Tolga selam, öncelikle yaptığın işlerin bir adı var mı? İsim koydun mu onlara?
Bunlar benim perspektifimin ürünleri, bilgisayarın başına oturduğum andaki ruh halimin dışa vurumu denilebilir yani.
Soyut çalışmalar yapıyorsun genelde, bunları yaparken nelerden besleniyorsun?
Genelde benim yapmayı, üretmeyi düşündüğüm şey kendi yaşantımdan ziyade hayatta neler olduğuyla, çevredeki değişimlerle ilgili. Hayatın karşıma çıkardıklarını filtremden süzüyorum yani. Doğa, tarih, başka işler, mimari, teknoloji, kısacası hayatta karşıma çıkan görsel veriler etkiliyor beni. Çocukluğumdan beri de görüyle ilgiliyim aslında, bu durum fotoğrafla başladı, zamanla sinemaya evrildi, sinema televizyon okuduktan sonra bu alanın aslında kendimi istediğim gibi ifade etmeme yeterince izin vermediğini fark ettim ve en sonunda 3D ile tanıştım, bu alanın verdiği bir özgürlük, bir açıklık var aslına bakarsan. Işık, açı, renk akla gelebilecek her türlü değişkeni kendi istediğim gibi ayarlayabilmek beni heyecanlandırdı ve bu alanda derinleşmeye başladım.
En büyük mesele bilgisayardan yapıyor olmak bu işi. Çeşitli programlar var mı bu işi yapmak için? Yoksa sen spesifik bir program mı kullanıyorsun?
Her geçen gün gelişen teknolojiler bunlar. Program öğrenmenin bir sonu yok, birçok farklı dokunuş için de başka başka programlar kullanılabilir aslında. Birçok insan da birden fazla program kullanıyor. Alternatif bir arayış içindeysen birden fazla program kullanmak işe yarar oluyor.
https://vimeo.com/779273121
Peki aynı proje içinde birden fazla program kullandığın oluyor mu?
Evet. Maya, Blender ve Houidini güzel programlar, akla ilk bunlar geliyor sanırım. Asıl olarak mayayı kullanıyorum, After Effects ve Premier de işin içine giriyor ya da sese duyarlı bir iş yapıyorsam Resolume kullanıyorum. Genelde birden fazla program kullanıyorum yani. Ben bu işe Maya ile başladım, internetten kurslarla, kendi kendime öğrendim. Fakat dediğim gibi bunun bir sonu yok, program bir derya deniz, ne kadar derinleşirseniz o kadar derin. Benim de öğrenme sürecim bitmiş değil. Üretim de ürettikçe gelişiyor aslında. Bence asıl önemli nokta programı öğrendikten sonra bu girdilerle ne üreteceğini keşfetmek. Ben de bu sorgu noktasındayım esasında, kendi çizgimi keşfetmek ve onda derinleşmek hevesindeyim. Bu bir oyun alanı yani benim için. İki yıldır bu işi yapıyorum ve ilham aldığım birçok sanatçı süreci başlatmama vesile oldu. Yaptığım işlerin çoğu da müzikle ilintili bu arada, müziğin işimde bir doku oluşu ürettiğim çalışmalarda farklı bir derinlik yakalamama da vesile oluyor. Müzik görsel öğelerle birleşince çok çarpıcı sonuçlar çıkıyor ortaya. Ben de bunun peşindeyim. Farklı duyulara hitap etmek çok hoşuma gidiyor. Her Absence Fill the World ile beraber yaptığımız çalışmada da bu hisler ve bu ögelerin birleşimi göze çarpıyor. Yani dinlediğim müzik, zihnimde kazılı olan imgeler, gördüklerim ve işi yaparken hissettiklerimin bütünü işin özünü oluşturuyor.
Her Absence Fill the World’den de bahsettin, yaptığınız iş de çok beğenildi. Nasıldı o çalışma, ne hissettirdi sana?
Şarkıları için bir klip yapmak istediklerini söyleyince çok hoşuma gitti, beraber çalışmak çok keyifliydi Kubi ve Sascha ile. Şarkı çok hoşuma gitti zaten ilk başta, hemen gözümde bir şeyler canlanmaya başladı. Onların da kafalarında bir sürü fikir vardı ama bana çok güzel bir alan tanıdılar kafamdakileri ortaya koymak için, o da ayrı bir güzellik oldu. Dolayısıyla ben de hislerimi aktarabilir oldum, tabii özellikle istedikleri ögeler de vardı, yeşil kapı mesela. Onların istedikleri ve benim hislerim birleşti, ortaya bu güzel iş çıktı. Üstüne üstlük sürecin tümünü de dijitalden götürdük, onlar Berlin’den, ben Ankara’dan tuttuk işi. Süreç içinde çok kez de baştan aldık, benim bilgisayarım değişti, gelişti, sonuç olarak daha güzel dokular elde etmeye başladık. Tüm süreç bir macera gibiydi anlayacağın. Sürecin kendi içinde gelişmesi ve değişmesini de izlemek ayrıca keyifliydi. Çok güzel tepkiler geldi, ilk klip deneyimim benim de, çok keyifli geçti tüm süreç ve sonrası. Bu iş bana ilham verdi, bu gibi başka işlere girişmek için de motivasyon oldu.
Bu sıralar nelerle meşgulsün?
Bu sıralar çalışmalarımı kendi ürettiğim ses dosyaları ile birleştirerek sese duyarlı görseller üretmeyi amaçladığım bir proje üzerinde çalışıyorum, bir yandan da motion graphic alanında kısa looplar üretmeye başladım yakında farklı bir isim altında bu alandaki işlerimi de paylaşmaya başlayacağım. Tüm bunların dışında hala öğrenmeye devam ediyorum, aynı zamanda dolmuş dergisine ve emeği geçen herkese çok teşekkürler. Biz hazırlarken çok keyif aldık umarım tüm okurlar da bizimle aynı keyfi paylaşır.
Hep duyduğumuz bir klişe vardır: Berlin’in müziği teknodur. Yerli yersiz çeşitli biçimlerde bugüne kadar duyageldik. Bir tekno emektarı, üreticisi ve DJ’i olarak tekno müziğin gerçekten Berlin’deki sosyal gerçekliği ve açığa çıkarttığı duygulanımları bir şekilde iyi yakaladığını düşünüyor musun? Dahası şehir ve tekno arasındaki ilişki üstüne ne düşünüyorsun?
Bence 2022 yılının sonuna geldiğimiz şu zamanda, Berlin’i tekno müziksiz hayal etmek mümkün gelmiyor bana. Geçmişte kendine burada yer edinmiş bu müzik tarzı uzun yıllar içerisinde şehirle birlikte değişmiş ve artık şehrin ve bu kültürün önemli bir parçası olmuş. Bunu yalnızca şehirdeki gece kulüplerinde değil aslında gittiğiniz her yerde, tanıştığınız çoğu insanda görebiliyorsunuz. Tabii ki tekno müziğin burada bu kadar popüler olmasının ve sevilmesinin turistik bir tarafı da var. Aslında Berlin gece hayatının temelinde tekno müzik olduğunu biliyoruz ve sırf bu yüzden dünyanın dört bir yanından buraya sadece gece kulübü turizmine gelen çok fazla turist var ve bu da aslında bu müziğin hala bu denli popüler ve sürdürülebilir olmasının önemli bir sebebi.
Diğer yandan Berlin’deki sosyal gerçekliği kendi izlenimlerime göre yorumlayacak olursam bu şehir aslında insanı olabildiğince bireyselliğe yöneltiyor. Bunun artıları veya eksileri bir yana, bence bu durum tekno müziğin ruhuyla güzel bir eşleşme oluşturuyor diyebilirim. Benim için tekno, dans pistinde onlarca insanla dans ederken hem kendini yalnız hissedebilmek hem de hissetmemek diyebilirim. Çoğu zaman bu şehir de bana tam olarak bunu yaşatabiliyor.
Aynı zamanda bir göçmen olarak da burada, Berlin’desin ve kendini bir şekilde bu şehirde var etmeye çalışıyorsun. Artısıyla eksisiyle göç deneyimi müziğine nasıl yansıyor? Sana nasıl yansıyor? Sana ve müziğine ne öğretti? Neyi götürdü?
Yaklaşık üç yıldır Berlin’deyim ve bunun iki buçuk yılı ses mühendisliği eğitimiyle geçti. Bence bu şehirde bir Türk göçmen olarak bulunmanın en büyük avantajı dünyadaki en büyük Türk göçmen komünitesinin burada olması olabilir. Kesinlikle Berlin’de veya Almanya’da göçmen olmak çok kolay değil ancak bu kadar Türk arkadaşımın olması ve beni çok daha az yalnız hissettiriyor. Bunun benim müziğimdeki etkisine gelecek olursak, etrafımda beni destekleyen ve beni anladığını hissedebildiğim bir arkadaş çevremin olması beni çok daha fazla motive ediyor ve açıkçası bu konuda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Yine dediğim gibi, bu durumun en temel sebebi Berlin’de edindiğim arkadaşlıklarımın çok kaliteli olmasıdır.
Ses üzerine hatırı sayılır yüksek bir eğitim sahibisin. Bir yandan da bir DJ olarak zaman zaman Berlin gece hayatında karşımıza çıkıyorsun. Tekno üretimine ise stüdyonda bol emek ve uzun çalışma saatleri harcadığından haberdarız. Gelecekten ne umuyorsun? KOR nereye yönelecek? Şu anda bunlara yönelik ne gibi adımlar atıyorsun?
Geleceğe dair eskisine göre çok daha fazla umutluyum bunun aslında birden fazla sebebi var. Öncelikle, hala çok fazla öğrenecek şeyim olduğunu biliyorum ancak aynı zamanda müzikal ve teknik açıdan müziğimin olmasını istediğim yere gelmeye başladığını hissedebiliyorum. 2023’te yakın bir arkadaşımla butik bir tekno label projesi başlatmayı düşünüyoruz ve bunun için çok heyecanlıyım. Aynı zamanda Mixing ve Mastering hizmetlerimi daha fazla insana ulaştırmayı hedefliyorum. Artist olarak ise daha fazla sahne alıp, tutkumu insanlarla paylaşmak istiyorum. Bunların her biri için hazırlamaya başladığım zaman & aksiyon planım var ve bunun doğrultusunda hedeflerime ulaşmak istiyorum.
Eee şimdi n’olacaktı? Bitmişti işte, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen üniversite yılları! Son sınavından çıkmış dalgın dalgın ODTÜ’de yürüyordu. Ulan galiba iyi yapmadık bitirmekle şu okulu, şimdi n’apacağım diye içinden geçirdi.
Anadolu’nun ücra bir köşesinden gelip şu kampüsün kapısından içeri girdiği anı daha dün gibi hatırlıyordu. Yıllar önce, sonunda kendini taşranın boğucu monotonluğundan kurtarıp iyi kötü devinen bir sosyal hareketliliğin, bir üniversite kampüsü hayatının içine atabilmişti. Fakat hiç mi hiç bu öğrenci yaşantısının hayatının sadece küçük bir parçasını oluşturacağı gerçeğini göz önünde bulundurmamıştı. Sudan çıkmış balık gibiydi. Dehşet içindeydi. Mezun oluyordu.
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Kendinden başka herkesin mezun olduğu için ne kadar mutlu olduğunu, hatta ve hatta çocukça mezuniyet kutlamaları yaptığını gördükçe kendi haline daha da çok üzülüyordu. Kendi dışındaki herkeste yanlış giden bir şeyler olma olasılığının çok düşük olmasından hareketle, düşüncelerini kendi üzerinde yoğunlaştırmaya karar verdi. Aslında sadece unutmuştu bir gün mezun olacağını, çok da abartılacak bir şey değildi hani. Hayatının sonuna kadar böyle yaşayacağını varsaymıştı. Basit bir hata, masum bir ön kabul.
Bir çözüm bulmalıydı. Ne yapmalıydı şimdi? İş yaşamına mı girecekti? Ne olacaktı politik ideallerine, sanatsal hayallerine, alternatif bir hayat arayışlarına? Buraya kadar mıydı? Şu ana kadar hayalini kurduğu, inandığı her şey kumdan kaleler gibi çöküyordu. En yakın arkadaşları birer ikişer işe girmeye başlamıştı, artık arkadaş hoşbeşlerinde sadece kariyer planlarından bahsedilir olmuştu. Herkes adeta on yıllık kalkınma planını hazırlamış, adım adım uygulamaya bile geçmişti. O ise daha on gün sonra ne yapacağını dahi bilmiyordu. Elinde avcunda sahip olduğu para onu en fazla birkaç ay daha açlığa ve soğuğa karşı koruyabilirdi. Çok sıkışmış hissediyordu. Böyle bitmemeli bu hikâye diye tekrarlayıp duruyordu içinden.
Kafasını kaldırdığında bu mevzuları düşüne düşüne, yemekhanenin yanındaki dolmuş duraklarına kadar geldiğini fark etti. Eve gitmek için buradan Ayrancı dolmuşuna binmesi gerekiyordu. Fakat istemiyordu dolmuşa binmek, yürürken daha akl-ı selim düşünüyordu. Aynı zamanda yürümek onu sakinleştiriyor, iyi geliyordu. Biraz daha yürüyüp, üstünde “devrim” yazmasından ötürü Devrim olarak adlandırılan stadyumun önünden geçip, yurtların oradan dolmuşa binmeye karar verdi. Çok emindi yürürken tüm sorunları için aniden radikal ve zekice bir çözüm bulacağına.
Kaldırdı kafasını tekrar. Gelmişti yurtların oraya. Fakat şapkadan tavşan çıkaramamıştı. A4 olarak bilinen üniversitenin kapısına kadar yürüdü. Çıkacaktı o tavşan kesin oraya varıncaya kadar.
Kaldırdı kafasını: A4. Tavşan hala yok. Üniversiteden çıktı. “Yüzüncü Yıl pazar yerinden binerim” dedi. Bu sefer belki de şapkadan tavşan çıkarmak mümkün değil bu koşullar altında diye düşündü.
Kaldırdı kafasını: Yüzüncü yıl Pazar yeri. Umut yok. İstikamet: Karakusunlar. “Ama kesin oradan binilecek Ayrancı dolmuşuna bak”.
Kaldırdı kafasını: Karakusunlar. Çözüm falan yok, ne olacak bu halim diye düşünmeye başladı. İstikamet: Balgat yol ayrımı. “Oradan binmek zorundayım zaten dolmuşa, daha ne kadar yürüyebilirim.”.
Kaldırdı kafasını: Balgat yol ayrımı. “Ne olacak benim politik ideallerime?” İstikamet: Sokullu. “Yemişim dolmuşu, yorulunca binerim”.
Kaldırdı kafasını: Sokullu. “Ne olacak benim sanatsal hayallerime?” İstikamet: Hoşdere. “Dolmuşun da bu düzenin de Allah belasını versin!”
Kaldırdı kafasını: Hoşdere. “Ne olacak benim alternatif bir hayat arayışıma?” İstikamet: Ayrancı. “Geldim bile Ayrancıya neredeyse”.
Kaldırdı kafasını: Ayrancı. “Ölecek miyim açlıktan eğer hayallerimin peşinde koşarsam?” “Böyle mi işliyor bu dünya?”. “Maddi şartların karşısında benim öznelliğimin hiçbir değeri yok mu yani?” İstikamet: Alaçam Sokak, ev.
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Alaçam sokağa girdiğinde oldukça yorulmuştu. Fakat eve girmek istemiyordu. Biliyordu ki herhangi bir çözüm bulamadan evine girerse, bu yenilgiyi kabul etmek anlamına gelecekti. O eve girmek bu durumda psikolojik bir sınır çizgisiydi. Yürümek ve düşünmek istiyordu bir çözüm bulana kadar. Fakat ayaklarında mecal kalmamıştı, tek bir adım dahi attıramıyordu beyni bacaklarına. En azından eve girmemek için, Alaçam sokaktaki sahafın önündeki kaldırımın kenarına çöktü. Sahafa baktı, kapalıydı. İçeride sadece sahafın kedileri vardı. Camdan onu izliyorlardı. Saatine baktı. Akşamın ilerleyen saatleriydi. Haliyle kimsecikler yoktu sokakta.
Çıkarıp bir sigara sarmaya kalktı. Tütünü buldu, filtreyi buldu, kağıdı buldu, Çakmağı bulamadı. Yolda düşürmüş olmalıydı. Bir sigara tiryakisi sayılmazdı. Halbuki çok ihtiyacı vardı şu anda. Sigara bir arzu nesnesine dönüşmüş, dalga dalga bedenini ve beynini uyarıyordu.
İlk geçen insandan ateş istemeye karar verdi. Lakin Alaçam Sokak her zamanki sakinliğini aratırcasına daha da bir bomboştu. İn cin top oynuyordu. Sahafın önündeki çimlere uzandı, oturmak yorgunluğunu kesmemişti. Birinin geçtiğini duyunca kalkacaktı. Hayata karşı yenilgisini hüzünlü bir sigara ile sindirip, tıpış tıpış evine gidecekti. En azından savaşmayı denemişti kendince ve bu onurlu yenilgi sigarasını hak ediyordu. Yapacak bir şey yoktu, sokağa kulak kabartarak kendini dem dem saldı.
Tam olarak nereden sirayet ettiğini anlayamadığını bir tür huzur hissetmeye başlamıştı ki, dolmuşa benzer bir aracın motor gürültüsüyle Alaçam Sokağın sessizliği yırtıldı. İstifini bozmadan uzanmaya devam etti, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı. Dolmuş, sahafın karşısına geldiğinde durdu. Dolmuşçunun dolmuşun ön kapısını açtığını işitti. Yere tükürdüğünü gördü. Dolmuştan atlayıp, kapıyı kapattığını da. Küçük bir sessizlikten sonra dolmuş şoförü çığırmaya başladı:
Neukölln, Neukölln, Neukölln… Ayrancı Neukölln. Ayra…Öhöö, öhöö, öhööö…Boğazı gıcıklandığı için çığırmayı bırakmak durumunda kalmıştı Hakan Kaptan. Ulan dedi kaç yaşına geldik hala bir muavinimiz yok, her işi kendimiz hallediyoruz!
Tam yeniden çığırmaya başlayacaktı ki etrafta kimsenin bulunmadığını fark edip, kendi kendine böğürdüğünü anladı. Utanarak sustu. Daha doğrusu tekrar bağıramadı. Ne de olsa bir söylentiye göre dolmuş emektarları o sert görünüşlerinin altında yumuşacıktırlar. En azından Hakan Kaptan gibi feleğin çemberinden geçmiş olanları böyledir denilebilir.
Çıkarıp bir sigara yaktı. Yakar yakmaz gözleri kitapçının önündeki çimlerdeki uzandığı yerden kaldırdığı başıyla kendisine bakan gence takıldı. Biraz önceki gereksiz çığırtkanlığına kendi dışında bir başkasının da tanık olduğunu idrak edip biraz daha kızardı. Bu drama, sigarasından her zamankine kıyasla bir tık daha sert bir fırt çekme gibi bir refleksi de beraberinde getirdi. İçine aldığı dumanı her zamankinden daha çok içinde bekletti. Ve dumanı tüm öfkesiyle saldı. Adeta içinin zehrini dumana tutturup dışarı atmıştı.
Genç ayaklanmış, kendisine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Yirmili yaşlarının ortasına ulaşmak üzere olan bu gencin giyimi çok salaştı Hakan Kaptana göre. Bir kot pantolon üzerine alelacele seçilip giyildiği belli olan çirkince gri bir tişört ve bunun yanında serin Ankara akşamlarının panzehri, yılların sündürdüğü ama öldüremediği, kahverengi bir hırka. Hakan Kaptan’ın bu kombine puanı dört oldu.
Kendi kombinine puanı ise dokuzdu. O da mütevaziliğindendi yani yanlış anlaşılmasın. Yoksa on numara çok janti bir şofördü, Berlin’de giremeyeceği kulüp yoktu. Gidegele Berlin modasını öğrenmişti. Siyahı sever, zincir gördü müydü dayanamaz gerekirse kendine, gerekirse dolmuşa takardı.
Genç yanına yanaşmıştı. Gülümseyerek kibarca ateş istiyordu. Hakan Kaptan’ın anında kanı kaynadı bu gence. Cebinden çakmağını çıkarıp uzattı:
– Buyurun hocam!
– Teşekkürler (Çakmağı alıp, sigarasını yakıp, çakmağı geri verdi)
– Rica ederim.
– Yeni mi kondu bu dolmuş hattı buraya? Yıllardır burada otururum, buradan hiç dolmuş kalktığını görmedim.
– Öyle mi? Hayır, yeni değil ben de yıllardır bu hatta şoförlük ederim.
Genç şaşırmıştı. Ne diyordu bu ergenler misali siyahlara bürünmüş lakin gene de hala janti görünümlü olan dolmuş şoförü şimdi yani!
– Bu dolmuşun Berlin’e gittiğini iddia etmiyorsunuzdur diye düşünüyorum.
– Aksine, tam olarak söylediğim budur genç arkadaşım.
– Abi aklımla oynama lütfen zaten zor bir gün geçiriyorum.
– Haşa. Neden böyle bir şey yapayım. Hayırdır neden zor bir gün geçiriyorsun?
– Hmm. Şimdi böyle birden sorunca açıklaması zor tabi de…Aman neyse hızlı ve dolaysız bir özet vereyim sana. Okulu bitirdim. İstemediğim bir hayata doğru sürükleniyorum. Ama başka çarem yok, kaderime boyun eğmem gerekiyor sanırım. Gene de içim yanıyor.
– Belki de Ankara’nın sana verebileceği bu kadardır. Kaç yıldır bu şehirdesin?
– 6-7 oldu. Okulu çift dikiş gittim.
– Dostum, şehir değiştirmeni öneririm. Yeni şehir enerjisiyle beraber gelir. Belli ki Ankara sana vereceğini zaten vermiş. Teşekkür edip gidebilmelisin ki istemediğin bir hayata sürüklenmeyesin.
– Abi kolay söylemesi de nasıl gideyim?
– Büyük kararlar bazen beş yılda karar verilir, bazen de beş saniyede. Deneyimlerime göre beş saniyelik olanlarıyla beş yıllık olanları arasında herhangi bir fark yoktur.
– Pek anlayamadım?
– Atla bakalım Ayrancı Neukölln dolmuşuna. Para da istemez. Bu sefer bendensin. Berlin’e gidiyoruz. Adın nedir bu arada? Ben Hakan Kaptan.
– Ben de Özgün.
Özgün’ün kafası çok karışmıştı. Neler oluyordu böyle? Rüya mı görüyordu? Son saatlerde yaşadığı git-geller, çaresizlik hissiyatı ve üstüne bu garip dolmuş şoförüyle tanışması biraz fazla gelmişti açıkçası. Biraz daha düşünüp dolmuşa binmeme kararı almaktansa önünde beliren bu saçma maceraya atılmak istedi. Böylece darlanmasını bir nebze olsun unutabilirdi. Nihayetinde bu dolmuş gerçekten Berlin’e gidiyor olamazdı ya.
Dolmuşun ön yolcu kapasını açıp bindi dolmuşa. “Hadi Hakan Kaptan gidelim!” Hakan Kaptan sigarasından bir fırt daha çekip ayağının altında söndürdü. Bir hışımla şoför koltuğuna atlayıp kontağı çevirdi. “Hay hay”.
Fotoğraf: Emrah Özdemir
Kısım III
Dolmuş bu. Hayatın bel kemiği. N’apalım, yoktu bizim çeşit çeşit metro ağlarımız, banliyö trenlerimiz ve yahut tramvaylarımız. Çoğu zaman otobüs hatlarımız bile yeterli değildi. Ah Anadolu’m ah! Fakir ama huzurlu Anadolu’m. Dolmuş en çok sana yakışırdı. Dolunca kalkardık. Elden ele uzatırdık. Belki hala öyle oluyordur. Ben bilmiyorum. Çok sevdiğim Anadolu’mdan uzak düştüm. Şimdi Özgün ve Hakan Kaptan bana doğru gelmektedir. Anadolu’yu getiremiyorlar bana ama dolmuşu getiriyorlar. Olsun, bazen böyle olur.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemektedir şimdi. Ankara’dan önce İstanbul, oradan Atina. Oradan da Prag. Sonra ver elini Berlin. Son durak Neukölln. Tam olarak S Sonnenallee. Hakan Kaptan hep burada bitirir bu yolculuğu. En sevdiği kulüp buradaydı. Artık yok! Yıktılar! Yerine lüks ofisler yaptılar. Soylulaştırdılar mahalleyi! Ne kadar kâr yapsanız satın alabilirsiniz Hakan Kaptanın o kulüpte bıraktığı personaları ey zengin beyaz Avrupalılar? Hadi be bana masal anlatmayın, geçin bunları! Kulübü yıktılar yıkmasına ama Hakan Kaptan gene de bu kulübe saygı duruşu niyetine, dolmuşunu hep burada durutur. Yıktınız yıkmasına da günü gelecek Hakan Kaptan da sizi yıkacak, şu hayatta bir maden işçisini bir de dolmuş şoförünü karşına almayacaksın arkadaş.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir durup bir kalkmaktadır. Bazen bir göçmen biner bu dolmuşa bazen bir seks işçisi bazen de bir muhalif entelektüel. Şu dolmuşun bir dili olsa da konuşsa keşke. Kimisi savaştan kaçar, kimisi açlıktan, kimisi baskıdan. Hakan Kaptan soru sormaz yolcularına, para da almaz. İhtiyacı yoktur paraya, para için yapmaz bu işi.
Dolmuş Almanya’daysa türkü çalar teyp, Türkiye’de ise tekno. Her iki ülke arasında ise yolculara alan verir Hakan Kaptan müzik konusunda. Hem müzik dağarcığı genişler hem de bir nevi sosyal ortam oluşur. İnsanlar sohbet eder müzikten yola çıkarak. Susacak olsalar müzik sessizliği doldurur. Her türlü iyidir müzik. Sever Hakan Kaptan müzik dinlemeyi ve dinletmeyi.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir dolup bir boşalmaktadır. Özgün beyimiz keyfe gelmiş kendini maceranın kollarına iyice teslim etmiş bulunmaktadır. Hakan Kaptan gene rollenmiş, vitesi en afili şekilde attırmaya başlamıştır.
Özgün baktı yollar gitmekle tükenmeyecek gibi. Sordu Hakan Kaptana:
– Hakan abi, neredeyiz?
– Bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum. Şoförümüz değil misin sen?
– Mekânın ne önemi var canım benim, gidiyoruz işte!
– Peki ne zaman varırız?
– Bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum. Sen bilmeyeceksin de kim bilecek?
– Zamanın ne kıymeti var be canım, gidiyoruz işte!
– Neyin önemi var abi o zaman, neyin?
– Kızma be Özgünüm hemen! Bak yol önemli işte, yolun önemi büyük! Onu da gidiyoruz, sıkıntı yok!
– Abi çok gamsızsın be, sen çok yaşarsın.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, insanı kâh melankolik kâh sıkkın yapmaktadır. Dolmuş umuttur. Yolda gitmektir. Bir yeri geride bırakıp bilinmeze yol almaktır. Herkes öyle gidemez kolay kolay dolmuş gibi.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, yol uzadıkça uzamakta, yolcular dış dünyadaki seyahatlerine ek olarak iç dünyalarında da seyahate çıkmaktadırlar. Dışarda aynı yolu içeride farklı yolları gitmektedirler. Özgün’ün aklına Ankara’da öptüğü herkes geliyordu, bir açıklaması vardı elbet. Hakan Kaptan’ın ise şu dünyada seviştiği herkes, bir açıklaması yoktu muhtemelen.
– Özgüncüm bak canım benim, bizim dostluğumuz Berlin’e kadar ha. Oraya varınca beni görmedin, duymadın. Seni ben getirmedim. Alman polisiyle başımı belaya sokma.
– Nasıl ya abi? Ben n’apacağım orada, iz bilmem yol bilmem. Yardımcı olmayacak mısın bana? Yakışmadı abi. Sevenlerini üzdün.
– Canım benim öncelikle çok tatlısın, tabi ki yardımcı olmak isterdim amma lakin, birincisi benim de bir hayatım var inanması güç olsa da ve ikincisi sana yardım etsem kötülük etmiş olurum.
– O neden ki?
– Canım benim ısırmayı öğrenmelisin, yoksa bu şehirde kalıcı olamazsın. Yardım edersem ısırmayı öğrenemezsin.
– Abi sen de beni amma hafife aldın ha, evelallah taşı sıkar suyunu çıkarırım.
– Özgüncüm, bak işte o iş öyle kolay değil. Senin gibi ne babayiğitler gördü bu şehir, bu işler öyle konuşmakla olmuyor. Her ne kadar fark etmemiş olsan da şu dolmuşla Berlin’e doğru yol alırken sadece memleketini değil ayrıcalıklarını da geri de bırakıyorsun.
– Ne ayrıcalığı be abi! Durum belli ülkede, ne ayrıcalığı.
– Farkında bile olmadığın ayrıcalıkların Özgüncüğüm, farkında bile olmadıkların. Anca kaybedince anlayabileceklerin.
– Hakan Kaptan abartma ya, ne ayrıcalığı yahu.
– Uzun lafın kısası, artık gerçek Beyazların mekanına geldiğine göre beyaz Türklüğün yeterince beyaz değil Özgüncüm.
– Abi beyaz Türk falan ayıp olmuyor mu yav. Taşralıyım ben taşralı! Ne beyaz Türkü.
– Kavramları biraz eğip bükerek kullanmayı severim Özgüncüm. Sonuçta akademisyen değil dolmuşçuyum. Zamanında kabul etmediler beni doktoraya, bu beyaz ayrıcalıklı akademi dışladı benim alternatif görüşlerimi. Adiler, bilginin tekelini kuruyorlar. Bilgiyi bile tahakkümleri altına alıyorlar.
– Hadi ya sen naptın kaptan?
– Dolmuş şoförü oldum gördüğün gibi. Dolmuş muhabbeti yapıyorum ders yerine. Böyle direniyoruz be Özgünüm. Yeraltı sosyal bilimi… N’apacan? Yapacak bi şey yok!
– Garip bir insansın be kaptan, ne diyeyim.
Hakan Kaptan dolmuşu sağa yanaştırdı, yavaşlayıp durdu ve el frenini çekti. Özgüne baktı bir süre. Bir şey demedi. Ardından dolmuşun içine doğru çevirdi bakışlarını:
– Ayrancı Neukölln dolmuşunun sevgili yolcuları, Neukölnn’e hoş geldiniz. Gecenin sonunda evlerinize dönmeyi unutmayınız. Viel Spaß!
Son zamanlarda Berlin’in tekno kültür sahnesinde İstanbul’dan iki kolektifin git gide kendine daha çok alan açtığını görüyor ve adlarından söz ettirdiği duyuyoruz. ‘Vast Perception’dan Umur ve ‘COUP’tan Berkay ile yolculukları üzerine keyifli bir söyleşi hazırladık. Buyurunuz efendim!
“VAST Perception” ve “COUP” projelerini, bu projelerden henüz haberdar olmayan birine nasıl tanıtırdınız? Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
VAST Perception: En basit haliyle “VAST Perception”ı İstanbul’da temeli atılmış bir tekno “müzik label”ı ve komünitesi olarak tanımlayabiliriz. 5 yılı aşkın bir süredir yeraltı sahnesinde yaptığımız etkinlikler ve yayınladığımız albümler ile Türkiye’nin öncü kolektiflerinden biriyiz.
“VAST Perception” ismini ise tekno müziğin geniş yelpazesinden esinlenilerek, bizimle bu yolda yürüyen her sanatçının hatta komünitemizdeki her bireyin, kendi deneyimleri ve yaşantısı doğrultusunda, hiçbir kısıtlamaya veya önyargıya takılı kalmaksızın kendilerini özgürce ifade edebileceği bir ortam yaratmak amacıyla seçtik. Komünitemizde yer alan herkesin gerek sahne alabilmesi gerekse müziklerini geniş kitlelere duyurabilmesi ise en öncelikli hedeflerimizden.
COUP: COUP bizim için İstanbul’da temelleri atılmış bir tekno komünite projesi. Hem İstanbul’da başlayıp şu an Berlin’de devam eden partilerle, hem de ‘label’ın farklı katalogları altında yaptığımız yayınlarla bizi dinleyenler ile iletişmeye devam ediyoruz.
“VAST Perception” ve “COUP” nasıl başladılar? Hangi koşullarda doğdular? Bugünlere nasıl geldiler?
VAST Perception: VAST Perception’i 2017 yılında 3 arkadaşın paylaştığı düşünceler ve amaçlar doğrultusunda oluşturduk. Kurulduğumuz zamanlarda Türkiye tekno sahnesinde neredeyse yok denebilecek kadar az sayıda oluşum vardı. Etkinlik sayısı oldukça azdı ve İstanbul’dan yayınlanmış hiç albüm yoktu. Bu durumun kendince zorlukları tabii de vardı. İlk önce Taksimde bulunan kendimize mesken edindiğimiz küçük bir kulüp olan Temple’da etkinlikler yapmaya başladık. Bu kulüpte lokal sanatçıların dışında Michal Jablonski, Denis Rabe ve Amotik gibi birçok tanınmış artisti de ağırladık. Biz bunları yaparken COUP ise yine Taksim’de bulunan GLOW adlı kulüpte kendi kitlesini oluşturmaya başlamıştı. İki kolektifin bir araya gelmesi de uzun sürmedi. Tanışmamızın ardından gelen Mısır Apartmanı etkinliklerini, İstanbul tekno sahnesinde bir süredir yer alan herkesin hatırlayacağına eminiz. Şimdi ise Berlin sahnesine sağlam bir giriş yapmış bulunuyoruz. Yıllar içinde süre gelen bu gelişimi görmek bizi gelecek konusunda oldukça motive ediyor.
COUP: COUP aslında dizayn ve konsept olarak Becky FR’nin (Berkant) tasarladığı fakat hayata geçirmediği bir müzik bloguydu. Boğaziçi’nde lisans okuyan bir grup arkadaş Berlin maceraları dönüşü aradıkları özgür ifade ve müzikal ortamı bulamayınca, ilk başta YouTube’da yayınlanan Müzik videoları, podcastler ve exclusive partiler ile kendilerine sunulmayanı kendileri için yaratmaya başladılar.
Fiziksel toplanmalar için ana problemler, o dönem öğrencileri bizler için düzenli, uygun olan mekân bulmak, bilet fiyatını öğrenci için satın alınabilir hale getirmek ve üzerimizde hissettiğimiz politik baskıyı ve mahalle baskısını atabileceğimiz hız ve sertlikte müzik çalabiliyor olmaktı. Glow’da 20 lira girişle “guest list-only” etkinlikler düzenleyerek hem birçok lokal yeni DJ ve producer’a hem de aradığı “rave” deneyimini bulamayan Boğaziçililere ortam hazırladı. VAST ile birlikte projeler yapmaya başladıktan sonra da etkinlikler, label ve yayın sıklığı oldukça hızlandı.
“VAST Perception” ve “COUP” İstanbul kökenli projeler olmalarına rağmen son zamanlarda kendilerine Berlin’de de yer edindiler? Bu süreç nasıl gerçekleşti? Bu sürecin Türkiye’den Almanya’ya yeni dalga göç ile ilişkilenmesi söz konusu mudur?
VAST Perception: Bu müzikle ilk ilgilenmeye başladığımızdan beri Berlin sahnesine giriş yapabilmek her zaman bizim için bir hedef ve hayal oldu. Ancak burada etkinlik yapabilmemizdeki tek sebep bu değildi tabii ki de. Ülkemizde uzun zamandır süre gelen, alternatif yasam biçimlerini onaylamayan politik anlayış en önemli sebeplerden olsa da maalesef tek sebep bu da diyemeyiz. Zaten oldukça kısıtlı olan etkinlik alanları ve kulüpler maalesef vizyon yoksunu yöneticiler tarafından yönetiliyor. Herhangi bir yeniliğe açık olamayan bu zihniyet Türkiye tekno sahnesinin ilerlemesindeki en önemli engellerden biri.
Yayınladığımız albümlerle hem COUP hem VAST olarak Avrupa sınırları içerisinde kendimize hâlihazırda bir dinleyici kitlesi edinmiştik özellikle de Berlin’de. Böyle bir kitlemiz varken burada etkinlik düzenlemek bizim için kaçınılmazdı.
Kısacası gerek politik kısıtlamalar gerekse zaten kısıtlı olan bu ortamda bizi daha da kısıtlayan kulüpler bizi ekstra motive ederek belki de Berlin sahnesine girişimizi oldukça hızlandırdı.
Yeni göç dalgasından bahsedecek olursak, maalesef bir çoğumuz ülkeyi terk etme ve yeni bir ülkede hayat kurma arayışındayız. Berlin ise özellikle Türkiyeli birçok genç için en sıcak noktalardan bir tanesi. Berlin’e taşınmadan önce, İstanbul’da yaptığımız etkinliklere gelen ve bizi tanıyan birçok arkadaşımız var. Onların da burada olması ve desteklerini hala hissediyor olmak bizi fazlasıyla mutlu ediyor.
COUP: Avrupa göçleri başlamadan önce de aslında COUP özellikle Almanya ve Fransa’da oldukça dinleniyor, popüler DJler tarafından ‘release’ler radyo ve kulüplerde çalınıyordu. Fakat özellikle son beş yılda TR’deki politik ve ekonomik olaylar bizim jenerasyonumuzda komünite içerisinden ilk olarak beni (Berkay) ve Umur’u aradığımız yaşam şartlarını Almanya’da aramaya itti. Taşındıktan sonra da tabi ki fark ettik ki bu düşünceye sahip olan sadece biz değiliz ve git gide zaman içerisinde İstanbul’dan Avrupa’nın farklı ülkelerine komünite içerisinden birçok arkadaşımız taşındı.
Müzik etrafında bir araya gelişlerimiz Berlin’e taşınınca tabii ki ilk aşamada değişti, artık dans pistinde bir yabancı, evde de göçmendik. Ama yapılan yayınların Avrupa’da sıkça dinlenmesi ve göçler sonrası Almanya’da aslında hâlâ İstanbul’daki gibi bir araya gelebileceğimizi görmek bizi burada da kendimizi ifade edebileceğimiz ortam için emek harcamaya oldukça motive etti.
Hem Almanya’da hem de Türkiye etkinlikler düzenliyorsunuz. Bu iki ülkeyi sanatsal bir etkinlik organize etmek açısından kıyasladığınızda ne gibi farklar ortaya çıkıyor? Türkiye’ye ve Almanya’ya özgü zorluklar nelerdir?
VAST Perception: Üzülerek söylemeliyiz ki, etkinliklerimiz baz alındığında iki ülke arasında çok fazla fark görebilirsiniz. Gece saat 1’den sonra başlayan müzik yasağı her şeyden önce en büyük sorunlardan bir tanesi. Bir önceki soruda da bahsettiğimiz gibi, kulüp sayısı çok az ve var olan kulüpler ise yeniliğe ve gelişime hiç açık değiller. Türkiye’de tekno kitlesi daha gelişmekte olan bir kitle, alınması gerekilen çok fazla yol var. Tekno müziğin özgürleştirici yanını keşfedememiş, sadece “Instagram story”me ne koysam derdi ile hareket eden çok fazla insanla karşılaşıyoruz lakin, gelişmekte olan bir sahnede bu oldukça normal.
Diğer bir yandan ise, Almanya tekno sahnesi doygunluğa ulaşmış noktada ve Dünya’nın geri kalanı için büyük bir örnek teşkil ediyor. Her hafta şehrin her bir yanında onlarca etkinlik bulabiliyorsunuz. İşte Berlin sahnesinin en zor yanlarından biri de bu. Rekabet çok üst düzeyde, kulüplerin ve kolektiflerin “exculusivity maddeleri” istediğimiz sanatçılarla birlikte çalışabilmemizi çok zorlaştırıyor. Örneğin Berghain’da çalan bir sanatçı belirli bir sure başka bir kulüpte maalesef çalamıyor. Bu durum bizi yeni stratejiler üzerinde çalışmaya zorlasa da yayınladığımız ve çaldığımız müziği takdir edecek insan sayısının da burada bir o kadar fazla olması bu zorlukları oldukça dengeliyor.
COUP: Türkiye’de gözlemlediğimiz en büyük problem yeterli alana sahip olamamak. Mekân sayısı azlığı ve var olan mekanların anlaşma şartları yeni gelen üretici ve kolektifler için oldukça sınırlayıcı. Bu sınırın insanları daha farklı çözümler aramaya iteceğini ve belki de bir yandan daha kreatif yollara öncülük edeceğini düşünüyoruz. Bir yandan global ölçekte Türkiye sahnesi hala görece küçük olduğu için global DJ veya producerlar ile etkinlik yapmak Avrupa’ya göre çok daha kolay.
Berlin’de ise mekân alternatifi oldukça fazla, etkinliğe gitmek isteyen ve buna finansal olarak gücü yetebilen insan sayısı da. Buna bağlı olarak global popüler bir sanatçı ‘booking’i ‘exclusive’ anlaşmalar ve rekabet sebebiyle çok zor. Güvenli alan inşası konusunda da son dönemlerde oldukça fazla uygulanan ‘awareness’ ekibinin dahil edilmesi, bize Türkiye’de örnek oluşturabilecek bir yapı.
Geçtiğimiz ay Berlin’in büyük kulüplerinden birinde başarılı bir 5. yaş partisi düzenlediniz. Gelecekte benzer ölçekli partileri, benzer ölçekli kulüplerde düzenlemeyi planlıyor musunuz?
VAST Perception: Şimdiden önümüzdeki yılın etkinliklerini planlamaya başladık bile. Yakın zamanda sizlerle yeni tarihler paylaşacağımıza emin olabilirsiniz. Berlin sahnesinde sağlam bir yer edinip, özellikle de yayınladığımız müziğin hatırı sayılır bir kitleye ulaştığı Budapeşte, Paris veya Moskova gibi şehirlerde de etkinlikler düzenlemeyi hedefliyoruz.
COUP: 5.Yaş partisi, “rave” kültürünün etrafında sosyalleşmenin bize aslında hâlâ ne kadar keyif verdiğini hatırlattı. Yaşanan göç dalgasının çoğumuzu savurduğu hayatlarımızın aslında yine benzer noktalarda buluştuğunu görmek, hayatlarını Müzik etrafında Almanya’da yeniden inşa etmeye çalışan DJ ve ‘producer’lar ile yaratılan alanı ortak sahiplenebilmek, bunlara daha önce sadece dijital olarak dokunabildiğimiz Avrupa dinleyicisiyle kulüpte bir araya gelme heyecanını ekleyince önümüzdeki yılda da daha sık bir araya gelmeliyiz diye düşünüyoruz.
Projeler yakın çevresinde ne gibi etkileşimlere neden oldu? Etrafında nasıl bir enerji açığa çıkardı?
VAST Perception: Günün sonunda bizi en mutlu eden şeylerin başında etkinliklerimiz etrafında gelişen arkadaşlıkları hatta aşkları görmek geliyor. Hepimizin birbirinden pozitif bir şekilde beslendiği, fikir alışverişinde bulunduğu, ortak ürünler çıkardığı bir ortam içerisinde bulunmaktan çok keyif alıyoruz. Bunlar bizde gerçek bir komünite hissiyatı yaratıyor ve işimizi severek yapmamızı sağlıyor.
COUP: Projeler gençliğimizin baharında kendimizi en sıkışık hissettiğimiz yılların içinde bizi bir araya getirdiği için hem kişinin kendine hem insan ilişkilerine hem de tekno ve rave kültürüne dair içinde bulunan insanları fazlasıyla dönüştürdü. En sevdiğimiz hikayelerden biri, İstanbul’daki COUP partilerinde ve 5. Yas partimizde de çalan Spektral Radio ve Pravus (Basak ve Ayberk)’un Mısır Apartmanı’nda birlikte düzenlediğimiz ilk etkinliklerde tanışmış olmaları. Şu an birlikte Hamburg’da yaşıyorlar ve evliler 🙂
Son söz niyetine?
VAST Perception: Türkiye tekno sahnesi gelişime çok açık, yeni birçok kolektif sahneye çıkmaya başlaması bunun en basit göstergesi. Birçok kolektif, yanında sıkı bir rekabet de getiriyor. “Vast”ve “Coup” örneğinde olduğu gibi, teknonun ve müziğin yakınlaştırıcı, paylaşımcı ve eğlendirici taraflarına odaklanabilirsek sahnemizin iyi yerlere gelebileceğini paylaşmak istiyoruz.
Göçmen bir sanatçı olarak Taipei’den (Tayvan) Berlin’e göç etmenin sanatınızı nasıl etkilediğini açıklayabilir misiniz? Berlin’de sanatsal kimliğinizi ne tür mücadeleler oluşturuyor?
Sanatım kişisel gelişimimle birlikte evrildi, Taipei bana ayaklarımın yere basması ve topraklanmam için yeterince rahatlık verdi, öte yandan Berlin’in çeşitliliği daha yoğun bir üslup yolculuğuna çıkmam için bana ilham verdi.
Sanatınızı icra etmeye ilk başta sizi teşvik eden duygu ve hisler nelerdi? Neden araç olarak çizimi seçtiniz? Çizim yaparken nasıl hissediyorsunuz? Bunu sanatınıza nasıl yansıtıyorsunuz?
Çocukken sosyalleşme konusunda pek iyi değildim. Her zaman sessizce bir yerlerde tek başıma çizerdim. Çizim yaparak hayal dünyasında hikayeler oluşturdum ve bunları kağıt üzerinde sundum. Genç zihnimi sakin, neşeli yaptı ve asla yalnız bırakmadı.
Neden araç olarak çizimi seçtiğime gelince, bence çok istikrarlı ve dengeli hissettiriyor… Yaratıcı sürecimi her zaman dokuyarak, çizgileri katman katman istifleyerek tanımlarım, bu da bana çok fazla güvende olma hissi verir.
Çok ilginç bulduğum bir şey, çizerken sık sık meditasyon yapıyorum, sanki fiziksel bedenim çalışıyor ama bilincim farklı boyutlarda seyahat ediyor. Aldığım mesajları görselleştirip, sonra taslağını çiziyorum, böylece her çalışma benim için küçük bir yolculuk oluyor.
Berlin, çizim ve kendiniz arasındaki estetik ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
Berlin bana daha geniş bir vizyon verdi, vahşi ve kısıtlanmamış kreasyonlarımı daha da ileriye, daha dağınık yerlere götürdü. Aynı zamanda bu şehirde sürekli olarak yeni, farklı bir benlik keşfediyorum.
Sanatçı kimliğinizin oluşmasında hangi sanatçılar önemli rol oynadı? Hangi sanat akımları sanatınızı önemli ölçüde etkiledi?
Dürüst olmak gerekirse, isimleri hatırlama konusunda çok kötüyüm… ve güzel sanatlar kavramları ve hatta sanat tarihi üzerine herhangi bir ders alma şansım olmadı.
Söylemem gerekirse… Sanırım beni en çok sürrealizm etkiledi, Dali’nin karakalem çizimlerine bayılıyorum ve Japon manga sanatçısı Q Hayashida’nın da büyük bir hayranıyım.
Sanatınızı yapmanız için size neyin ilham verdiğini ve sizi motive ettiğini söyleyebilir misiniz?
Dilin birbirimizin iletişim kurma yeteneğini sınırladığını hissediyorum, inanın bana, Güneşim ve Merkür’üm Terazi’de, iletişim benim için çok önemli… ama dil birçok ayrım ve her türden yanlış anlama yaratıyor. Resimlerin nazik bir iletişim yolu olduğunu düşünüyorum. Eserler takdir edilebilir, anlaşılabilir, paylaşılabilir ve tartışılabilir ve hatta hayal gücünü harekete geçirebilir. Beni çizmeye devam etmeye iten ana güç bu.
Bundan 3 yıl önce, Ankara’da birkaç arkadaş, oturdukları eve sığamadılar ve akabinde yeni bir alan arayışına giriştiler. Kollektif üretmenin güzelliğinin bilincinde zaten güzel işler çıkaran bu arkadaşlar, kendilerine “Kiwina” dediler.
Kiwina karma bir atölye, üretmek isteyene kapısı açık. Malzeme ve üretim araçları skalası geniş fakat yine de geleneksel bir atölyeden ziyade dijital işlere meraklı insanlar tarafından idare ediliyor. Online konserler için sahneler kuruluyor, konser ve program kayıtları alınıyor, projection mapping çalışmaları yapılıyor. Üreten ve paylaşan sanatçılar için adeta bir teknik altyapı oluşturuyorlar. En son Art Ankara’da Ankara sanat camiasına yaptıkları dijital ve bilgisayar destekli işleri ve bu işlerin potansiyelini anlatıyorlardı, eski sayıda Art Ankara’ya ufak bir kaçamak yapmıştık.
Atölyelerinde başka neler mi dönüyor? Onları daha yakından tanımamız için bize böyle bir güzellik yaptılar. Buyurunuz izleyiniz efendim. Kendileriyle münasebetimiz daha çoook uzun zaman devam edecek çünkü.
Rüyalar… Kendi dilimizde şifrelenmiş, başı ve sonu olmayan hikayelerimiz.
Zaman ve mekanı geçersiz kılan, derin bilinçdışının sularında sembollerin, arketiplerin, ritüellerin hammaddesi ve işlendiği yer.
Mitolojik anlatımlarla rüyalar ne kadar benzerdir. Bir şekilde görücü olarak, kendi iç örüntümüze dahil oluruz. Günlük zihin konuşmalarımızın dışında, rüyaların kendini ispat etmeye veya anlaşılmaya ihtiyacı yoktur. Anlam, bağlantıyı bulduğu an görenin anlayacağı dili gösterir.
Birçok eski kültür ve medeniyet rüya dilini günümüz perspektifinin dışında, farklı boyutlarıyla ele almıştır.
Toltek bilgisi, rüyayı hem bir kehanet aracı hem de kişinin kendi içsel değişimine yapılan gezinti olarak değerlendirir. Rüya günlüğü tutmak, kendi görü dilini çözmek için yegane yoldur.
Tasavvuf literatüründe rüya alemi, ‘Ruhlar âlemiyle madde âlemi arasında bulunan ve bütün varlıkların zuhûra gelmeden önceki asıllarının, maddeye bürünmemiş şekillerinin mevcut olduğu âlem, âlem-i misal’ olarak tanımlanır. Bilinci genişletmek amacıyla , yol gösterici olarak görülür.
Aborjinler, yaratımdaki her kuvvenin iç içe olduğu o eşsiz vakitten ‘rüya zamanı’ ndan bahseder. Yaratılış bir yumurtanın içindedir ve bu vakitten yaratımın saçılacağı güne dek herşey birliktedir. O sebeple rüyalar ilksel ve kaynak olandan bir mesajdır.
Rüya görücü bir elçi gibi çalışır.
Kendi rüyalarımızın gözcüsü ve ileticisi olmak, kendini tanımanın en eski yollarındandır.
Sözün hükmünün ateşe verildiği o yerde, kelimelerin bittiği yerde;
Yol başlardı.
Dedi ki; “Rüyalardan hemen önceki anlar , ölümün bir sureti gibidir.”
* Sessizlikten Yapılmış
Dün gece, biricikliğini ilan etmiş bir rüya görüme girdi.
Bu misal aleminde kısılı kalmıştım.
Yedi kişiyle.
İki tanıdık yüz vardı yanımda. Manas ve Gül.
Rüyayı paylaştıklarım artık, bu alemi geçmek için sabrına sarılamıyorlardı. Hepimiz, kapıdan girdiğimiz yoldan çıkmanın tek cevabı olan o kişiyi arıyorduk.
Silentium incarnatum…*
Ezbere konuştuğumuz bir nakarat gibi tekrar ediyorduk bu kelimeleri.
“Silentium incarnatum”
İfade ettiği şeyin kim ya da ne olduğu sorgusu, çoktan çıldırmak üzere olan zihnimizi terketmişti. Bir hatırlıyor, bir unutup rüyaya dalıyorduk.
Uyanık kalan, diğerini kendine getirmeye çalışıyordu. Dönüşümlü bir nöbet halindeydik. Duyduğumuz ve gördüğümüz herşey, sürekli şekilden şekile giriyordu. Birçok gerçeklik bizi içine çekiyordu.
Peki hangisiydi olan? Gerçek neydi?
Artık yorgun düşmüştük ki uzaktan bu oyunların bir parçası mı bilmediğimiz, 7 kişi belirdi. Adımları vakur, giyinişleri parlak kumaştandı. Yüzleri saklı bir tebessüm taşıyordu.
Garip bir samimiyetle hepimiz birden ayilir gibi olduk. Bize doğru başlarını eğip;
“Selam olsun Ey Gezginler. Gelin! Aradığınız ardımızdadır”
Yanlarına doğru adımsız adımlarla ilerledik. Vardığımızda, alemin köşesinde boşlukta yüzen bir pencere ile karşılaştık.
Elleriyle, bakmamızı işaret eder gibi davet ettiler. Sorgulamadan pencereye doğru merakla ilerledik.
İçeride karanlık vardı.
Kapkara bir örtü.
Hiçbir şeyi gözümüz seçemiyordu.
Bu da mı bir oyun?
Adamlardan biri başını kaldırıp;
“Bilmek için denemen gerek”
İçeri bakmak değildi belli ki amaç.
Adım atmalıydık. İlk adımı atma cesaretini buldum bir hevesle.
İçeride ışığın tek var olduğu yer yukarı tırmanan 9 basamaklı bir merdivendi.
Mermerden merdivenlerin en tepesinde, başı uzun bir örtüyle örtülmüş, yüzüyle net olarak denkleşemediğimiz bir kadın oturuyordu. Bizi getiren adamlara seslendi.
“Elçiler. Işığı uyandırın.”
Tüm mumlar yakıldı. Gök, odaya inmişti sanki. Ateşler mumun üstünde başka başka yönlerde oynaşıyordu. Sanki alevlerin canı varmış da birbiriyle sohbet ediyorlarmış gibiydi. Hayran gözlerle geliş sebebimizi unutmuş, yine seyre dalmıştık. Mum alevleri , bulunduğumuz yerin tüm gizemini üstüne çekiyordu.
Kadın tok bir sesle elçilere el etti.
“7’leri de uyandırın.”
Bizi buraya getiren elçiler kolumuza zerafetle girdiler.
“Buyrunuz. Aradığınız , bu kişidir.”
Bir an kendimize gelir gibi olduk. Ama Gül’ün gözleri hala odanın ışık oyunlarına takılı kalmıştı. Birden Manas öne atıldı. Önce elini göğsüne koyup selam verdi.
“Selâm olsun… Uzun yollar ve hallerden geldik. Sizi arıyorduk. Çünkü, çıkışın anahtarının sizde olduğunu söylediler. Lütfedin. Bize bu oyunu anlatın.
Neredeyiz ? Kimin rüyasındayız?”
Örtülü başındaki ipek örtü düştü. Yüzü unutulmayacak hatlara sahipti. Köşeli sivri bir yüz. Ve insanın içini delen gece rengi bakışları, bizi yakıyordu. Kızıl saçları gün batımındaki bulutları andırıyordu. Gözlerinin sanki uzun ince parmakları var gibi üzerimizde gezdiriyordu.
“Bu alem, aynanın sır’landığı kelimeden yapıldı.
Burada sözleri sen söylemezsin, Söylemesi gereken söyler.”
Manas, bir anda yere yıkıldı.
“Nasıl uyanırız bu rüyadan? Lütfen!”
“Bu alem; olanı değil, olanın işaret ettiğini gösterir.
İşaret edileni gör!
Gerisini rüzgar, bilincine eserek götürecektir. Rüyalar, elmaya sokulan yılanı da gösterecektir, olanın ardında yatanı da.
Sadece gör!”
Durduğu basamaktan bir alttakine indi.
Eski Mısır uygarlıklarında rüyanın yeri o kadar kıymetli idi ki, artık rüyalarını hatırlamayan veya güneş altında yürüyemeyen kişinin, ruhundan koptuğuna inanılırdı. 7 gece boyunca başına günlük reçinesi sarılır ve yıldızların altında uyutulurdu. Her sabah rahip o kişinin yanına gelir, rüyalarından hatırladıklarını not ederdi. Yorumlar sonra da ona uygun beslenme diyeti yazardı.
Şaman kültürüne göre, farklı rüya bedenleriyle, dünyayı oluşturan frekanslar arasında gezintiye çıkarız. Döndüğümüzde hatrımızda kalan parça ruhumuza yapışan idrak mesajıdır. Evrenden bir parçayı ve aştığımız kapının mesajını yanımızda getirmişizdir.
Her birini birleştiren ortak bir görüş vardır;
‘Rüya ve hakikat el ele dolaşır.’
Rüyalarına aşina olmayanın, yaşadığı ve yorumladığı dünyayı kavraması pek olası değil gibi.
Forgotten by the day, rüyalar ve uyanık yaşam arasında, zihindeki kimlik fikrini sorgulayan bir seridir. Rüya karakterlerinden ilham alan portrelerle oluşturulmuş, kişisel tecrübelerden yola çıkan, kendinin ve diğerlerinin rüyalarını gözlemleyen, insan bedenini ve uyanık yaşamda onu çevreleyenleri değiştirerek uzay ve zamanı manipüle eden somut araçları kullanarak bu karakterleri araştıran görsel bir yolculuktur.
“Rüya, ruhumuzdaki gizli tezahürlere baktığımız bir mikroskoptur”
Ben bu sene, arkadaşlarımla birlikte bir podcast tiyatrosu yaptım.
Bu cümle, kafalarda bir takım soru işaretleri oluşturmuş olabilir. Pek sanmıyorum. Podcast tiyatrosu, bizim uydurduğumuz bir isim olduğu için söylemiyorum; çok açıklayıcı bir terim. İki adımlık bir mantık kurmayı gerektiriyor. Podcast tiyatrosu fonetik ve etimolojik olarak radyo tiyatrosu terimine benziyor. Radyo yerine podcast geçmiş olması da, değişen şeyin mecra olduğuna işaret ediyor.
Yani ben bu sene, arkadaşlarımla birlikte podcast adını verdiğimiz dijital medya ürünlerinin yayınlandığı mecralarda kurgusal ve oyunculu bir iş yaptım; onu demek istiyorum.
Arkadaşlarım Pelin Baynazoğlu ve Mert Günhan, ben bu fikri onlara açtığımda zaten başarılı ve deneyimli dijital medya üreticileriydi. Daha önceden beraber program yapmışlığımız ve hatta sahneye çıkmışlığımız vardı ve bu tecrübelerin her biri benim için paha biçilmezdi. Bu biçilemeyen paha zaten beni böyle bir şeyi kovalamaya itti ve Zamanaltı’nın kalan, finalinden önceki son altı bölümünü hazırlarken hâlâ itmeye devam ediyor.
Şöyle. Ben Mert’le on yılı aşkın bir süredir arkadaşım. Pelin’le de Sana Yalan Borcum Mu Var? isimli başka bir çevrimiçi eğlence programı yaparken tanıştım. Bir bölüm, Pelin ve Mert bu programda karşılıklı yarıştılar ve ilginçtir ki onların yarıştığı bölümde ben yoktum aslında, yerime bir diğer arkadaşım Turgut Uç sunuculuk yapıyordu; bense o bölümü bir partiye giderken metro istasyonunda tabletimden izliyordum. Beş dakika ya izledim, ya izlemedim. Metroya binerken bu ikisiyle bir şeyler yapmam gerektiğinden yüzde yüz emindim.
Bu tip şeyler insanın başına fazla gelmez. Bazı insanların yanında kendinizi kreatif olarak rahat hissedersiniz. Bazı insanlarla ise bunu itelemeniz gerekir. Ben o kadar itelemek zorunda olduğum kreatif ortaklıklara girip çıktım ki, artık sürtünmenin kendiliğinden az olduğu durumların kokusunu alabiliyorum. Kiminle kolay üretebileceğini tespit edebiliyor olmak, kiminle zor ürettiğini anladıktan sonra yetişen bir sezi ve herhangi bir şey yapmadan önce bu sezinin gelişmesi çok önemli.
Ben Pelin ve Mert’in yan yana ateş ve baruta benzediğine ikna olana dek, Mert tarafından defalarca bir podcast tiyatrosu yazmam için taciz edilmiştim aslında. Mert daha önceden itelemek zorunda olduğum bir kreatif ortaklığın içinde azalarak kaybolan bir metin yazdığımı biliyor, benimle böylesi bir projeye kalkışmak istiyor ve yakın arkadaşlığımızın ona verdiği hakla da beni arada bu konuda darlıyordu. İlk darladığında etrafımda böyle bir projeyi kaldıracak kadar insan olmadığını düşündüm; çünkü bu en azından bir ya da birkaç kişinin oyuncuya benzemesini gerektiriyordu. Mert bir komedyen ve bir sanatçıydı, onun kreatif dürtülerine güveniyordum ama ikinci bir isim bulamadığım için mevzu ileri gitmiyordu. İkinci darladığında da benzer sebeplerle savuşturdum. Üçüncü darladığında artık hayatımda Pelin vardı.
Bir kasım sabahı, yattığım yatakta tembel tembel Reddit kaydırırken, internetin sonsuz güzel dilinde meme olarak geçen ortak kültür unsurlarından birini gördüm. Böyle güzel kelimelerle anlatıp sizi yanılgıya sokmak istemem, bu meme zaman yolculuğu hikayelerinin en meşhur kalıplarından biri olan “geriye dönüp Hitler’i bebekken öldürme” mefhumunu tiye alıyor ve “Neden herkes geriye dönüp Hitler’i bebekken öldürüyor da kimse geriye dönüp Hitler’in annesiyle sevişmiyor?” sorusunu soruyordu.
İşte o an yataktan doğruldum, kalktım, işe gittim ve aklımda şelale gibi akmaya başlamış diyaloglarla Mert Günhan tarafından canlandırılan Mert Günhan’ın, Pelin Baynazoğlu tarafından canlandırılan Klara Hitler ile tanışıp sevişeceği ve Hitler’in babası olacağı bir senaryo yazdım. Bu Zamanaltı’nın ilk bölümüydü ve o zaman adı daha Zamanaltı bile değildi.
İlk senaryoyu ilk kez Mert’e okuttum. Çok iyi olduğunu söyledi ama ben bunu biliyordum zaten. Çok iyi yaptığınız şeyleri biliyor olmak, eğer beraberinde kötü yaptığınız şeylerden de rahatsızlık duyup içinizdeki ukde tükenene kadar işin başından kalkmıyorsanız başka bir faydalı sezi. Bunu da sadece işlerinizi sokağa atınca fark ediyorsunuz. On insan işinizle ilgili fikir belirtince, ürettiğiniz şeylerin kalitesiyle ilgili on bir kişilik fikir oluşturma kapasiteniz doğuyor. Yüzse yüzbir. Binse binbir. Yüz binlerse yüzbinlerce ve bir. Bir eserin dış dünyada göbek bağı kopuk bir şekilde nefes alıp alamadığını anlayabiliyor olmak da en az kiminle sürtünmesiz çalışabileceğini tespit etmek kadar önemli bir sezi.
Sonra Pelin’e yolladım. Önemli olan kısım buydu, çünkü Pelin eğer buna yanaşmazsa zaten böyle bir şey olmayacaktı. Yanaştı. O da çok beğendi. Şimdi işi kaydetmek ve montajlamak gerekliydi.
Ben hayatımda ilk defa podcast montajlamaya Zamanaltı ile başlamadım. İlk podcastimi yayınladığımda sene 2016’ydı ve Zamanaltı’nın başına oturduğumda hem kayıt, hem de montaj olarak ne yapacağıma dair bir fikrim vardı ama bunların hiçbiri daha önce podcast montajlamış olmaktan ileri gelmiyordu. Benim ne yapacağıma dair bir fikrim vardı, çünkü fikirler biraz içimden geçiyordu.
Bunu konuşalım.
Biri bana bir gün sanatçının flüt gibi olması gerektiğini söyledi. Kim olduğunu hatırlamıyorum. Bu lafı çok düşünüyorum. Sanatın insanın içinde doğan değil içinden geçen bir şey olduğunu rahatlıkla kabul ediyorum. Zamanaltı’nın ilk bölüm senaryosu benim ciğerim civarı bir yerden başlamadı yolculuğuna. Tepelerde bulutların arasında bir yerdeydi. Rüzgar esti, birine çarptı, gelen esinti benim boşalttığım içimden dışarı bir nota olarak çıktı ve ben bu notayı elimin olanak verdiği ölçüde kaydettim. Bu yüzden Mert ve Pelin biri Kütahya’da ve biri İstanbul’da olan mikrofonlarına konuşurken arkadan gelen dere sesini duyabiliyordum. Bu yüzden diyalogları tek tek kesip zamanlamalarını baştan ayarlarken söylenen şeylere verilen cevaplar arasındaki esleri içimde hissedebiliyordum. Ve bu yüzden, ilk bölümün galasını bir canlı yayın esnasında bin kişiye yaptığımızda, o dinleyen bin kişinin verdiği tepkileri böbreğimde hissedebiliyordum.
Ve bu yüzden de Zamanaltı’nın edebi temasını, Mert’in bir gün kullanıp beni çok hayran bıraktığı ve kullandığını takiben geçen bir yıl içerisinde ısrarla reddettiği sanat gibi hissetmek mefhumu üzerine kurdum.
Zamanaltı bir zaman yolculuğu hikayesi. Bu yüzden bir bölümü onuncu yüzyılda, bir bölümü otuzuncu yüzyılda geçiyor. Zamanaltı evreninde insanlar sadece foton bazlı varlıklar olduklarında zamanda kendi başlarına yolculuk yapabiliyorlar. Bu yüzden bir karakter, biz onunla tanıştığımızda anlatılamayacak kadar uzun süredir ışık olarak insanlığın arasında geziniyor. Zamanaltı’nın ana karakteri Mert, yanındaki zaman makinesinin hikaye anlatma yeteneği yüzünden etraftaki insanlara etten kemiktenmiş gibi gözüküyor. Ve bu yüzden de Zamanaltı, bir de kendisini anlatan bir hikaye olarak dinleyicisinin karşısına çıkıyor.
Zamanaltı tematik olarak sanat gibi hissetmenin ne demek olduğu, sanat gibi hisseden insanların nasıl hayatlar yaşadığı, nasıl hayatların sanat gibi hissetmeye daha iletken olduğu ve nasıl hayatların bunu sanat gibi hissetmenin zıttı politik ifadeye doğru çamura çektiği konularını; hikaye anlatma ve yaşadığı şeyi bir hikaye olarak yorumlayan insanların hayatlarındaki hikayeye benzerlik mevzularına çarpıştırarak ele alıyor.
Hatırlatıyorum. Hitler’in annesiyle sevişen bir adamla başladık bu yola.
Çünkü ben hikaye anlatma tekniği olarak çok farklı örneklerden feyz alıyorum, örneğin; Hergé’nin macera strüktürü ve detayı, Russell T. Davies’in karakterizasyonu ve konu seçimi, Cem Yılmaz’ın kelime seçimi ve mizah dağarcığı. Bunların bir öte tarafında ise Rich Burlew ve onun on beş yılı aşkın bir süredir devam eden çizgi roman serisi Order of the Stick var. Burlew, on beş yıl önce bir Dungeons & Dragons parodisi olarak başladığı serisinde bugün destansı bir fantastik hikaye anlatıyor ve yıllardır da bu anlatısının yapım aşamalarını derlediği kitapların yorum köşelerinde okuyucuları için kaleme alıyor. Burlew’u okuyarak, hikaye kurgulamanın ne demek olduğuna dair çok fazla şey öğrendim. Burlew yazar ve çizerliğe girişmeden önce Dungeons & Dragons masalarında bir Game Master’dı, yani canlı kanlı oyuncular rol yapma oyunu oynar ve oyun hâlinde rol yaparken onların yaşadığı macerayı kuran ve yöneten kişiydi. Dostum Can Sungur’un çok sevdiğim bir lafıyla bu tip hikaye anlatımı bir anlamda sofra kurmaya benziyordu ve Burlew bu sofra kurma refleksiyle Order of the Stick’i yazıyordu.
Yani Burlew, önce öğünü seçiyordu: Janra, yani bu durumda; fantastik bir komedi. Sonra örtüyü seriyordu: Dünya, yani bu durumda; D&D kurallarıyla yaşadığının farkında olan bir fantastik dünya. Sonra tabakları yerleştiriyordu: Karakterler yani, yani bu durumda bir zindanı temizlemeye girmiş altı kişi. Sonra da servise başlıyordu.
Burlew hikayesini bu şekilde kurduğu için, önden masaya getirdiği üç adet zeytinin yanına doğranmış beyaz peynir, ezme, haydari, iyi bir kavun, sonra tabii ki biraz balık ve en sonunda da rakıyı getirip koyabildi. İlk gelen zeytinler masadaki önemlerini kaybetmediler, çünkü zaten onlar gelene kadar öğünün bir rakı masası olacağı belliydi. Tabaklar örtüden sonra konulduğu için, zaten göz zevkini bozmuyor ve yer değiştirseler de masanın estetiğini kırmıyorlardı. Masaya ilk zeytin için oturanlar, ya da belki sadece bir kavun ihtimali için gelenler ilk dilim beyaz peynir mekana girince arkadaşlarına haber verdiler, sonra ezme gelince daha da çok çıldıranlar oldu ve en sonunda şu an masada duran rakı esnasında; yani, The Order of the Stick’in final cildinde seriyi düzenli takip eden yüz binlerce insan var.
Bu prensibe dayanarak ben de masada bulunan her şeye bilmeden ekilmiş bir tohum muamelesi yaptım ve Zamanaltı sanatçı bir adamın “ben Hitler’in babası olursam belki Hitler daha sakin bir adam olur” varsayımıyla başladığı bir hikayeden yukarıya doğru evrildi.
Bu esnada ben de yukarıya doğru evrildim elbette. Profesyonel sesler kullanmaya, özgün müzik yaptırmaya, konuk oyuncular almaya ve hikayeyi mecrasının daha farkında yazmaya başladım. Daha kolay yolu seçmeye meyilli fikirlerinizin size ima ettiğinin aksine, beti arttırmak her zaman mümkündür ve “yer abi bir şekilde” bir sanat eserinin başında söylenebilecek en kötü sözlerden biridir.
Yani işte ben bu sene bir podcast tiyatrosu yaptım. İlerleyen senelerde de yaparım diye düşünüyorum, çünkü tadını bir kere aldım. Hikaye anlatan kulvardan çıkacağıma inanmıyorum. Ve ne zaman kolay olanla güzel olan arasında bir seçim yapmam gerekse, Hitler’in babası yerine Mert Günhan’la sevişen Klara’nın ilk bölümde söylediği şeyi düşünüyorum.
Sadece masallara inananlar masal kahramanı olabilir.
Permakültür son zamanlarda çok duyduğumuz bir kelime. Bu konuyla yeni ilgilenmeye başlayan birine permakültürü nasıl tanımlarsınız?
Sevgili öğretmenim Murat Onuk’tan duyduğum en genel tanımıyla “etik temelli, sürdürülebilir insan yerleşimleri tasarımı bilimi” derim.
Permakültüre ilginiz ne zaman ve ne amaçla başladı? Yakın çevrenizin tepkisi ne oldu?
Permakültüre ilgim ne zaman başladı sorusuna verecek net bir cevabımın olmadığını düşünüyorum. Hayatıma dair hatırladığım en eski anımda da permakültürün izlerini bulabiliyorum. Permakültür diye bir şeyin var olduğunu ne zaman duyup ‘hah işte bu!’ dediğim zamanları sorarsan eğer 2016 yıl derim. Hayatıma giren kıymetli dostlarım sayesinde bakış açım ve hayallerimle ilişkilenme biçmim o dönemde kökten dönüşmeye başlamıştı. Tabi bunu şimdilerde dönüp baktığımda farkına varıyorum ki bu çok keyifli. Yaşadığım hayata, dünyaya, içinde bulunduğumuz sisteme karşı sanıyorum ki içimde öfke birikmişti. Yolunda olmayan, içime sinmeyen bir şeylerin olduğunu sezdiğim ve yaşam tarzımdan memnun olmadığım bir dönemin içindeydim. Dünya ile, hayatta olmak ile ilgili köklü kaygılarım vardı. Yolda yürürken herkesin deli olduğunu, şehirde koşturma içinde oksijensiz susuz nasıl yaşadıklarını düşünürdüm. Ancak ne yapacağıma veya nasıl bir dünyada yaşamak istediğime dair pek bir fikrim ve ya düşünmeye mecalim yoktu. Hayatımın böyle bir evresinde çok kıymetli dostlarımla tanıştım ve onlardan permakültür’ün varlığını öğrendim. “Mıntıka 0” ı kendim olarak görüp ferah, mutlu, ve merkezinde bir yaşam hayal ettim.
Kişisel dönüşümüm dışında, bir de iklim krizi gibi dünyanın her yanını dönüştüren ciddi bir konu vardı karşımda. Bu konuya saplanıp kalmak ve umutsuzlaşmak çok kestirme bir yol ve o dönemlerde böyle bir noktaya daha yakındım. Diğer yol olarak, rengarenk ve sonsuz ihtimallerin varolduğu bir gerçeklik de var. Permakültür tam bu noktada çöldeki su olabiliyor.
Permakültürün kurucularından Bill Mollison’ın çok sevdiğim bir cümlesi var:
“Dünyanın sorunları giderek karmaşıklaşsa da, çözümleri hep utanç verecek kadar basit kalmaya devam edecektir”
Nedir bu “Mıntıka 0”?
Tasarımda enerjiyi verimli kullanabilmek için mıntıka analizi yapıyoruz. İç içe geçmiş çemberler gibi düşünebiliriz mıntıkaları. Mıntıka 0 demek, içinde en çok bulunduğumuz, gündelik işlerin en yoğun olduğu bölgeler demektir. Evimiz gibi. Son çemberimiz mıntıka 5 ise ölçeklendirmemize göre doğa ananın kendisi, evrenimiz gibi içinde gelişip yaşadığımız ve keşfettiğimiz alan olarak belirleniyor Mıntıka 0 dan başlayıp mıntıka 5 e doğru bir yolculuk yani.
Harika bir başlangıç! Peki, Permakültürün ilkeleri ve uygulama alanları nelerdir? Kısaca bahseder misiniz?
Permakültür , canlı ve cansız her şeye, sadece var oldukları için saygı ve özen gösterme yaşam etiği temelindedir. Bunun üzerine 3 temel permakültür prensibi vardır;
“dünyayı gözet” “insanı gözet” “artanı vakfet”
Permakültürün “Dünyadaki tüm insanların ihtiyaç duyduğu besin stoğunun tamamını, şu anda kullandığımız ekili alanların sadece %4’ünü kullanarak sağlayabilir, geri kalan %96’yı ormanlaşmaya ve doğanın kendini onarmasına terk edebiliriz.” iddiası vardır. Bunun mümkün olabilmesi için doğru ilişkiler kurmamız gerekmektedir permakültür de bunun nasıl olacağını araştırmaktadır. Bunu da her şeyi içinde barındıran doğadan öğreniyoruz. Tüm yaşamı öğrendiğimiz gibi. Permakültür tasarımı örüntüleme üzerine kuruludur. Son zamanlarda yoğun olarak, baktığım yerdeki örüntüleri yakalayabilmeye kavrayabilmeye çalıştığım bir süreçteyim.
Uygulama alanları nelerdir dediğinde her yer her an demek geçiyor aslında içimden ancak çok soyut ve anlaşılmaz kalabilir kaygısıyla, David Holmgren’in “Permakültür Çiçeği” ne dikkat çekmek istiyorum. Çiçekteki her bileşen uygulama alanın içinde ve tamamen yaratıcılığımıza ve nasıl yaşamak istediğimize bağlı olarak konsept içinde işlevselleşiyor.
Permakültür Çiçeği, David Holmgren’den değiştirilerek Jonathan Woolson’un çiziminden uyarlanmıştır. Her bir taçyaprak insanın temel bir ihtiyacını göstermektedir.
Şehir yaşamı içerisinde permakültür size ne ifade ediyor? Bu konsepti nasıl günlük hayatımızın bir parçası haline getiririz?
Bence “mıntıka 0” kendiniz olduğu zaman permakültür yaşamınızın her alanına yerleşmeye başlıyor. Yaşadığımız şehirlerde ciddi bir atık oluşuyor ve bu atıklar aynı zamanda geniş bir kaynağa dönüşebilme potansiyelini de içinde barındırıyor. Bunun için kurumlarla, belediyelerle birlikte hareket edebilmenin ve şehir hayatlarının dönüşebilmesinin hayalini içten içe kuruyorum. Ankara Kalkınma ajansının bu konuda çalışmaları ve projeleri de devam ediyor. Hatta geçtiğimiz aylarda Taner Aksel hocanın sunumuyla “Permakültür’e Giriş Eğitimi”ne Sevecen ile birlikte katıldık. ‘Şehirlerimizi iyileştirmek adına neler yapılabilir’ konusu üzerine sohbet edip sunabileceğimiz destekleri de konuştuk. Permakültür çalışmalarının gelişip çoğalması içimi umutla dolduruyor.
Şehir içerisinde elimizden geldiğince az atıklı, geri dönüşümlü ve ileri dönüşümlü yaşamanın çok kıymetli olduğunu inanıyorum. Apartman dairelerinde kolaylıkla yapılabilecek kompost uygulamaları var. Bu yolla gıda atıklarını humuslu toprağa dönüştürmek mümkün, hem şahane toprağınız oluyor hemde kendinizi iyi hissediyorsunuz. Bir çeşit gezegene bağlanma yöntemi bence. Bunun dışında çok güzel örgütlenmeler var. İnsanlarla bir araya gelip işbirliği yapmak şehirlerde hem kolay hem de önemli. Tüketici olmak yerine türetici olabildiğiniz bir alan açılıyor. Gıda alışverişlerinde mümkün olduğunca doğrudan üreticiden alınabilir. Gıda tercihlerinizi değiştirdiğinizde gerçekten bedensel değişimi doğrudan hissedebiliyorsunuz. Aslında bu işin o kadar yöntemi var ki, canlı ve cansız her şeyi gözetmeye karar verdiğinizde kendinizi tüm teorilerden sıyrılmış yaratıcılıkla sonsuz seçeneğin içinde buluyorsunuz.
Konuyla alakalı teorik ve pratik geçmişinize dayanarak, neler yapıyorsunuz ve gelecekte ne gibi işler yapmayı planlıyorsunuz?
Evde “bokaşi kompostu” yapıyoruz, mümkün olduğunca az paketli gıda tüketiyoruz. Alışveriş tercihlerimizi daha bağlantıya dayalı ve sağlıklı olduğuna inandığım şekilde dönüştürmeye çalışıyoruz. Çamaşır makinesi deterjanı, temizlik sirkesi yapıyoruz. Temizlik için sirke, karbanot ve bazen arap sabunu kullanıyorum bence mükemmel üçlü her şeye çözümler.. Atık yağlardan evde arap sabunu yapılabiliyormuş yakında denemesini yapacağız. Banyoda sabun kullanıyorum saç kremi içinde sirke harika oluyor. Krem ve koku konusunda İlkin’e ve Sevecen’e kendimi bırakıyorum, onlar da parfüm ve krem yapıyorlar. Ofiste bile çıktı alırken EcoFont Vera Sans kullanıyorum ve daha az mürekkep kullanmış oluyorum. İlk etapta aklıma gelenler bunlar.
Bugünlerde permakültür stajı yapma isteği içimde çok canlı, bilgi dağarcığımı genişletip emek veren insanlarla bir araya gelmek istiyorum. İzmir’de Essen’in yıllardır sürdürdüğü çalışmaları var. Foça’daki arazilerinde bir permakültür bahçesi oluşturmaya çalışıyorlar. Vakit bulup onlara yardımcı olmak istiyorum çünkü öğrenebileceğim pek çok pratik tecrübeleri var.
Bir yandan da Hamleci Konağının ön bahçesinde permakültür temelli bir bahçe oluşturma niyetimiz var. Fikirlerimiz konusunda, yakın geçmişte somut adımlar atmaya başladık. Toprak analizimiz geldi, yakında kuyu suyunu da analiz ettireceğiz. Yıllar içinde filizlenen fikirlerimiz köklerini derinleştirmeye başlıyor. Huzurluyum.
Bugüne gelene kadar hatalarınızdan neler öğrendiniz? Yeni başlayacaklara tavsiyeleriniz neler?
Karamsar olma eğilimimden ve kısıtlı bir noktadan bakmaktan çok çektim. Umutlu olmanın, sorunun içinde çözümü barındırdığının bilincinde olmanın ne kadar değerli olduğunu öğrendim. Birbirimize göz kulak olup, işbirliğini içinde neler başarabileceğimizi gördüm.
Çok güzel eğitimler, videolar, kaynaklar var ve günden güne de çoğalıyor. Aslında her şey, bireysel ve çevresel farkındalığın artmasıyla, birbirimizle ve kendimizle bağlantıda olmakla başlıyor. Böylece dünyayı ele alışımız, eğlenceli, yapıcı ve sürdürülebilir oluyor.