hisler yaratıyordu, dejavu olmuşum… Huzur ve hayat dolu insanlar, ay canım benim, hayatla ne güzel dans ediyorlardı, sanırım onlara hayat veren bu konaktı. Yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibiydim. İnsanların birbirini sevdiğini unutmuştum ve birlikte ne kadar güzel parladığımızı da unutmuştum. Tüm bunlar bana konak ve halkı tarafından bir kez daha hatırlatıldı.

Işık insanları, parlıyorlar ve belli ki bu parlaklık iç huzurun sonucudur, yargılamamanın sonucudur. Kendini ve insanları olduğu gibi kabul etmenin, kabullenmenin sonucudur. Ne kadar iyiyim ve tüm bu insanlar, ne kadar benim. Biliyor musunuz ben ve ben sürekli birbirimizle konuşuyoruz ve eğer dostluk araya girmezse nasıl dayanabiliriz?

Amaneh Abyar

Buy Me A Coffee

Acayip Şeyler Gazetesi

2023 yılı Kasım ya da Aralık ayında Ankara’dan bir arkadaşımla önce Kahramanmaraş’ın Nurhak ilçesine oradan da Antakya’nın Bohşin köyüne gittik. Bu yolculuğumuzda amacımız 2022 yılında gerçekleşen Kahramanmaraş merkezli depremden etkilenmiş bölgelerdeki çocuklarla buluşmak ve atölyeler yapmaktı. Birazdan okuyacağınız hikaye bu yolculuğun bir hediyesidir. Bu hikayeyi bir gün Türkçe’yi çok az bilen Bohşin çocukları için Arapça’ya tercüme ederek dağıtmak hayalimdir. O zamana kadar dünyada herhangi bir noktadaki herhangi iki arkadaşın kendi güçleriyle yarattıklarına Dolmusch ile bakalım.

Acayip Şeyler Gazetesi

Yeryüzündeki herhangi bir kasabanın herhangi bir bölgesinde Arme ve Mojo adında beraber vakit geçirmeyi çok seven iki arkadaş varmış. Arkadaşlıkları çok küçük yaşlarına uzanıyormuş ve çok uzun yıllar boyunca da sürecekmiş. 

Bir öğleden sonra iki arkadaş oyun oynamak için buluşmuş. Arme’nin bir süredir aklını kurcalayan bir şey vardı. Mojo’nun “Naber Arme?” demesiyle; arkadaşına aklından geçenleri söyledi.

– “Birinin benimle acilen röportaj yapması lazım Mojo.” 

– “Arme, neden birisinin seninle röportaj yapmasını istiyorsun? Ben böyle bir şeye ihtiyaç olabileceğini daha önce duymadım.” diye cevapladı Mojo. 

– “Dünya üzerinde binlerce canlı yaşıyor. Ben hepsini merak ediyorum. Kendimi de onlara anlatmam lazım.” 

– “Dünya üzerinde yaşayan canlılar mı? Bunu daha önce düşünmemiştim. Aslında bakarsan ben sınıfımızdaki arkadaşlarımızı bile çok merak etmiyorum.” dedi Mojo.

– “Niye ki?”

– “Ailem ve seninle kurduğum arkadaşlık yeterince ilginç geliyor bana.” dedi Mojo.

Arme bir süre için cevap vermedi röportaj ile ilgili düşünceler aklına üşüşmeye devam ediyordu.

– “Sinirliyim Mojo. Dünyada röportajı yapılan biri olmak için ya bir icat yapmak ya da önemli biri olmak gerekiyor. Ben 10 yaşındayım. Bir icat yapmam ya da önemli biri olmam için büyüyene dek beklemek istemiyorum. Ve fark ettim ki röportaj yapacağım bir okul gazetemiz bile yok! Koskoca okulda neden kimse gazete çıkartmaz ki?” diye cevapladı Arme. 

Mojo o gün arkadaşıyla ayrılıp eve döndükten sonra konuştukları konular zihninde döndü durdu. Arme’nin diğer canlılarla konuşmayı istemesi ona ilginç geliyordu. O da pek çok şeyle konuşurdu ama bir cevap almayı beklemezdi. Mojo bir anda gözlerini kapatıp Dünya’da yaşayan canlıları hayal etti. Balıklar, baykuşlar, kangurular, timsahlar, kaplanlar… Bir bu kadar da bitki vardı ve hatta gözle göremeyeceği kadar küçük olanlar da… Çok fazlaydılar! 

 Gecenin bir noktasında Mojo aklını uçuran bir fikirle yatağında doğruldu. Arkadaşı için bir okul gazetesi kurabilirdi. Daha önce kimse yapmamışsa da bu onların da yapmayacağı demek değildi ya! Planı kafasında oluşturdu. Gün boyunca sınıflara tek tek girerek okul gazetesi için ekip topladıklarını duyuracaktı. Gönüllü olanlarla okul çıkışında buluşacaklardı. Yazı yazmayı yeni öğrendiği için ona yardım edecek birileri şarttı. Katılanlardan en azından birinin okuma-yazma bilgisi kendisinden iyi olmalı diye düşündü.

Ertesi gün Mojo planının verdiği heyecanla erkenden hazırlandı ve okula vardı. Neşe içinde sınıfa girdi. Arme çoktan sırasında yerini almış, suratından keyifsizlik akar bir halde dışarıya bakıyordu. 

– “Nasılsın Arme?” diyerek yanına oturdu Mojo.

– “Bildiğin gibi Mojo.” diyerek omzunu silkti.

– “Arme sana sürpriz yapacaktım ama görüyorum ki canın epey sıkkın. O yüzden hiç beklemeden dün gece yaptığım planı anlatayım.” dedi Mojo. Arme Mojo’nun anlattıklarını dinledikçe suratındaki ifade mutlulukla yer değiştirdi. O gün okulda tek bir amaçları vardı ve o da dersleri değildi…

Mojo ve Arme gün boyunca her zil çalışında sıralarından fırlayarak başka sınıflara koşuyorlardı. Bunu sınıf öğretmenleri de fark etti. Bir sonraki derste ikisine birden “Sizin bugün neyiniz var?” diye sordu. Çocuklar heyecanla aynı anda yanıtladılar ama öğretmen ikilinin söylediklerinden hiçbir şey anlamadı. O da Arme’den tek başına yanıtlamasını istedi. 

– “Mojo ile okul gazetesi oluşturuyoruz öğretmenim. Teneffüslerde okuldaki diğer sınıflara haber yayıyoruz ki bir ekip toplayabilelim. İlgilenenlerle bugün okuldan sonra sahanın orada toplanıp bu işi başlatacağız!” diye yanıtladı Arme.

Öğretmenleri şaşırdı. “Demek bir okul gazetesi çıkartıyorsunuz ve parçası olmak isteyenleri toplantıya davet ediyorsunuz. Beni de ekibe alır mısınız?” diye yanıtladı.

Mojo ve Arme duydukları cevap karşısında neredeyse çığlık atarak birbirlerine sarıldılar. Bayan Alma onların ekibine katılacaktı! Bu hiç akıllarına gelmemişti. Mojo’nun okuma-yazma konusundaki endişesi oracıkta çözüldü. Epey bilgili bir ekip arkadaşı bulmuşlardı.

Okul çıkışındaki toplantıya dört öğrenci gelmişti. Bunlar Kiki, Jona, Loco ve Keke’ydi. Tabi bir de öğretmenleri Alma vardı. Mojo ve Arme okul gazetesi kurma nedenlerini anlattı. Ekibe katılanların hepsinin gazetede paylaşmak istediği bir konu, kendilerine has bir yeteneği vardı. Bayan Alma bu tanışma ve kaynaşmaya sessiz bir şekilde eşlik ediyordu. 

Çocuklar okul gazetesinin nasıl olacağını tartıştılar. Görev dağılımını Bayan Alma yaptı. Mojo ve Loco çocukların kolay kolay bilemeyecekleri gizemli konuları araştırıp yayınlayacaktı. Kiki, karikatür çizmeyi seviyordu ve okullarındaki gelişmeleri karikatürize ederek anlatacaktı. Jona ve Keke röportajlarla ilgilenecekti. Arme ise insan olmayan varlıklarla konuşma yöntemleri üzerinde çalışacak ve istediği röportajı verecekti! 

Toplantı sonunda çocuklar süper güçlerine kavuşan kahramanlar gibiydiler. En çok sevdikleri konularda çalışıp bütün bir okulla paylaşacakları bir gazete çıkaracaklardı.  

Aradan birkaç gün geçmişti. Arme bir önceki gece rüyasında ağaç gövdesinde yaşayan bir mantarın onunla konuştuğunu görmüştü. Yeşil ve kahverengi dalga şeklindeki bu mantar Arme’ye, “Doğru yoldasın çocuk. Yaptığın şeyleri yapmaya devam edersen bizimle nasıl konuşacağını anlayacaksın.” demişti. Bu rüya komşuları Mo’ya yaptığı ziyaretin etkisiyle olsa da Arme için acayip bir mesajdı. Mojo da gazete için çalışmaya başladığından beri kendini şanslı hissediyordu. Çünkü hem yepyeni arkadaşlar ediniyor hem de Dünya’da bilmeye değer acayip şeyler olduğunu öğreniyordu. Mesela her canlı dünyayı kendi gözlerine göre görüyor hiçbir canlı tam olarak aynı görmüyordu. Hayvanlar farklı, insanlar farklı, bakteriler, bitkiler ise belki de hiç görmüyordu. Ve terliksi hayvan adında tek hücreli bir canlı vardı! Yok daha neler.

Eve yürürlerken,

 “Acayip bir şey oldu dostum…” dedi Arme. “Rüyamda bir mantar benimle konuştu! İnanabiliyor musun? Komşumuz Mo’nun dediğine göre ben de onlarla konuşmayı başarabilirmişim. Bu konuda söylediği şeyleri tam olarak anlayamasam da biraz daha farklı bir şekilde bunu gerçekleştirebileceğimi söyledi. Mo bir mikolog yani bir mantar bilimci ve evinde mantar odası var. Görmelisin! Küçücük buhar dolu bir odada acayip renk ve şekillerde mantarlar bulunuyor. Dediğine göre mantarların şekilleri güneş ışınlarına göre değişiyormuş ve aynı bizim gibi şekere bayılıyorlarmış.” dedi. 

“Arme, bu çok iyi. Ben de gazete için çalışmaya başladığımdan beri acayip rüyalar görüyorum! Ejderhalar ve yeşil yaratıklarla dolu süper evrenlerde bir şövalye gibi geziniyorum… Gazete için çalışmayı çok seviyorum dostum.” dedi. Kollarını birbirlerinin omuzlarına atarak hiç susmadan yürüdüler…

Çocukların çalışma tempoları günleri hızlı çekime aldı. Ve bekledikleri gün çabucak geldi.  

Bayan Alma o sabah her zaman uyandığı vakitten bir saat daha erken kalkıp gazeteleri almak için matbaaya uğradı. Çocuklar da tıpkı öğretmenleri gibi erkenden kalkmışlardı. Daha doğrusu hiçbiri gece boyunca uyuyamamıştı. Sabahtan kararlaştırdıkları şekilde öğretmenler odasında bir araya geldiler. Ve gazeteleri hep beraber incelediler. 

Gazatenin ilk sayfası yani kapağı her yazılı belge gibi biraz sıkıcıydı. Başlık, tarih ve sayılar vardı. Sayfanın tam ortasında ise Kiki’nin karikatürüne yer vermişlerdi. Bu işleri biraz daha komikleştirmişti. Kiki, gazetenin çıkmasını bekleyenleri upuzun bir kuyrukta çizmişti. Kuyrukta beklemekten fenalaşan, bayılan çocukları revire taşıyan görevliler insan kıyafetleri giyinmiş koca mavi fillerdi! Çocuklar bu karikatüre bayıldılar. 

Kapağın hemen arkasındaki sayfada Mojo ve Loco’nun hazırladığı gizemli ve bilinmeyen şeyler haberi yer alıyordu. Eski Mısır uygarlığına dair iki koca sayfa ayırmışlardı. Piramitler, mumyalanan firavunlar, tanrılara dair bilgi ve çizimlere yer vermişlerdi. Loco altı yaşından beri Eski Mısır’ı biliyor ve son iki senedir de Hiyeroglif dilini yani alfabesi resimlerden oluşan Mısırlıların yazısını öğreniyordu. Hayali bir gün piramitleri ziyaret edip içinde yazanları okumaktı. Mojo da mumyalama tekniği ve Tutankhamun adında kendi yaşlarında bir firavun olduğunu öğrendiğinden beri aklına durmadan şakalar geliyordu. Kardeşlerine Tutankhamun’un zaman yolcusu ikizi olduğunu söyleyebilirdi ya da kendisini tuvalet kağıtlarına sarmalayıp mumya kılığına girerek onları korkutabilirdi…

Sonraki sayfada Jona ve Keke’nin Arme ile yaptıkları röportaj yer alıyordu. Jona ve Keke ustaca sorular sormuşlardı Arme’ye. Röportajdan sonraki sayfada da Arme’nin insan olmayan varlıklarla ilgili çalışması yer alıyordu. Arme mantarlarla yaşadığı macerayı anlatmıştı. Arme’nin Dünya üzerindeki canlı ve cansız varlıklara kendini anlattığı ilk yazısı da gazetenin en arka sayfasında yer alıyordu. Çocuklar gazetenin her sayfasına göz attıktan sonra Arme’nin röportajına geri döndüler. Röportajı çok merak ediyorlardı ve hep bir ağızdan gülerek okudular. Ne de olsa Acayip Şeyler Gazetesi bu fikri sayesinde oluşmuştu. 

Arme ile Röportaj

– Arme bize kendini anlatır mısın?  

-Seve seve! İsmim Arme, 10 yaşındayım ve tüm canlılarla iletişim kurmaya kafamı takmış durumdayım. Ve gerçekten de başarıyorum. İnsanlar dışında mantarlar, taşlar, böcekler, havadaki mikroplar ve uzaydaki yıldızlarla da konuşmak istiyorum. Tıpkı benim gibi bir taş da benimle konuşmak isterse ona anlayabileceği bir cevap verebilmeliyim.

Uzaydaki yıldızlarla konuşmak zamanımı alabilir. Ama bir yerden başlamam lazım değil mi? 

– Vay canına Arme! Peki ya bu canlılarla nasıl konuşmayı düşünüyorsun?

-Aslında bunu hepimiz her an yapıyoruz. Mesela pek çok kişi hayvanlarla konuşuyor. Büyükler ayaklarını sert bir yere çarptıklarında o yerle bağrıştıklarını çok duyuyorum. Ya da bir eşyalarını kaybettiklerinde onunla konuşmaya başlıyorlar. 

Tıpkı bunun gibi ama biraz daha farklı yöntemlerle bunu yapıyorum! Onlarla konuşabilmem için yanlarında olmam, vakit geçirmiş olmam gerekiyor. 

– Peki ne zamandan beri farklı canlılarla konuşuyorsun ve seninle konuşan başka bir canlı var mı?

-Doğduğumdan beri aslında! Ve her gün biraz daha çok varlıkla konuşabiliyorum.

Bitkilerin hem söylediklerimi hem de şarkılarımı anlayabildiğine, rüzgârın benimle konuştuğuna eminim. Çocukluğumdan beri ailemle beraber deniz kıyısında rüzgârı dinleriz, onlar da onu duyduklarını söylüyorlar. Bağırarak ya da dans ederek rüzgarla konuşuyorum. Bazen de odamda otururken dinliyorum. Bana oyun oynamamı ve dans etmemi fısıldıyor. 

– Okulumuzdaki diğer çocuklara ne söylemek istersin?

-Farklı canlılarla konuşma kulübü kurmayı düşünüyorum. Birlikte bu canlılarla konuşabiliriz. Bir de büyükler bizi ormana götürmedikleri sürece bu canlılarla tanışmamız zor olacak. Tabi bakteriler hariç onları tuvalette de bulabiliriz.

– Çok teşekkürler Arme, son olarak bize bugünlerde en sevdiğin şeyi söyler misin?

-Doğum günümde bir büyütecim oldu, harika bir şey. Onunla yağmurdan sonra salyangozların yavaş yavaş hareket edişlerini izliyorum. Çenelerinin altındaki bıyıkları yakından bakınca beni çok güldürüyor. 

Gazetenin öğrencilere dağıtılmasıyla okumayı sevmeyen çocuklar bile sayfaları biraz incelediler. Bu herkes için yeni bir olay olmuştu. Öğrenciler arasında gazeteye katılmak isteyenlerin sayısı bir anda artmıştı. Bayan Alma gazetede görev almak isteyen tüm öğrencilere yer açabilmek için ekibi birkaç ayda bir değiştirecekti. 

Arme, Mojo, Kiki, Loco, Jona, ve Keke gazete için hiç gaz kesmeden çalışmalarını devam ettiler. Kiki bir sonraki sayının karikatür fikrini çoktan bulmuştu. Havalar sıklıkla rüzgârlı ve fırtınalıydı o günlerde. O da rüzgârlı bir günde uçurtmasını uçuran çocukları çizecekti. Rüzgârın bir anda şiddetlenmesiyle uçurtmalar yükselecek ve okulun üzerine bir bulut çekerek hepsini ıslatacaktı!

Arme ve Mojo’ya gelirsek… Arme çalışmalarını devam ettirirken kendisini biyolog ilan etti. Tıpkı onun gibi Ferro adında hayvanlarla ve diğer canlılarla konuşmaya meraklı yeni bir arkadaşı oldu! Mojo ise evlerindeki tozlu ansiklopedileri raflarından indirdi. Her gün sayfaları karıştırıp kimsenin bilmediği konularda bilgiler öğrenip kardeşlerine bunlarla şakalar yaptı.

Esin Metin

Buy Me A Coffee

Yeni Kan: Noesis Collective

“Yaratıcı faaliyetlerin kaynağı ortak, yaklaşım ve yöntemleri farklıdır. Bunlardan birine veya birkaçına odaklanmak, belirli bir alanda yetkinleşip kendini ifade edebilmek için gerekliyken, bu sürecin gerektirdiği zaman ve çalışma, kişileri diğer yöntem ve yaklaşımları deneyimlemekten yoksun bırakabilir. Bu ilgi ve faaliyet alanlarının etrafında sosyal gruplar oluşması vazgeçilmez öneme sahip de olsa, bu grupların zamanla katı ve geçirgen olmayan bir hale gelmesi, daha zengin sosyal ve yaratıcı etkileşimlerin yeterince ortaya çıkamamasına ve bu alanlardan her birinin kendi yankı çemberiyle kısıtlı kalmasına neden olabilir.

Belirli bir yöntem, tür (genre) veya ilgi alanı hakkında derin bilgiye ve tecrübeye sahip birinin, bundan çok farklı, hatta zıt görünen yaklaşımlara sahip alanlarda ortaya koyulanları ve üretilenleri de deneyimlemesi, kişiye kendi konusuyla ilgili daha derin kavrayışlara ulaştırabilecek yeni içgörüler sunma potansiyeline sahiptir. 

Aslında tüm bu farklı üretimler, aynı kaynağa ait farklı insan deneyimleridir. Öyleyse yapılmaya değer olan, bu farklı deneyimleri bir araya getirerek, bir şeyler üretme ve öğrenme yolculuğunu mümkün olduğunca dolaysız ve başka amaçlarla gölgelenmemiş şekilde yaşamaya yönelik, tür ve yaklaşım ayrımı yapmayan ortak alanlar yaratmaktır.” 

Noesis Collective, bu düşüncelerle ve amaçlarla kurulmuş, kâr amacı gütmeyen bir oluşum. Kolektif, faaliyetlerine 13, 14, 15 Aralık 2024 tarihlerinde düzenlediği Noetic Noises Fest #1 ile başladı. Festivalde elektroakustik serbest doğaçlama, akustik folk, deneysel hip-hop, death metal, progresif rock, black metal, kadim halk müziği, kabare rock türlerinde müzik performanslarıyla birlikte resim, heykel ve fotoğraf sergileri yer aldı.Sıradaki etkinlikleri üzerinde çalışmakta olan kolektifin internet sitesi de faaliyete geçti. Bu site aracılığıyla, yazı, görsel gibi çeşitli alanlarda üretilen içeriklerin sunulması ve uzun vadede üretenler arasında iletişim ve işbirliği için kapsamlı bir platform oluşturulması amaçlanıyor. Yayınlanmasını istediğiniz çalışmalarınızı kolektife info@noesiscollective.com adresinden ulaştırabilirsiniz

Festivalin amacı olan farklı disiplinlerdeki sanatçılar arasında etkileşim yaratma düşüncesi, Kıvanç Yılmaz‘ın sergisindeki işlerden birinin black metal sanatçısı Kralizec‘in sahnesinde dekor olarak kullanılmasıyla somutlaşmaya başladı.   

KARA EJDERHA / Noetic Noises Fest

AKDENİZ ERBAŞ / Noetic Noises Fest

DEAD GROAN / Noetic Noises Fest

ELİF YILDIZ / Noetic Noises Fest

SERİM TAĞAR KOÇ / Noetic Noises Fest

Buy Me A Coffee

Kimlikten

Ressam Sinan Hasar, ‘’Biyopolitika Bağlamında Portre Sanatı’’ isimli yüksek lisans tezinde kimlik kavramını derinlemesine araştırarak bu ‘’soyut’’ konuyu onlarca portre ile somutlaştırdı. Onun çizgileri, bireysel ve kolektif kimliklerin kesişim noktalarını ararken, izleyiciyi de kendi benliğini sorgulamaya davet ediyor. Bu röportajda, sanatçının yaratım sürecini, kimlik üzerine düşüncelerini ve resimlerinin ardındaki hikâyeleri keşfe çıkıyoruz.

Neden kimlik fotoğrafı çalışmayı seçtin? Düşünsel ve pratik sürecini anlatabilir misin?

Kendi üretimimde de bir standart belirlemem gerekiyordu. Resim yapınca haliyle insanlar selfie çekip gönderiyorlar ‘beni böyle çiz’ diyenler oluyor. Yeni araba alıp direksiyonda selfie çeken figürün kabarmasıyla ilgilenmiyorum tabi ki! O yüzden kimlik fotoğrafı üzerinden gidebileceğimi düşündüm. Vesikalık fotoğraf dünyanın her yerinde aynı kurallarla çektiriliyor. Böylece konuyu biraz daraltmış oldum ki insanların fantezileriyle çok uğraşmadan istediğim gibi boyayabileyim.

Bu projenin hikayesi nereye dayanıyor? 

Öğrenciyken figür çalışmayı seviyordum. Cebimde çantamda hep küçük suluboyam, defterim olurdu. İnsanları model yapıp hızlıca çizip boyardım.  Seri üretime başlamam 2018 yılının sonunda olmuştu. Yılbaşı’nı geçireceğimiz arkadaşlarımın küçük portrelerini yapmıştım. Hızlıca çok sayıda portre yaptım ve daha sonrasında biraz daha konuyu daraltıp renkleri de sınırlayıp, ifadelere odaklanma fırsatı buldum.

 Daha önceki işlerinden nasıl veya ne şekilde ayrılıyor bu proje?

 İmgelemi sınırlamak durumunda kaldım öncesine göre. Şiirsel bir anlatımdan bütünsel bir eyleme dönüştü bile diyebilirim. İnsan yüzü çok acayip bir hale gelebiliyor.

 Bütün bu süreç, kimlik üzerine düşünmek, konuyla ilişik bir tez yazmak ve portreler çizmek, nasıl bir süreçti içsel anlamda? Proje nasıl şekil aldı ve süreçte senin için mihenk taşları neler oldu?

Tez yazmak resim yapmaktan daha başka bir pratik gerektiriyor. Deneyimlemiş oldum. Havva Altun ile çalışmaya başlayınca hayatıma töz diye bir kavram girdi. Çok şey öğrendim. Portrelere devam etmemi ve yoğunlaşmamı sağlayan da kendisi oldu.

Baştan sona 6 yıl sürdü.  Bu süreçte çok şey yaşandı. Hayatlarımız büyük çoğunlukla değişti, dönüştü. Yaşanan her iyi ya da kötü olayın yansıması olabiliyor tabii. İlk resimler o kadar şiddetli değilken sonraki süreçte bazen vahşileşti boyamam. Sistem vahşi. Çok daha fazla gözetimin, denetimin ve yaptırımın uygulandığı bir dünyadayız. Sürekli kontrol eden, denetleyen, zor kullanan mekanizmalar var. İyi tarafları da varmış gibi gösteriliyor. Rahatsız edici yanları hayli fazla. Proje de buna göre şekil aldı diyebilirim. Alternatif bir eylem olarak düşündüm.

Resimdeki hareketini nasıl etkiledi onlarca portre çizmek? Yüzlerle haşır neşir olmak?

Tek bir konuya yoğunlaşmanın avantajları da var dezavantajları da var. Resmettiğim insanların çoğunu daha yakından tanımış oldum. Birinin yüzünü şekillendirmeye çalışırken saatlerce izlemeniz gerekebiliyor. Tüm bunları yaparken bazı projelerinizi ertelemeniz gerekiyor. Artık daha sabırlı ve sakin biriyim diyebilirim. Sıraya koyabiliyorum yapmak istediklerimi.

Bundan sonraki işlerine nasıl yansıyacak sence bu süreç, işlerinde neleri değiştirecek ve sonraki adımda neler yapmayı planlıyorsun?

Uzun süredir yağlı boya çalışamamıştım. Sulu boyaya göre imkanları daha fazla. Yeni resimlere başladım. Bundan sonrası için söyleyebileceğim sadece resim yapmaya devam ettiğim olabilir. Neler olacak ben de bilmiyorum. Figür çalışıyorum, mekân çalışıyorum. Her ressamın ortak sorunlarına sahibim aslında. İçerik +21 sadece. Yaptıkça göreceğiz.

Sanatçı: Sinan Hasar

Röportaj: Nehir Akfırat

Buy Me A Coffee

Bir Başkaldırı – Vaa

Bir müzik projesi olan Vaa, seste atmosferik elementleri ve şiiri, plastik sanatlar üslubundan etkilenerek ortaya koymayı amaçlar. Hip-hop/rap, post-punk, pop-punk etkilerin duyabileceğiniz parçalarının metinlerinde bulunduğumuz yüzyılı absürt betimlemelerle müziğine konu edinir.

///

hepimizin hayatının en güzel günü 

elimden tut bu cehennemde eşliğimde yürü

tüm gökyüzü inadına ters dönsün 

bırak her şey düşeceği yere düşsün

annemin karnına geri dönüş biletim her şey beni geri göğe itsin

cennet bulutların ayakları altında

şehvet yangını şehri yaksın

çobanlar kurtları otlatsın 

biri suçu üstlensin

içinde yaşadığın bardağın suyu taşsın

okyanus yükselsin

caddeler gerçekle dolup taşsın 

bulutlar yağmura dönüşsün

takvim masalını anlatsın 

tarih tekerrür etsin 

///

///

caddeki bir deliyi bir saniyede anlarım 1 kilometre

öteden kokusunu al

kimselere söylediğim günahlarım, ağzını kapalı tutup

gördüğün tüm imgeleri çal

her gördüğün ağaca sarıldığın gibi sarıl seni savaşa sokan şeye

yaşamaktan 

şaşırarak her şeyine bu dünyanın, her gün tekrar küfrederek 

sevginin tam içlerine dal

gökyüzünden atladığım rüyalarım, tek sebebi katlanmamın 

buna, beni bulacaklar

satırları teker teker sıraladım, gördüğümü konuşurum 

gözlerimde bi tüfek var  

ne yapsamda bi kutuya sığamadım, inan bütün insanların 

söylediğine  kulaklarım sağır

kokusunu aldığım bu çiçeklerin, katili benim bi yanda peşime dolaşan anılar

bir sandalyede dakikanın geçişini izliyorum her şey yerli yerinde ve hızlıca akar

benim olan hiçbir şey yok. Kuş gibi hür olmasam ellerim bedenimi benzinle

yakar

///

Buy Me A Coffee

Çemberle Merkezlenmek – Ayşe Yayla

Çember nedir?

Bu çok katmanlı bir soru, pek çok çeşit çember var ve baktığım yerden hayattaki her bir ilişkilenme, doğum-ölüm-doğum da bir çemberdir. Benim çıraklığını yaptığım çembere dair sevgili Filiz Telek’in kitabından bir parça ile bunu cevaplamam daha yerinde olur. Aynı zamanda kadınlar Şifadır kitabının çember bölümü web sitesinde pdf halinde hediye olarak mevcut. Oradan detaylı olarak da okunabilir.

“Çember pratiği bir ritüeldir. Başı sonu bellidir; çemberi açtığımızda gündelik hayatımızdan ve bilincimizden sıyrılıp, ana ve birbirimize daha yüksek bir farkındalıkla, birlik bilinciyle mevcudiyetimizi sunmayı taahhüt ederiz. Bu ritüelde birbirimizin şahitliğinde büyük gizemin idrakine niyet eder, can kulağıyla dinler, gönül gözüyle şahit olur, kalp diliyle konuşur, doğrunun ve yanlışın ötesinde ilişkilenmeyi ve hakikati araştırırız. Adabıyla pratik edildiği zaman herkese, her şeye şifa olan şefkatli bir kucak, içimizdeki derin bilgeliklere temas etmemizi mümkün kılan bir rahim, bazen de yüzleşmemiz gerekenleri görmemizi sağlayan bir aynadır çember.” Filiz Telek Kadınlar Şifadır, s. 342.

Tam bu noktada soruyu değiştirip Ayşe için çember nedir diye cevap vermek daha çok içime sinecek. Benim için çember, sınırları olmayan bir oyun alanı. Yaşadığımı derinden hissettiğim ve yaşamın güzelliğiyle buluştuğum bir yer. Derin bir dinleme pratiği ve çemberde insanlarla bir araya geldiğimde hem çok derin ve eski, hem de taze ve yeni bir tanışma hali oluyor benim için. 

Çok çeşitli çember pratiği var, günden güne yenilerini öğreniyorum, keşfediyorum ve deneyimleme şansım oluyor. Son zamanlarda en keyif aldığım çember, doğayla birlikte çembere oturmak. Bazen bir ağaçla, bazen evimdeki bir koltukla, bazen seyrettiğim bir bulutla çembere oturuyorum ve bu gündelik hayat pratiğimde bambaşka kapılar açıyor. Yani baya oyun parkı gibi bir şey çember benim için.

Öte yandan, bu yaz yaptığımız bir çalışma inzivasında Nature Councilin ön koşulları ve temel düsturları ile  tanışma şansım oldu. Bunları içselleştirmeye çalıştığım bir dönemin içindeyim. bunlar beni çok heyecanlandırıyor. Council’in kalbini ifade eden temel düsturlara hiç girmeden ön koşulların birkaç tanesinden bahsedeyim:

Öğrenmeye, bilmeye, büyümeye kişisel adanmışlık. 

Öğrenme yolunda başarısız olmaya razı olmak. 

Mana yolu olarak işbirliğine, ortaklığa, topluluğa adanmışlık. 

Temel varsayımları ve inançları sorgulamak için istekli olmak ve araştırma ruhuyla yaklaşmak. 

Sence son zamanlarda insanlar neden çemberlere oturmaya başladılar? Hangi ihtiyacın sonucu bu ortaya çıkar?


İnsanların hem dinlemeye hem de dinlenmeye aç olduklarını düşünüyorum. Görüp deneyimlediğim kadarıyla çemberde bir araya geldikten sonra kendi özgün sesi ile buluşan ve yargısız bir alanda bu özgün sesi dilediği şekilde ifade ederek, tam mevcudiyetle ona şahit olan diğer insanlarla bunu paylaşabiliyor olmak, her şeyin çok hızlı olduğu bu dünyada büyük bir hazine. Öte yandan çok da aşina olduğumuz bir şey, insanlar ne zaman çembere oturmaya başladı diye sorsan ateşin keşfiyle derim. Çemberlere hikayeler geliyor ve bu hikayeler kişisel olsun olmasın, zaman ve mekan algısını değiştiriyor. Hep bahsettiğimiz görünmez bağlarla bağlıyızı görünür kılarken, her şeyin ardındaki yüce ruh, yaradan, boşluk, hiç; her ne dersek diyelim adına, doğrudan orayla temas eden bir şey ve durumun böyle olması insanı çok besliyor. Tabii bir de adabıyla yapınca da, aşırı lezzetli oluyor.

Senin düzenlediğin ilk çember deneyimin nasıldı? 

Bu soru çelişkili bir soru, çemberde buluştuğumuzda her birimiz merkeze eş uzaklıklarda oturan eş birimlere dönüşüyoruz. Bundan dolayı ben de bir çember katılımcısıydım. Çember daveti vermek veya çember öncesi hazırlık nasıl bir deneyimdi diye sorarsan, çok heyecanlı çok meraklı yer yer panik, genel olarak ise aşırı tatmin edici ve sorgulatıcı bir süreç. Neden bunu yapıyorum, neye hizmet ediyor, böyle bir şey yaptığımda nasıl bir etki yaratıyor bunları da sorguladığım araştırdığım bir süreç. Öte yandan çembere çıraklık ederken çok güzel yoldaşlarla çevriliyim. Bu yolda uzun yıllar ve emek vermiş çok güzel dostlarım var. Hazırlık sürecinin benim için en kıymetli yeri de onların kapısını çalıp bu olmuş mu, bu şiiri mi okuyayım gibi benim panikle karışık fazlasıyla heyecanlı hallerime şahitlik edip deneyimlerini, bilgi birikimlerini benimle paylaşıp yol göstermeleri muazzam bir şey.

Çemberlere nereden ulaşabiliriz? Çembere oturmak için neye ihtiyacımız var?

Öncelikle çembere oturmak için sadece istekli olmaya ihtiyacınız var. Bunun dışında bence hiçbir şeye ihtiyacınız yok. Çembere oturanlar bunu anlarlar. Oturmayanlar da oturduklarında anlayacaklardır.

Öncelikle Filiz Telek’in websitesi ve instagram hesabında özellikle kadınlar için çember duyuruları oluyor.
Aliye Burcu Ertunç birbirinden farklı çok güzel çember alanları açıyor, instagram hesabından duyuruyor.
Aybike Savaşır Serdar yine instagram üzerinden duyurduğu çok güzel alanlar açıyor.
Aysu Erdoğdu Miskbay hem cadıların bilgeliğinden hem de kendi web sitesinden çok şenlikli çember davetlerinde bulunuyor.
Emre Ertegün farklı alanlarda çemberler açıyor, bildiğim kadarıyla o da instagram üzerinden duyuruyor. 

Kadınlar Şifadır Platformunda birlikte çalıştığım pek çok arkadaşım da çemberler açıyor ve daha nice can var farklı alanlarda farklı davetler veren, bu liste uzar gider… Kadınlar Şifadır’ın instagram hesabından bu davetlerin bir kısmını takip edilebilir. 

Zaman zaman ben davetler veriyorum ve şimdilik instagram üzerinden duyuruyorum. Bir yandan da websitesi hazırlığındayım, oradan da duyuruyor olacağım.

Çembere dair linkler

http://www.filiztelek.com/

https://www.kadinlarsifadir.com/

https://instagram.com/emre.ertegun?igshid=YmMyMTA2M2Y=

https://instagram.com/filiztelek?igshid=YmMyMTA2M2Y=

https://instagram.com/aliyeburcuertunc?igshid=YmMyMTA2M2Y=

Ayşe Yayla

Röportaj: Ilgın Nehir Akfırat

Allah, AI ve Ben Nasıl Bu Yaz Bir Çizgi Roman Yaptık

Bu yaz, Allah ve AI ile birlikte bir çizgi roman yaptım. Müsaade ederseniz açıklayayım. 

Allah, pek çoğunuzun bildiği gibi Arapça’da tanrı anlamında kullanılan bir kelime. Ama İslam inanışının strüktürü gereği Allah kelimesi çoğunlukla Semavi dinlerin tek Tanrısını anlatmak için kullanılıyor ve Allah’ı tanrı kelimesi gibi başka herhangi bir inanç sisteminin herhangi bir ilahını adlandırmak için kullanamıyorsunuz. Allah, tüm evrenin ve bilinen yaşamın yaratıcısı olmanın haricinde aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in de yazarı. Burası önemli. Müslümanlar Kur’an’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğuna inanıyor.

Kitabın kendisini okuduğunuzda bunun nasıl çalıştığını anlıyorsunuz. Allah çoğunlukla birinci kişi çoğul kipinde konuşuyor, müritlerinden ne beklediğini ve neleri arzu ettiğini detaylı bir şekilde aktarıyor. Allah aynı zamanda tüm Semavi inanç sistemini de sahipleniyor, Yahudiliği de, İslam öncesi Hanefiliği de. Kitap çok açık. Musa’dan Yusuf’a tüm peygamberler aynı tanrıya tapıyor, aynı talimatları aktarmaya çalışıyorlar ancak mesajları insanın tamahkarlığı ve zayıflığı yüzünden bozuluyordu. Bu yüzden Kur’an son kitaptı. Hz. Muhammed son Semavi peygamberdi. Allah son sözünü konuşmuştu.

Bu yaz Allah, AI ve ben bir çizgi roman yaptık. Tekrar müsaade ederseniz, yine izah edeyim.

Midjourney metinsel tasvirlerden görsel yaratan bir yapay zeka programı. Yani daha sade bir biçimde, Midjourney kelimeleri görüntülere çeviren bir robot. Çalışma prensibi Stable Diffusion ya da DALL-E gibi benzeri metinden-görsele yapay zeka programlarından farklı değil. Siz robota bir komut veriyorsunuz, robot komutu parselliyor ve kullandığı veriseti ışığında bir görsel oluşturuyor. Midjourney’nin farklı hissettirdiği nokta ise duyguluymuş gibi gözükebilmesi. Midjourney’ye verdiğiniz komutlar daha dokunaklı görünen görsellere dönüşüyorlar, renklendirme kasti ve kompozisyon bilerek yapılmış gibi görünüyor. Diğer metinden-görsele programlar kelimeleri görsellere daha somut şekillerde aktarmaya çalışırken, Midjourney’nin canı soyut çalışırken de sıkılmıyor. Robota illa Napoleon Bonaparte’ı lav denizinde köpekbalığına binerken çizdirmenize gerek yok. Ona ayrılıktan sonra hissettiğiniz can sıkıntısını da çizdirebilirsiniz. Bir deyim verebilirsiniz. En sevdiğiniz şiirin dizelerini yedirebilirsiniz. 

Ya da, Allah’ın kelamını yükleyebilirsiniz.

Yani işte dediğim gibi. Bu yaz. Ben. Allah. Robot. Çizgi roman yaptık.

İçimde aniden bir Kur’an okuma isteği geldiğinde Leipzig’deki balkonumda oturuyordum. Kur’an’da diğer peygamberlerin temsiliyeti hakkında bir şeyler okuyordum çünkü, anlarsınız, ve öğrendim ki Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem hakkında koskocaman bir sure varmış ve bu sure sadece Hz. Meryem ve Hz. İsa hakkında değil, aynı zamanda Hz. Musa ve Hz. Yusuf ve Hz. Yakup ve Hz. İshak ve Hz. İsmail ve Hz. Adem ve Hz. Zekeriya ve Hz. Nuh, yani, tüm Semavi protagonistlerin hakkındaymış. Ben de, yalan olmasın, başka filmlerden gelen karakterlerin bir araya geldiği bir süper kahraman filminin başına oturmaya yakın bir heyecanla Meryem suresini okumaya başladım. 

Okurken de bir merak saldı. Robot ne yapardı bunları?

Olaylar şöyle gelişti: Kur’an-ı Kerim’in düzgün İngilizce tefsirlerini araştırdım ve karşılaştırdım. Meryem suresinin Hz. İsa’nın doğumuyla ilgili olan ayetlerini derledim. Bu ayetleri akabinde robota verdim. Midjourney her komutunuzda size dört opsiyon veriyor ve dilerseniz opsiyonlardan birini daha fazla çalışması için tekrar seçebiliyorsunuz. Ben de böylece görselleri derledim ve düzenledim. Son olarak Dafont’tan çizgi roman-vari gözüken bir ücretsiz font buldum, ilgili ayetleri robotun çıkarttığı görsellerin üzerine koydum ve son görselleri bir çizgi roman paneliymiş gibi sayfaya yerleştirdim.

Yani şöyle oldu. Yazar Allah. Çizer AI. Editör bir insan. Allah, AI ve ben bir çizgi roman yaptık. 

Son sonuç şöyle oldu. Umarım hoşunuza gider. 

Yazar: Yiğitcan Erdoğan

instagram: @beggarandchooser

HAFTW Performanslar Yazı

Bu yaz Her Absence Fill the World için ilginç geçti.

Daha önce DolmuşXpress’te yer verdiğimiz grup geçtiğimiz yaz müzik kariyerinin ilk üç konserini verdi.

İlki Hollanda’nın Steendam kendindeki Art Carnivale adlı bir müzik festivaliydi.

İkincisi Berlin’in Maybachufer sokağındaki Christa Kupfer adlı bir kulüpteydi.

Ve sonuncusu Neukölln’ün Mainzer Sokağı’nda gerçekleşe Kiezfest adlı bir sokak festivaliydi.

Bunlar ilk üç konserinizi vermek için üç çok farklı yer. O yüzden grubun nasıl hissettiğini merak etmemek imkansızdı.

Biz de Discord’da buluştuk ve grup üyeleri dört basit soru yanıtladılar.

İlki şöyleydi.

Hangisi en zorlayıcıydı?

Sascha: Benim için Kiezfest, sanırım. Seyirci konusunda biraz garip hissettim, çünkü hareket ediyorlardı. Eğer belki biraz gergin hissediyorsanız, hareket eden seyirci bence daha zorlayacaktır çünkü müziği sevip sevmediklerine dair direkt bir geri bildirim alamayacaksınız. Geçerken öylece görmezden geliyorlar.

Kubi: İlkinin ne kadar zorlayıcı olduğunu düşünüyordum ama Sascha’nın dediklerini dinlerken fark ettim ki evet, son konser insanlar hareket ettiği için farklı bir şekidle zorlayıcıydı. Odaklanmak ve bir atmosfer oluşturmak sokakta çalarken çok zor.

Kubi sonra ekliyor,

Kubi: Benim için hepsi farklı istikametlerde zorlayıcılardı. Ama zorlanmak iyidir, değil mi?

Sascha: Bence ayrıca sonrasında aldığın his, geriye dönüp baktığında sahneye çıkmadan önce hissettiğin kaygı ve zorlukların sonrasında hissettiğin ödüle karşılaştırması mesele. Bu sebepten son konser en zorlayıcıydı, çünkü ödül yeterince dengeliyici değildi.

Bu da bizi minnetle ikinci sorumuza getirdi. En doyurucu olanı hangisiydi?

Sascha: İlki her zaman süper özel ve güzel olacak ve çok doyurucu hissettirdi. Kulüpteki de öyle, ikisi de farklı şekillerde doyurucuydu. Aralarında bir tercih yapamıyorum.

Kubi: Sıralama yapmak çok zor. İlki süper sihirliydi. İlk konserimizdi her şeyden önce. Ayrıca garip bir şekilde günün kapanış performansı bizdik. İlk konserimizde. O yüzden ekstra baskı vardı ve bu biraz saçmaydı ama harikaydı. O konsere aylar boyunca hazırlandık.

Ama Christa Kupfer’in de benim için özel olduğunu söylemem gerek, çünkü Christa Kupfer benim için ev gibi ve bizim projemizi bizim arkadaşlarımıza tanıtıyorduk. Ailemiz, bir anlamda. Bu yüzden bizim için bir çeşit lansman gibi oldu.

Sohbet bundan sonra tüm canlı performansların nasıl iki parçaya bölündüğüne geldi: Hazırlık ve oyun. Bu da bizi üçüncü sorumuza getirdi.

En heyecan verici olanı hangisiydi?

Sascha: Bence farklı şekilde heyecan vericilerdi. Festivalde insanlarla daha şaşırtıcı ve hoş bir etkileşim vardı, ama kulüp de heyecan vericiydi. Müziğin farklı çevrelerde ve hissiyatlarda nasıl çalıştığını görmek, farklı durumlarda seni duygusal oalrak nereye götürebileceğini görmek çok hoştu. Bu bakımdan Kiezfest de heyecan vericiydi, belki de heyecan vericinin hep pozitif olması gerekmiyordur. Orada ne olduğunu görmek, hangi şarkının nerede çalıştığını ve seni duygusal olarak nereye götürdüğünü görmek de heyecan vericiydi.

Kubi: Katılıyorum. Üç farklı durumda üç farklı konser verdik. Önümüzde ayarlanmış başka konserler de var ve bundan sonra ne yapsak bu üçünden biri olacak. Bir festival, kulüp ya da sokak festivalinden başka bir şey hayal edemiyorum. 

Ve son soruya geliyoruz.

Şimdi bildiklerini bilerek hangisini tekrar yapmak isterlerdi?

Sascha: İlk ikisini tekrar yapmak isterdim. Daha iyi yapmak için değil, ama çok hoşlardı. Kendimi biraz daha rahatlamış hisseder ve daha çok keyfini çıkartırdım. Sonuncusu da bir performans sanatçısı olarak güzel bir egzersizdi. Size direkt dikkatini vermeyen bir seyirciye çalıyordunuz. Bence bir kişi bile olsa, bundan hayal kırıklığı duyuyor ya da reaksiyonları hayal kırıklığı yaratıcı olsa bile onların karşısında çalmak iyi bir egzersiz çünkü o anda işiniz bu. Bence bu da bazen garip hissettirse bile iyi.

Kubi: Gerçekten dürüst cevap vereceğim. Hiçbirine geri dönmek istemezdim. Hepsi harikaydı ama hepsi ömürde bir kere olan şeylerdi. Ama bir dileğim var, eğer geriye dönebileceğim sihirli bir gücüm olsa ilk konserimize seyirci olarak dönmek istedim. Bunu deneyimlemek isterdim. Nihayetinde bu bir etkileşim ve işin hangi tarafında olduğunuz çok önemli değil -seyirci ya da grup. Konserde hep birlikte hissettiğimiz anlar vardı ve çok keyif aldım, ama seyirci perspektifinden de keyif alırdım. 

Instagram: @herabsencefilltheworld
Spotify: Her Absence Fill the World

Röportaj: Yiğitcan Erdoğan

Doğu Topaçlıoğlu // Kendileme

Doğu Topaçlıoğlu’nun Kendileme isimli sergisi 15-27 Şubat tarihleri arasında Ka’da gerçekleşiyor. Sesi plastisitede farklı bir kavrayış olarak sunmayı amaç edinen sergi, sonik düzenlemelerden oluşuyor. Sesin, nesnelerin ontolojik durumuna algısal ve nesnel değişiklikler yaratabilmesi üzerine çalışan sanatçı, psiko-akustik olanakları heykel ve desen diliyle de ilişkilendiriyor.

1989 yılında edebiyat düşkünü bir anne ve ressam bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş 6-7 yaşına kadar anneannesiyle birlikte bolca vakit geçiren Doğu, sokaktan topladığı toprağı eve getirip halının altına serip sakladı, yağmur yağdığında yağmuru ağzında topladı, anneannesinin evindeki kabloları kaldırıp arkasındaki duvarlarını kazıdı. Bu saf dili ve eylemi oluşturan hislerin peşinde, kendini aramaya çıktığı bu yolculuğu; “yaşamı duyumsamaya çalışırken ortaya çıkan refleksif hareketler” olarak tanımlıyor. Hangi yöne gideceği değilse de nasıl bir yolculuğa çıktığı sanki doğduğu evdeki boya ve tiner kokularıyla, halıların altında biriktirdiği toprakla belirlenmiş gibi. Ankara Güzel Sanatlar Lisesi Resim bölümünü tamamladıktan sonra, Hacettepe Üniversitesinin Heykel bölümüne girmesi birbirinden tarihlerle ayrılsa da bütüne bakıldığı zaman uzun bir yolun durakları gibi. Hayatı ve sanatını da her ne kadar tam olarak karşılamasa da burada sanat kelimesini kullanmak zorundayım- birbirinden net bir çizgiyle ayırmayan Doğu, sonuca vardırmadığı, vardırmak istemediği duygunun, heyecanın peşinde. Kendini arama sürecinde, kafasının içindeki hıza yetişemeyişi ve dinmeyen merakı bana bir Afrika kabilesi hikayesinde geçen sözü anımsatıyor:

“Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor.” 

Bir sonraki malzemesinin veya işinin ne olduğunu kendisinin de bilmediğini söyleyen Doğu, bu sürecin heyecanını bizlerle paylaşıyor. Zamansızlık ve zaman dışılık, Doğu’nun işlerini anlamak için birlikte düşünmemiz gereken kavramlardan. Dışarısı, İçerisi ve bunların sınırlarını daha küçük yaşta sorgulayıp anlamaya çalışan zihni, şimdi de olaylara, nesnelere, seslere, kavramlara ve karşılaşmalara aynı heyecan ve merakla bakıyor ve bu durumlar karşısındaki ortak refleksleriyle kendi dilini oluşturuyor. Şöyle de söyleyebiliriz; sanki Doğu’nun tasarladığı ve kurduğu bir makine var ortada, bu makineye giren her şey Doğuca çıkıyor, Doğu diline tercüme ediliyor ve onu da belki hiç beklemediği bir yere getirip bambaşka bir şeye işaret ediyor. Duyduğu nota, bastığı nota olmaktan çıkıp tüm notaları içinde barındırana kadar dinlerken, müzikle hatta sesin kendisiyle olan ilişkisi, mekânla olan ilişkisine dönüşüyor. Beste veya bi riff yazarken, bazen iki ses arasındaki yirmi farklı motif arasında dolaştıktan sonra, o ilk baştaki iki sese geri dönüşünü şöyle açıklıyor: “0 iki sese geri dönmek için bile olsa çıkmam gereken bir yolculuktu.”

Doğuyla birlikte değişen ona eşlik eden bir fikir olarak ortaya çıktı bu biyografi, hayatındaki olayları tarihlerle sıralamaktan ziyade, onu buraya getiren zamanın bir anını kayıt altına almak gibi aslında, okuyucuya da bir düş alanı ve boşluk bırakarak onu da hikayeye ortak eden bir yazı. Kesinlikten kaçınan, emin olamayan ve kendini arayan, yolda olan bir yazı. Noktadan ziyade virgül ile ilgilenen bir yazı. Okuyan her kişi tarafından yeniden yazılacak, asla tamamlanamayacak bir yazı ve yeniden tartışılacak, farklı zamanlarda bambaşka bir şekilde. Anlatıya yön veren dil değil kulaktır zira… 

Yazan: Berkay Kahvecioğlu