dolmusxpress

Balık Kılçıkları & Çeşitli Fikirler

and the night dawns upon us

catches us shelterless / and with trembling hearts

rumbling , flowing , blinding our eyes

curtain of life / blood of my blood

/

the dew of yours, settles in / inside my lungs

and every breath of mine soak in / become your child 

a howl , most silently builds up and turns down on me 

/ sits transparently

between the sermon of he holy

and the cry of the loony

/

get down and down and down

keen to the heart and chin to the chest

maybe the last feeling of any weight / and a glimpse of your feet

all you’ve ever had / one you’d never get

 Is there a postponement for eternity ?

/

Since there IS , is there any other attribution to it other than infinite ? What does limited mean other than limitless ? Can something limited really emphasize something other than what is limitless ?

Is there really any other possibility other than all the possibilities ?  What does the possibility of eternal nothing at the end mean for the ongoing now ? if eternal nothing really is then how can it be “later” ?

How can eternal nothing “come” “later” ? if it is here , now then what is this ?  

there is and there isn’t. Are there any doubts that there IS ? Can there really be any doubt on there IS ? 

 No. There can’t be any doubt that there is.          

Here are some flying fish-bones.

Babylon Kent Bahçeleri

Kent bahçeciliği derken neyi kastediyoruz?

Kent bahçeciliği derken tam olarak söylenen şeyi kastediyoruz aslında. Kelimelerden anladığımız şeyi. Kent ve bahçeciliğin birleşimini.

Günümüzde çok fazla sayıda insan kentlerde yaşıyor, ve kentlerde yaşayan nüfustaki artış da gün geçtikçe hızlanıyor. Kent bahçeciliği her ne kadar yeni popülerleşen bir kavram gibi görünse de, tarihi çok eskiye dayanıyor. Babil’in Asma Bahçeleri, ilk çatı bahçesi örneğini de oluşturması açısından önemli bir kent bahçesi örneği sayılabilir.  Dicle nehri kıyısında, Diyarbakır Kalesi’nin yanı başında uzanan Hevsel Bahçeleri ise 7bin yıl öncesine uzanan tarihi ile olduğu kadar günümüzde de tarım yapılmaya devam edilmesi ile bir diğer önemli kent bahçesi örneği. Tabi, kent bahçeciliğinden bahsederken binlerce yıl öncesini konuşabiliyor olsak da modern kentlerin tarihi o kadar eskiye dayanmıyor. Kentlerin devasa boyutlardaki beton ormanlara dönüşmesi ve insanların bu beton yığınlarının içinde yaşamın akışkan ritminden ve doğal döngülerden uzak, saatin mekanik tik takları ile yaşayan insan kalabalıkları halini alması sanayi devrimi ile başlıyor. 

Bugüne baktığımızda ise dünya nüfusunun yarısından çoğu kentlerde yaşıyor. Kitle iletişim araçlarının resmettiği ve kırsalda yaşayan insanlar için büyülü bir hayal halini alan görkemli kent yaşamları ise ne yazık ki resmedildiği halin çok uzağında. Ekonomik ve sosyal açıdan ayrıcalıklı küçük bir azınlığın dışında kentlerde yaşayan insanların çoğu için yaşayabilmek ciddi bir mücadele demek.  Zamanlarının çoğunda yaşayabilmek için gerekli ihtiyaçlarını karşılamak için çalışan ve kalan zamanlarında da çalışırken yaşadıkları stresten uzaklaşabilmeleri için hızlı eğlence araçları ya da uzak doğu kültürlerinin kadim öğretilerinden medet uman insanlar için yaşam bu iki uç arasında sallanan bir sarkaç halini alıyor. Maalesef ki çoğu insanın hayatın keşmekeşi içinde sarkacın durduğu âna, ölüm ânına kadar bir uçtan öbür uca savrulmaktan öte bir çabaya girmek için fırsatları olmuyor. Dışarıdan bakıldığında sonsuz fırsatlar okyanusu gibi görünen kentler, içinde yaşayan insanlar için sınırları köşeli çizgilerle belirlenmiş hayatlar sunmaktan öteye gidemiyor. 

Kent bahçeciliğini kentin bizi yaşamaya zorunlu kıldığı mekanik hayatlar tarafından izole edildiğimiz doğa ve onun akışkan ritmi ile bir temas çabası olarak düşünebiliriz sanırım. 

Bu işe ne zaman ve nasıl başladınız?

Kent bahçeciliğine dair uğraş tam da hiçbir uğraşın içinde olmak istemediğim, yaşamın anlamsızlaştığı uzun bir bunalım döneminin ardından başladı benim için. Bahsettiğim dönem yaşamdan herhangi bir isteğimin kalmadığı, yaşama dair oldukça iştahsızlaştığım bir dönemdi. Bulunduğum ruh halinden çıkmak için bırak çabalamayı, çaba göstermek için en ufak bir istek bile hissedemiyordum. O ruh hali ile daha fazla devam edemeyeceğimin de farkındaydım.

Bir uğraş edinmenin iyi geleceği önerileri ve bir arkadaşımın da desteği ile bir kafe’de garson olarak çalışmaya başladım. Zaman biraz daha akabilir bir hal almıştı ama ruh halimde pek bi değişiklik oluşturmamıştı kafe’de çalışıyor olmak. Aynı dönemde rastgeldiğimiz başka bir arkadaşım beraber ev tutmayı önerdi ve ev arayışımız başladı. Şans eseri bahçecilik ile uğraşmaya oldukça uygun olan bir teras bulunca da kent bahçeciliği fikri kendiliğinden oluşmuş oldu.

Aslında kent bahçeciliğine dair uğraş benim için bir çok tesadüfün sonucu başlamış oldu. İki yıllık asker kaçaklığının yarattığı sıkışmışlık hissinin de bunalımlı ruh halimde payı olduğunu düşünüyordum. Ev tuttuğumuz dönemde tekrar öğrenci olmanın hem askerlik açısından hem de “ne yapıyorsun?” sorusunun karşısında “kem küm…” cevaplar yerine “öğrenciyim” gibi bir cevap vermeyi kolaylaştırması açısından yaşamı biraz daha hafifleteceğini düşünüp yüksek lisans yapmaya niyetlendim.  Bölüm olarak hangi bölümde yüksek lisans yapacağımdan ziyade bir yüksek lisans yapma konusunda kararlıydım, o yüzden de farklı farklı bir çok bölüme başvurmaya başladım. “Bahçe Bitkileri” ismiyle bir bölümün olduğunu da bu başvuru sürecinde öğrenmiş oldum ve diğer tüm başvurularımı iptal ederek, Bahçe Bitkileri bölümüne yoğunlaştım. Hem yaşamsal bir uğraş hem de akademik bir uğraş olarak bahçecilik iki buçuk yıl önce bu şekilde hayatıma girmiş oldu.

Kent Bahçeciliği’ne ne niyetle, hangi amaçlarla başladınız?

Kentlerin o buhranlı döngüsünden çıkıp kırsalda bir yaşam kurmak giderek daha fazla insanın gündemi halini alıyor. Ben ve çevremdeki insanlar için de durum benzer. Uzun yıllardır, nerede ve nasıl bir yaşam hayal ettiğimizi konuşuyoruz. Kimimiz bunun için küçük küçük harekete geçebilmiş olsa da, bir çoğumuz için geleceğe dair bir niyet beyanı ya da “ah keşke…” ile başlayan bir hayalin paylaşılması oluyor bu sohbetler. Özellikle pandeminin etkisiyle kentlerin sunduğu sosyal imkanlardan da mahrum kalan insanlar için kentlerden uzak bir yaşam arayışı daha da yaygınlaşacak gibi görünüyor.  Ama yine de bu arayışın sonucu olarak yakın bir gelecekte kent nüfusunda kayda değer bir azalma olacağını hatta artış hızında dahi bir azalma olacağını düşünmek fazlaca iyimser olacaktır.

Endüstrileşme ve kentleşme olanca hızıyla devam ediyor. Hal böyleyken de yalnızca kırsalda küçüklü büyüklü topluluklarla kurulacak yaşamların bu gidişatı değiştirmek için yeterli olacağını düşünmüyorum. Bu söylediğimden bütün yaşamlarını kırsalda alternatif bir yaşamın arayışına ve inşasına adamış insanların uğraşlarını değersiz gördüğüm anlaşılmamalı, aksine çok değerli görmekle beraber yeterli olmadığını düşünüyorum. Eğer ki son sürat gittiğimiz ekolojik kıyamet güzergahından sapmak istiyorsak, bu ancak, kent yaşamının akışında oluşturacağımız sosyal, kültürel ve ekonomik kırılmalar aracılığıyla olacaktır. İnsanların kentten kıra göçmesi ve burada kendi kendilerine yeten yaşamlar kurmaları bu kırılmalardan yalnızca birisi. Beni kent bahçeciliğine itense “kentin içinde de kent yaşamının mekanik ritminde başka bir kırılma yaratmak mümkün mü?” sorusu.

Yakın çevrenizden ne gibi tepkiler aldınız? Birlikte çalıştığınız kişiler var mı?

Bu sürecin kendi adıma en büyük getirilerinden birisi annem ile olan ilişkimize yeni bir boyut getirmesi oldu, bir usta – çırak ilişkisi geliştirmiş olduk. Annem uzun yıllardır yaşadığı her yerde imkanları dahilinde bir bahçe oluşturmaya çalıştı. Kömür çuvallarında domatesini, biberini, dondurma kablarında yeşilliklerini yetiştirirdi. Eve her gidişimde de, dalından koparıp yemem için beklettiği domatesi, çileği kesin olurdu. Ama o dönemlerde bahçeciliğe dair herhangi bir ilgim olmadığı için annemin uğraşının oldukça uzağında durdum. Kendim bahçe kurmaya niyetlendiğimde ise geçmişe dair büyük bir pişmanlık halini aldı bu uzak duruş. Özellikle bitkilere dair en değerli bilgilerin deneyim üzerinden edinildiğini düşünüyorum ve bu açıdan bir hazine olan annemin deneyimlerinden faydalanma fırsatını bir ölçüde kaçırmış olduğum için üzgünüm.

Bahar başlangıcında, yani bahçenin kurulma aşamasında annem ile beraber çalışmış olduk. Daha doğru bir deyişle anneme çıraklık yapmış oldum. Annemden edindiğim deneyimin yanı sıra, yıllardır anne – çocuk olarak beraber yaptığımız çok fazla aktivite yoktu, bir hafta boyunca geceli gündüzlü bahçe ile uğraşmak o açıdan da ayriyeten keyifliydi.

Üniversite zamanlarından kalma bir alışkanlık olarak, herhangi bir uğraşı bir kolektif yapı üzerinden başka insanlarla beraber yürütmek gibi bir alışkanlığım var. Bu yüzden de Babylon Kent Bahçeleri adında bir oluşum üzerinden kent bahçeciliği uğraşına kolektif bir yapı kazandırma gibi bir niyetim oldu. Fakat henüz bu konuda pek bi ilerleme kaydettiğimi söyleyemeyeceğim. Babylon Kent Bahçeleri, şu an için bir niyet olarak varolmaya devam ediyor. 

Şu an için uğraşı baştan sona beraber yürüttüğümüz kimse olmasa da, bir çok insan bir çok aşamasında yardım etti ve etmeye de devam ediyor. Özellikle bahçenin bahara hazırlanması sürecinde, farklı bir çok insanla toprak taşıma, tohum ekme, saksı değiştirme gibi işleri beraber yaptık.  Son iki yıldır, özellikle bahar dönemi yaklaştığında zamanımın büyük bölümü bahçe uğraşları ile geçmeye başlıyor. O dönemde hat hatır sormak için uğrayan ya da arayan arkadaşlarım bir anda kendilerini çuvalın diğer ucundan tutup toprak taşırken ya da saksıları tohum ekimi için hazırlarken bulabiliyor.

Biraz süreçten bahsedelim. Ne umuyordunuz, ne buldunuz?

Önceden de belirttiğim gibi, ekolojik yaşam arayışı kentlerde oldukça yaygınlaşmış durumda. Çeşitli bostanlar, topluluklar ve dernekler üzerinden bu konuda çalışma yapan insanlar mevcut. Bu arayış üzerinde ortaklaşan insanlar ile daha geniş çaplı birliktelikler inşa edebileceğimizi ummuştum fakat henüz böyle bir süreç başlamadı. Tabi son bir yılın pandemi atmosferinde geçtiğini düşünürsek bu birlikteliklerin kurulamamış olması geleceğe dair bir umutsuzluk oluşturmuyor. 

Gelecekte bu girişimi nerelere taşımayı düşünüyorsunuz? Yol haritanızdan bahseder misiniz?

Sanırım bu noktada iki farklı yol haritasından söz etmek daha doğru olacaktır. Kişisel olarak bu uğraşı sürdürebilmek ve geliştirebilmek için maddi bir getirisi olacak bir yapı kazandırmak istiyorum uğraşıma. Babylon Kent Bahçeleri’ni kurgularken şöyle bir fikrimiz de vardı; ilgisi ve balkon, teras ya da bahçesinde bahçecilik ile uğraşacak alanı olan ama zamanı olmadığı için ya da ilk adımı bir türlü atamadığı için uğraşmaya başlayamamış olan insanlar için istedikleri alanlara kendi istedikleri bitkilerden oluşan bahçe tasarımları oluşturmak. Tasarlayacağımız bu bahçeleri de, damla sulama sistemi gibi pratik araçlarla olabildiğince kolay ilgilenilebilir bir şekilde kurup, sonrasında bitkilerin bakımına dair vereceğimiz kısa eğitimler ile insanların kent bahçeciliği uğraşına başlamaları ve sonrasında bu uğraşlarını kendilerinin sürdürebilmesi konusunda teşvik edici olmak gibi bir fikirdi bu. 

Diğer bir niyet ise, kentte ekolojik bir yaşam oluşturma arayışında olan insanlar ile kent bahçeciliği üzerine daha kapsamlı çalışmalar yürütecek bir yapının inşası. Kooperatif gibi kurumsal bir yapının, yine bu konuda çalışma yürüten ya da bu tür çalışmaları destekleyen kurum ve kuruluşlar tarafından muhattap olarak alınırlığının artacağını ve kent bahçeciliğinin yaygınlaşması adına bu kurum ve kuruluşlar ile beraber ya da onların desteği ile daha rahat çalışma yürütülebileceğini düşünüyorum. 

Kent bahçeciliğine dair hayalleriniz nedir, gelecekte kent bahçeciliğinin nasıl bir hal almasını hayal ediyorsunuz?

Hayal diyince sınırsız bir dünyanın içine adım atmış olduğumuzu düşünüyorum, o yüzden ne kadar mümkünlüğünü nasıl mümkünlüğünü bilemesem de en küçük ölçeğinden büyüğüne doğru kendi kendine yeten kentleri hayal etmek oldukça keyifli. Her apartmanın kendi ihtiyacını bir ölçüde kendi çatısında ya da bahçesinde karşıladığı, boş arazilere kurulacak mahalle bostanları ile ve yine terkedilmiş, boş binalara kurulacak olan hidrofonik dikey tarım bahçeleri ile mahalle olarak belli sebzeler açısından kendi kendine yetebilen, kent çevresindeki kırsal yerleşimin de entegre edilmesiyle şehir ölçeğinde de yine belli sebzeler açısından kendi ihtiyacını karşılayabilen şehirler ve bu farklı ölçekteki yerleşim yerleri arasında kurulacak olan takas ağları ile çevrili bir dünyada yaşamak çok keyifli olmaz mıydı?

Pandemi aslında yaşadığımız sistemin kırılganlığını tüm çıplaklığı ile göstermiş oldu bize. Üretim ya da lojistik üzerinde yaşanacak herhangi bir sorun karşısında kentlerde yaşayan insanlar olarak çaresiziz.

Bugüne gelene kadar hatalarınızdan neler öğrendiniz? Yeni başlayacaklara tavsiyeleriniz neler?  

En büyük hatam, daha doğrusu eksikliğim bahar öncesinde kurmayı planladığım bahçeye dair iyi bir planlama yapmamak oldu.  Çünkü her bitki gerek istediği koşullar gerekse de gelişme hızı açısından birbirinden farklı özellikler gösteriyor. Hangi bitkinin nasıl bir toprak derinliğinde iyi gelişim göstereceği, güneş mi gölge mi sevdiği gibi konuları detaylıca araştırmadan çok fazla çeşit bitki ile ilgilenmeye çalışmak büyük sorun oluşturabiliyor. O yüzden önerim özellikle yeni başlayacaklar için çok fazla çeşit bitki yetiştirmeye çalışmaktansa yetişme koşullarına dair araştırma yapabildikleri bitkileri tercih etmeleri ya da dere otu, soğan gibi yetiştirilmesi kolay bitkiler ile başlayıp daha sonra bahçelerini kademeli olarak genişletmeleri.

Kent bahçeciliği politik olarak ele alındığında, bize neler anlatıyor?

Kent bahçeciliğinin politik olarak ne anlam ifade ettiğini belki de en güzel anlatacak söz, Deleuze’un “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur” sözü. Kentlerde yaşamlarımız bir çok farklı iktidar aracı tarafından biçimlendirilmeye çalışılırken, bize sunulan veya mecbur bırakıldığımız yaşamların dışında alternatif bir yaşamı var etme çabasının, kent yaşamının mekanik ritmine yapılacak her türlü müdahalenin oldukça politik olduğunu düşünüyorum. 

Kendi dışında üretilen ürünler olmasa varlığını sürdürme kudretinden yoksun kentlerde tarımsal üretimin artması ve kentlerin dışa bağımlılığının azalması kentlerde yaşayan bireyler açısından özgürleştirici bir durum, ve dışa bağımlılığı azalmış bireyler arasındaki ilişkileniş ve kültürlenişin de şu andan çok farklı olacağı aşikar.  

ERKEKLER // Sanat Yapımının Etobur Hâli

Şimdi, arkadaşlarım ve ben bir kısa film yaptık. 

Toplamda tüm süreç elli beş günlük bir pre-prodüksiyon, beş günlük bildiğin prodüksiyon ve aşağı yukarı on beş günlük de bir post-prodüksiyon sürdü. Bu günlerin hepsi faturası kesilebilir iş saatleriyle dolu değildi. Yazım Nisan sonunda başladı. Yazma işleminin kendisi taş çatlasın iki saat sürdü. Bu iki yalnız saatin ardından ilk müsvedde çıktı. Takiben geçen birkaç gün de metnin tashihiyle geçti, böylece ikinci müsvedde çıktı, bu da insanlarla paylaşılarak aniden oksidize edildi. Onların fikirleri üçüncü müsveddeyi çıkarttı. 

DAHA FAZLA

İsmail Türküsev ve Komedinin El Kitabı

İsmail’in Moda’daki evindeyiz. Haziran ayı bitti bitecek, İstanbul inanılmaz pis sıcağına teslim olmuş. Bir önceki gece İsmail’le Euro 2020’nin en güzel akşamını izlemişiz. Bir iki saat sonra İsmail kalkıp, Socrates Dergi için kaydettiği podcastin çekimlerine gidecek. Bilgisayarı açıyorum. Kayıt programını çalıştırıyorum. “İsmail” diyorum, “gel; röportajı aradan çıkaralım”. Altı senelik dostluğun sonunda gelen rahatlık bu.

İsmail Türküsev bir komedyen ve dijital içerik üreticisi. Kendisiyle de bu konular üzerine sohbet etme niyetim var. Dolmuş ekibi elime bir takım sorular tutuşturmuş. Bir takım sorular da benim aklımda var. Ağzıma ilk düşen soruyla açılışı yapıyorum. İsmail yaptığı işin tanımından genel olarak memnun mu? Komedyen, yaptığı işi tam olarak karşılayan bir tabir mi?

Komedyen çok karşılıyor aslında” diyor İsmail, “ama komedyen bir şeyi karşılamıyor halkta. Yani komedyenim dediğin zaman şey oluyor aslında: ‘Yani tamam da başka ne yapıyorsun? Hani ben de balık tutuyorum ama söylemiyorum bunu’ gibi.”

Elbette bir komedyenle röportaj yapacaksanız, cevapların ciddi bir bölümünde şaka bulmayı kabul etmeniz gerekiyor. Ben İsmail’i yeniden ciddiyete davet ediyorum. İsmail burada Türkiye’ye ait bir tepkiden bahsediyor; Türkiye’de komedyenliğin ciddi bir meslek olarak algılanmadığını ifade ediyor. Ben de bir takip sorusu olarak bunun değişip değişmediğini soruyorum.

Tabi, çok uzun zamandır değişiyor bu.” diye yanıtlıyor İsmail, “Ben biraz altın döneminde girdim aslında, yükselişine denk geldim.

Bu tam aradığım pas, çünkü ben zaten İsmail’e komedyenliğe nasıl başladığını sormak istiyordum. Soruyorum. Muhabbet kırılmadan istikametinde akmaya devam ediyor.

Ben zaten mizah yapıyormuşum yıllardır, çeşitli mecralarda. Aslında radyoyla girdim bu işe.” diyor. İsmail burada Türkiye’de çok popüler olan komedi programı O Tarz Mı’dan bahsediyor. O Tarz Mı, Can Bonomo, Can Temiz ve İsmail Türküsev üçlüsüyle 2015 yılında radyoda hayatına başlıyor. 

Zaten üçümüz arkadaştık ve herkesin o yaptığı geyiği, yani aramızda yaptığımız muhabbetleri radyo programı yapsak ne güzel olur’u yaptık.” diye anlatıyor İsmail o günleri, “ama işte aramızda bir tane yapan bir insan olduğu için; yani daha önce radyoculuk yaptığı için demiyorum, genel olarak yapan bir insan Can Bonomo olduğu için; o yapıyor. Yapınca bize de yaptırdı. 

O Tarz Mı, hayatına bir radyo programı olarak başladıktan sonra dijitale geçiyor ve uzun yıllar boyunca Türkiye’nin en çok dinlenen podcast programı oluyor. İsmail bunun aslında O Tarz Mı ekibinin takip etmediği bir şey olduğunu ifade ediyor. 

“Bir anda da hiç tahmin etmediğimiz bir şekilde de podcastte öncü olduk.” diyor, “Çünkü dijitale hızlı geçtik, çünkü gençtik ve radyolar farklı konjonktüre girmeye başlamışlardı Rock FM satılmıştı falan. Sonra Spotify’ın yükselişiyle beraber Spotify’a koymaya başladık ve çok uzun süre kendimiz de burada podcast diye bir kategori olduğunun, buranın tartışmasız lideri olduğumuzun farkında değildik.

O Tarz Mı, İsmail’in hayatında önemli bir dönüm noktası bu yüzden. Daha öncesinde reklam sektöründe metin yazarı olarak çalışan İsmail, böylece performans sanatlarına geçiş yapmış oluyor.

Evet kurdun dişine kan değdi yani.” diye muhteşem bir Türkiye deyimiyle açıklıyor İsmail bu geçişi. Spesifik olarak da O Tarz Mı’nın ilk canlı performansından söz ediyor. “Üçüncü dördüncü senemizde O Tarz Mı Live yaptık IF Beşiktaş’ta ve 1500 kişi geldi. 1500 kişinin önünde O Tarz Mı icra ettik ve O Tarz Mı’da benim rolüm aşağı yukarı pervasız şaka yapan adam zaten. Ve ben 1500 kişinin önünde söylediğim şeylere gülünmesinden gerçekten çok etkilendim. 1500 kişinin kolektif kahkahasını hayal etmek ve duymak çok farklı şeyler gerçekten.”

İsmail bunu deyince yakın zamanda izlediğim Friends Reunion bölümündeki aktör Matthew Perry geliyor aklıma. Perry, canlı bir seyirci kitlesi önünde çekilen Friends’de şakaları tutmadığı zaman, gülünmediği zaman büyük bir anksiyete yaşadığını ve ancak kendisine gülündüğü zaman bir çeşit bütünlük hissettiğini anlatıyor. Bunu hatırlatıp İsmail’e soruyorum: Kahkaha aramak bir tasdik arayışı mı?

İsmail gülüyor ve “Yok, iyi sevgi aldım ben büyürken hiç onunla alakası yok.” diye cevap veriyor. İsmail genel olarak hayatta kahkaha arıyor, onun mizacı bu. Matthew Perry’nin ifade ettiği hissin ters tarafı, yani şakalarına gülünmediği zaman oluşan anksiyete ise İsmail’e göre komedyenin erken geliştirmesi gereken bir kalkan. 

3-4 şakamın kötü gitmesinin diğer 7-8’i denemem için engel teşkil etmemesi gerektiğini biliyordum.” diyor İsmail, “Bir de oransal olarak iyi bir yerdeydim diye düşünüyorum. 6-7’sinde güldürüyorsan 2-3’ü yakıyorsun. İnsanlar tolere ediyorsa sen de tolere edilebilir olduğuna ikna oluyorsun.

O zaman bizim şaka konuşmamız lazım. Şaka nedir onu konuşmamız lazım. Lafa İsmail’e daha önceden takip ettiği komedyenler olup olmadığını sorarak başlıyorum. Klasikleri, bilindik isimleri izlediğini söylüyor. Komedyenliğe başladıktan sonra o gözle tekrar izleyip izlemediğini soruyorum; “Tabii ki” diyor. Peki ne fark ediyor icracı gözüyle standup gösterisi izlediğinde?

Bu adamın bunu söylerken ne düşündüğü empatisi çok yoğun olmaya başladı. Çünkü kendini karşı konulmaz bir şekilde yerine koyuyorsun ve bunu niye yaptığını, bir sonrakinde neye hizmet edeceğini, buradan neye geçeceğini görüyorsun.”

İsmail ipleri görüyor yani. Yani standup epey inşa bir alan, onu anlıyor.

Çok. Zaten bir de öyle bir ikiliği var. Ne kadar rahat ve doğaçlama gibi hissettirirse o kadar iyi oluyor ve o his için de tam tersine o kadar tutarlı ve planlı olması gerekiyor. Komedyen şakasına güvenmiyor bazen ve hemen “işte bu da böyle bir şakaydı” falan diyor sonunda, işte o gerçekliği kırıyor seyirci nezdinde. Seyirci o zaman geriliyor, çünkü ona bir şey yapıyormuşsun gibi oluyor. Ama ideal olan hep beraber bir şey yapıyormuşsun hissi. Burada bir mühendislik var, bir sistematiği var hisleri gerçekliğe döndürüyor.

Ancak bu bariz gücü unutturmak zor, çünkü Jerry Seinfeld’in de isabetle belirttiği gibi standup gösterisinde konuşan sadece tek bir kişi var. Diğer herkes susuyor. İsmail bu güç yüzünden seyirci – icracı ilişkisinin özel olduğunu düşünüyor.

Seyircinin sana cephe almaması için hem onların yanında onlarla kaynaşık olman gerekiyor hem de bir yandan da otoritenin sınırlarını çok tatlı sert bir şekilde çizmen gerekiyor; aksi takdirde anlıyorsun ki seyirci her zaman senin dostun değil.”

Ne zaman dostu peki?

Güldürdüğün zaman. Güldürdüğün zaman öyle bir dostun ki hatta o zaman söylediğin her şeyin arkasında duruyorlar. Ne zamanki sen inanmadı, o inanmadı, gülmediniz; o zaman zaten söylediğin şeyin içini sorgulamaya başlıyor.

Sahnede olmak ve sahnedeki tek kişi olmak elbette garip bir dinamik, bu garip dinamiğin merak ettiğim bir kısmı daha geliyor aklıma İsmail ile konuşurken. İsmail underground ile ana akım arasında bir yerde gidip geldiği için, bir yandan Zorlu PSM ve BKM gibi cilalı sahnelerde; bir yandan da Aylak gibi barlarda sahne alıyor. Bir tarafta seyirciden birkaç santim yüksekte duran bir komedyen, bir tarafta içkili bir ortam. İkisinin farkını soruyorum.

Sahne ne kadar yüksek olursa beklenti o kadar artıyor, izleme şekli o kadar değişiyor. Seyircinin ne kadar rahat olduğu çok önemli. Önünde bir masa varsa, fıstığını içeceğini önüne koyabiliyorsa ona göre daha rahat oluyor.” diyor İsmail. 

İkisi arasında kendisi için bir fark olup olmadığını soruyorum ben de bunun üzerine. Doğal olan soru bu gibi geliyor.

Yani aslında ikisini de belli bir ölçüde yapabiliyor olmak lazım. Ben mesela Sahne Beşiktaş diye güzel bir tiyatro sahnesinde çok gerilmiştim. Çünkü çok yukarıdaydık seyirciden, tam bir tiyatro ışığı vardı ve sahne çok büyüktü. Bir de tiyatro düzeneğindeydi salon, ve o düzenekte seyirci tiyatro izliyormuş gibi davranıyor. Kendini çok içinde hissetmiyor olayın. Kahkaha da bir katılım ya? Katılımı minimize ediyor. Gel gelelim barlarda ve sahne-seyirci çizgisinin çok belirgin olmadığı yerlerde çok daha rahat oluyor. Ama bu sadece underground standup’ta olabilecek bir şey. Öteki başka bir şey.

Konu bunun üzerinden o sahnenin kullanımına da geliyor. İsmail’le bir süre farklı standupçıların nasıl bu sahneyi doldurduklarını konuşuyoruz. İsmail söyleme dayalı standup gösterilerini sevdiğinden, Bo Burnham gibi olayı ışık, gölge ve müzik şovuyla besleyenleri standup’tan uzakta bir yerde görüyor. Sahneyi pantomim ya da yatay hareketlerle dolduran Cem Yılmaz ya da Dave Chapelle gibi örnekleri ise kendisine örnek alıyor ve bunun bu performansta ileri düzey bir yetenek olduğunu söylüyor.

Ben üç farklı açı olduğunda bile biraz şuraya anlatayım biraz buraya anlatayımın endişesini yaşıyorum.” diyor dürüstçe. “Adam 360 derece yapıyor. Cem Yılmaz mesela, üç katlı mı orası kaç katlı? Biraz balkona da anlatıyor, sağına soluna dönüyor. Zaten artık metnine ve icrana o kadar iyi hakimsin ki, üstüne bir de çevreyi kontrol ediyorsun. Ben daha anlattığım şeyde bile yeterince ustalaşmadım ki bütün çevrelerde aynı şekilde icra edebileyim, o artık bir sonraki seviye.”

Söz metinden açılınca İsmail’e metin yazım sürecini soruyorum. Her şeyin, doğaçlama araları ve interaktif kısımların dahi önceden yazılmış olduğunu söylüyor.

Doğaçlamaya gireceğim yerler belli. Burada, buradan bir şey çıkarsa buradan devam edeceğim çıkmazsa ötekisine geçeceğim gibi. İnteraktif yerler belli.” diyor, ama ekliyor: “Tabi her gösterinin kendisine has bir yaşanmışlığı da oluyor. Laf atan, başka tepki veren vesaire. Bazen bazı yerlerde benim söylediğim bir şeyi o anki refleksimle farklı söylememden dolayı şaka başka bir hâle geçiyor. Alıp onu bir sonraki gösteride kullanıyorum.”

O zaman şakaların bir ömrü var. Doğup, büyüyüp, değişiyorlar. Peki ölüyorlar mı?

Ben diyelim bir şaka yazıyorum ve o şakanın artık hit olduğunu fark ediyorum, her zaman gülünüyor her zaman çalışıyor. Onu bir süre yapıyorum, çünkü yaparken kendim de gülüyorum. Kendim gülmediğim bir şeyi eğlenceli bir şeymiş gibi anlatmak zaten zor. O şaka bir enstrüman ya, o şakayı yaptıkça daha iyi yapmaya başlıyorum. Daha iyi yapma süreci bittiğinde şaka zirve yapmış oluyor ve o zirve noktasından sonra şakayla ilgili yeni bir şey keşfetme ihtimali bitiyor, bitince de beni heyecanlandırmayı bırakıyor. Öyle olunca da şaka ölüyor bir noktada.

İsmail bunu dediğinde benim aklıma Louis CK, oradan da alt-J’in yemin-vari şarkıcığı Ripe & Ruin geliyor. Hayatın dengesi gibi, şakaların da ömrü iyi meyvelere benziyor. Nadıc oluyor. Viran oluyor. Bunun ışığında biraz pandemiden söz ediyoruz İsmail’le. Yeni başladığı komedi kariyerinin tam başında, tam mesai işinden hayallerine doğru sıçramışken gelen pandeminin onu ne kadar maddi ve manevi zorladığından konuşuyoruz. İsmail bu süreyi yazarak, mutlaka bir gün döneceğine inanarak geçiriyor. Bir buçuk yılın ardından da, bu satırların kaleme alındığı 2021 yazında; yavaş yavaş sahnelere geri dönmeye başlıyor. Bir fark gözlemleyip gözlemlemediğini soruyorum.

Bir sikkoluk var.” diyor gülerek. “Sadece bende değil, tüm dünyada var sikkoluk. Herkes gülüyor ama tedirgin gülüyor, sadece standup için değil genel hayatta. O tedirginlik bize de yansıyor. Bakkala da yansıyordur yani.

Benim biraz farklı bir fikrim var bu konuyla ilgili. Yakın zamanda yaptığım bikininin tarihi araştırması aklıma geliyor. Orada konuyla ilgili bir tarihçi, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra korsetlerini atan, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra mayolarını ortadan kesen kadınların davranışında bir ortak zemin olduğunu; büyük kriz anlarından sonra insanların bir beden ve zevk kutlamasına giriştiğini anlatıyor. İsmail’e bunu söylüyorum, COVID sonrasın da böylesi bir reaksiyon beklediğimi anlatıyorum. Bu yaz o yaz mı?

Bilmiyorum, bu yaz biraz daha toplamayla geçecek gibi geliyor bana. Çünkü çok yara aldı insanlar, direkt şu anda bikinin altını da attım noktasına gelinebilecek mi bilmiyorum. Belki sonraki yaz. Bir noktada öyle bir deşarj yaşanacak illa ki.” diyor. Sonra da belki bunu demesinden ötürü, belki de laf lafı açtığından; pandemi sonrası katıldığı açık mikrofon seanslarındaki bir gözlemini paylaşıyor benimle. 

Bir sürü genç insan görüyorum açık mikrofonlarından örneğin. Çok ofansifler. Zehir zemberekler. Bu komedik anlamda bir devrim getirecek mi, yoksa hepimizi sikecekler mi bilmiyorum. Genç arkadaşlar tabii bilmiyorlar, ama ben daha altı ay önce bazı şakalarımdan vazgeçmek zorunda kaldım birkaç baskı yüzünden. Hapse girenler, linç yiyenler, hayatı tepetaklak olanlar oldu. Gençler sel gibi gelip o bariyerleri yıkarsa bize de umut ışığı olur tabi.

Biz bu röportajı yaptıktan sonra bir önceki gün Pride yürüyüşü olduğu için sokaklarına polis bariyerleri çekilmiş İstanbul’a atıyorum kendimi. Hava pis, hava yapış yapış. Havada garip bir umut kokusu var. İnsanların yüzleri gülmüyor, çünkü gerçekten de o yaz bu yaz değil belki de. Ama ileride bir yaz var. Ben ve bir buçuk senelik pandeminin ağırlığı altından çıkmaya hazırlanan tüm insanlar bunu biliyor. Gençler ya da kendini genç hissedenler, fark etmez. Birilerinin gerçekten de sel gibi gelip o bariyerleri yıkması gerekiyor. 

İsmail’le tekrar buluşacağım yere varıyorum. Bilgisayarımı çıkarıp yere oturuyorum. İstanbul pis. İstanbul yapış yapış. İstanbul’un sokaklarında bariyer var ve İstanbul’un sahneleri sel olup tüm bunların üzerinden akacak su damlaları için hazır bir şekilde bekliyorlar. 

Estetik tek şart. Diğer her şey serbest.

Röportaj: Yiğitcan Erdoğan

MOKOROS: Eğitim Alanında bir Sosyal Girişim Denemesi

  • Mokoros Projesinden henüz haberdar olmayan birine, bu projeyi nasıl tanıtırdınız?

Mokoros eğitmen gerektirmeyen, eğlenceli ve erişilebilir öğrenme araçları üretmek amacıyla; bir araya gelmiş arkadaşlar tarafından kurulan bir araştırma-geliştirme ve sosyal girişim projesidir. Özellikle kamu yararı sağlayacak konularda (ekoloji, toplumsal cinsiyet vb.) insanlara ihtiyaçları olan bilgileri fırsat eşitliği çerçevesinde kendileri öğrenebileceği şekilde sunmayı amaçlamaktadır. Bunu da, oyunlar, videolar, interaktif medya araçları, deneyim alanları, öğrenme programları ve materyalleri üreterek yapmayı planlıyoruz.

  • Bu projeye başlarken nasıl sorunlaştırmalara, ihtiyaçlara, amaçlara, kaygılara ve duygulanımlara sahiptiniz? Bu projenin kurgulanma ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizlerle paylaşabilir misiniz? Sizi yola çıkaran ana motivasyonlar nelerdi?

Bir süredir öğrenme süreçleri ve tarzları üzerine düşünüyoruz. Örgün eğitim dışındaki öğrenmeler ilgimizi çekti. Özellikle yaygın öğrenme metotlarının çok önemli ve faydalı olduğunu, hiyerarşik olmayan ve katılımcı odaklı eğitimlerin çok değerli olduğunu gördük. Bunun dışında doğrudan bir öğrenme amacı olmadan akranlardan öğrenmenin de güzel bir kaynak olduğunu fark ettik. Bu noktada ise erişilebilirlik ve fırsat eşitliği hakkında problemler ortaya çıkıyor. Bu tarz eğitimler çok kısıtlı ve çok az kişi faydalanabiliyor. Biz bu eğitimleri kişilerin kendi kendine ve ya akranlarından öğrenebileceği hale getirerek yaygınlaştırmayı istiyoruz. Bu şekilde isteyen herkesin yararlanabileceği kaynaklar oluşturmak istiyoruz.

  • Mokoros bu noktaya gelene kadar nasıl sorunlarla karşılaştınız ve bunları aşmak için ne gibi süreçler yaşadınız, çözümler geliştirdiniz?

Bizim Mokoros olarak yaptığımız her çalışma aynı zamanda bizim için de bir öğrenme deneyimi oluyor. Yaptığımız her projede, farklı problemlere çeşitli araştırmalar yaparak yaratıcı çözümler bulmaya çalışıyoruz. Şu zamana kadar “Binbir Kare” adında bir resimli masal kitabı yapma oyununu tamamladık. Süreç içinde, oyuna kural oluşturma konusunda bazı problemler yaşadık. Sonrasında basitleştirmeler yaparak bu sorunu çözdük. 

Daha sonra Sivil Düşün desteğiyle “Mokoros Takvimi”’ yaptık. Bunun boyutlarının ve içeriğinin fazla olduğunu gördük. Gelecekteki takvimlerin tasarımında buna dikkat edeceğiz. Basımı ve dağıtımı ile ilgili zorluklar yaşadık. Bunları hem ilişkilerimizi geliştirerek hem de gönüllülerin desteğiyle aşmayı başardık. 

DRC için “Uzay Kurgu” adında bir oyun tasarladık. Bunun geniş bir yaş kitlesine bilim ve teknoloji konusunda öğrenme deneyimi sağlaması gerekiyordu. Bu yüzden kısa süre içerisinde çok fazla araştırma yapmamız gerekti. Şimdi de, çocukları yaratıcı sanatsal üretimler yapmaları konusunda destekleyen bir animasyon projesi ile uğraşıyoruz. Bununla ilgili de yaşadığımız problemleri çözerek ve öğrenerek ilerliyoruz.

  • Proje bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

Bir anlamda kendimizi bir “araştırma geliştirme şirketi” olarak görüyoruz. Bu yüzden her işimizde yeni şeyler öğreniyoruz. Her işimizde bize destek olan çok fazla insanla karşılaşıyoruz. İnsanların gönüllü olarak bize destek olması bizi çok mutlu ediyor. Yaptığımız işlerle ilgili çok güzel geri dönüşler alıyoruz. İleride de farklı paydaşlarla bağlantılarımızı geliştirerek ve ortaklıklar kurarak elimizden gelen her alanda erişilebilir öğrenme araçlarını kullanıcılara sunmak için sabırsızlanıyoruz.

  • Projeye yakın çevresinde ne gibi etkileşimlere neden oldu? Nasıl tepkiler aldınız?

Yakın çevremizdeki arkadaşlarımız bize bu süreç içerisinde her konuda destek oldular. Zaten yaptığımız her iş hakkında önce onlardan fikir alıyoruz. Sonrasında da içerikler, mekanikler, testler, ilişkiler oluşturma, dağıtım ve yaygınlaştırma konularında bizden desteklerini hiç esirgemediler. Buradan tekrar bize destek olan arkadaş ve gönüllülerimize çok teşekkür ediyorum.

  • Gelecekte Mokoros’u hangi doğrultuda ilerletmek istiyorsunuz? Hangi amaçlara sahipsiniz?

Mokoros’un çok farklı alanlarda çok fazla paydaşla birlikte kendi vizyonu üzerine çalışmaya devam etmesini istiyoruz. Eğitimde fırsat eşitliği, erişilebilirlik ve nitelikli eğitim konularında topluma faydalı olmak istiyoruz. Kamu yararına olacak konular hakkında kişilerin eğitmensiz bir şekilde öğrenme deneyimi yaşayacakları araçlar üretmek istiyoruz.

  • Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Benzer girişimlerde bulunmak isteyenlere ne gibi tavsiyesiniz olur?

Öncelikle zorluklarla karşılaştığımızda pes etmememiz gerekiyor. Uyumlu ve mümkün olduğunca geniş bir ekip oluşturmak çok önemli. İhtiyaçları doğru belirlemeli ve planlamaları buna göre oluşturmalıyız. Sürdürülebilirlik konusunun üzerine düşünülmesi gerekiyor. Bunun dışında misyonunuzu ve vizyonunuzu her zaman hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyoruz.

  • Mokoros’un bir dayanışma çağrısı var mıdır? 

Gönüllülerimiz ile olan ilişkilerimizi arttırmak istiyoruz. Bizim özellikle kendimizi geliştirmemiz için gönüllülerin desteğine ihtiyacımız var. Bu yüzden gönüllüler ve bizlerden oluşan bir öğrenme topluluğu oluşturmayı planlıyoruz. 2021 yılında bunun çağrısını yapmayı planlıyoruz. Bununla ilgili bizle dayanışma göstermek isteyenler olursa çok mutlu oluruz.

İnternet sitemizi incelerseniz ve bizi sosyal medya hesaplarımızdan takip ederseniz çok seviniriz.

Röportajı gerçekleştiren: Tevfik Hürkan Urhan

Her Absence Fill the World – Inside, Outside

Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.

KUBİ
  • Müziğiniz aracılığıyla oluşturduğunuz estetiğinizin ana bileşenlerini tarifleyebilir misiniz bizlere? Şimdiye kadar ne tür sanatsal, kültürel ve sosyal girdiler müziğinizi besledi ve “Her Absence Fill the World” ortaya çıktı?

Kubi: Benim için “Her Absence Fill the World”, geçmiş deneyimlerimizin, girişimlerimizin, başarısızlıklarımızın ve yönelimlerimizin tamamını bir araya getiren sezgisel bir dışavurumu. Farklı uluslar aşırı köklerimizi, estetiğimizi ve ideolojilerimizi birleştiren bir projedir.

Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.

Sascha: Buna çok güzel söylendiği için ekleyeceğim hiçbir şey yok. Sadece, belki de ben bu projenin bir şekilde tüm geçmiş benliklerim tarafından şekillendirildiği fikrini beğeniyorum. Ortaya çıkan müzikte kendime ait o kadar çok anıyı keşfedebiliyorum ki bazen şaşırıyorum. Aynı zamanda onlardan her zaman kendimin bir parçası olmalarını talep etmediğim halde. Bunun utançla ilgili olup olmadığını bilmiyorum. Bu oldukça mahrem bir mevzu ve geçmiş kimliklerim gün ışığına çıktığında bazen kendimi kırılgan ve savunmasız hissetmeme neden oluyor – ve birlikte müzik yaptığımız için bazen bunları tartışmak ve onların görülmesi gerçekten zor. Ama kendimizin sevmediğimiz yanlarını da kabul etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Onları sevmeyi ya da onlar hakkında olumlu hissetmeyi kastetmiyorum. Ancak, şunu ima ediyorum: kimlik dediğimiz mozaiğin bir parçası oldukları için onları saklamama gücü inşa etmek

Photo Credit: Emrah Özdemir
  • Şimdiye kadar ki yolculuğunuz nasıl gidiyor? Yolda ne buldunuz?

Sascha: Bence yolculuğumuz en iyi yolculuklar gibi gidiyor – bir İtkaya’ya yolculuk gibi. Çok fazla neşe, çok fazla acı buldum. Biraz gurur ve güvensizlik… ve bunun tam olarak nereye varacağını bilmiyorum. Bana biraz sürekli bir şekilde büyümek / gelişmek gibi geliyor ve elbette bu her zaman iyi bir duygu değil. Ama bir şekilde duygularımızı müziğe bırakmaya çalışıyoruz ve bunun için sonuç benim için her zaman değerli.

  • Görünüşe göre pek çok müzik türünden girdiler kullanıyorsunuz. Müziğinizi türler açısından nasıl ele almayı tercih edersiniz?

Sascha: Müziğimizi genel olarak post-punk olarak ele alırdım. O kadar kolay değil, hala tarzımızı şekillendirdiğimizi hissediyorum – veya belki de bizden çıkanlara bağlı olarak kendi kendine şekilleniyor. Ama çoğunlukla bununla özdeşleşebilirim. Sanırım bir türe yönelik gerçek kategorizasyon, üreteceğimiz her şeyi ürettikten sonra yapılabilir.

Photo Credit: Emrah Özdemir
  • Neden şimdi?

Şimdi Değilse – Tracy Chapman

Şimdi değilse ne zaman?

Bugün değilse,

Öyleyse neden söz veriyorsun?

Gelmekte olan günler için ilan edilen bir aşk,

En fazla hiçbir şey kadar güzeldir.

Sabah gelene kadar bekleyebilirsin.

Yeni günü bekleyebilirsin.

Bekleyebilir ve bu kalbi kaybedebilirsin.

Bekleyebilirsin ve çok yakında pişman olabilirsin.

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

İngilizce Aslından Çeviren: Tevfik Hürkan Urhan

Dijital Sanat Devrimi: Balkan Karışman ile NFT üzerine bir söyleşi

Yaptığınız işleri hiç bilmeyen birine nasıl anlatırsınız?

Gerçek görüntüleri kullanarak ve onları manipüle ederek “türetken video sanatı” denilen bir türde işler üretiyorum.Generatif olarak da adlandırılan bu yaklaşım, sonsuz sonuçtan rastgele seçimleri mümkün kılıyor. Bu sayede işin son haline, eleme yaparak ulaşabiliyorum ve bu da süreci benim için daha heyecanlı kılıyor. Bu anlamda yaptığım işlere “deneme yanılmaya dayanan dijital yeni medya görselleri” diyebiliriz.

İşlerinizin kurgu ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizimle paylaşabilir misiniz?

Kullandığım bu yöntemin içeriğime iyi hizmet ettiğini düşünüyorum. Yaptığım sanat, tekniği ve ortamı açısından postmodern olarak kabul edilebilir. Tasarım estetiğim, dekonstrüktivist mimari, glitch-art ve op-arttan etkileniyor. Sanatımın içeriğine ve ana motiflerine gelecek olursak; sonsuzluk fikri üzerine tartışmaları tetikleyebilecek şekilde mekansal manipülasyonlarda bulunuyorum ve devamında da zaman algımızı sorgulamayı arzuluyorum.  Aksini algılasak da, zamanın başlangıcı veya sonu yok. Zaman tıpkı video sanatımdaki gibi, döngülü (loop halinde) ve sonsuz. Çalışmalarım izleyicinin varlığını gözetmeden döngüsel bir sırada dönüp duruyor. Bu bilinçli seçtiğim yaklaşım, sanatımın deklaratif olmak yerine yalnızca sürekli olağanlıkları yeniden yorumlayarak aktarmama destek oluyor. Sanat eserleri bu anlamda kendi kendilerine var olan parçalar olabiliyorlar.

NFT nedir nasıl işler?

Non-Fungible Token (NFT), en kısa tanımıyla başka bir eşi daha bulunmayan dijital varlıklardır. NFT’leri bir anlamda da, görsel, müzik, data, web sayfası, 3D obje ve benzeri verileri akıllı sözleşmelerle blockchain üzerinde tasdiklemek olarak düşünebiliriz. Bu anlamda NFT’leri koleksiyon parçalarına benzetebiliriz. Ben onları eskiden çok sevdiğim pokemon kartlarına benzetiyorum. Üzerinde kartın özelliklerini anlatan veriler var, görseli var. Kartın sabit bir parasal değeri yok ve kişiden kişiye el değiştirebiliyor. 

NFT nin yeni nesil koleksiyonculukta nasıl bir rol oynayacağını düşünüyorsunuz?

NFT platformlari kolektörler için daha liberal bir market oluşturuyor, hem kolektörün sanatçıya, hem de sanatçının kolektöre ulaşması kolaylaşıyor. Sanatçıların yerel sınırlarını ortadan kaldırıyor ve dünyanın pek çok farklı yerinden başka sanatçılarla ortak seçkiler içinde buluşmalarına olanak veriyor. Bu sayede koleksiyonlarin çeşitlilik içerisinde olmasını sağladığını düşünüyorum. 

Bir sanatçı olarak bu platformu tercih etmenizin altında yatan sebepler neler?

Sanatçı olarak dijital sanat platformlarını ve NFT’yi tercih etmemin sebebi fırsat eşitliği, sanıyorum benim gibi genç sanatçıların çoğu için ortaktır bu sebep. Konvansiyonel sanat marketinde sanatçının koleksiyoneri ile buluşması aracı kurumlar gerektirirken; NFT dijital sanat platformları bu bürokratik aşamaları ortadan kaldırıp, sanatçıyı izleyicisiyle en hızlı şekilde buluşturabiliyor. Bu da yeni başlayan ve henüz ismini duyuramamış yetenekli sanatçılara işlerini global bir şekilde gösterebilmeleri için olanak sağlıyor.

Hem sanatınız, hem de NFT platformu ile ilgili, ne gibi sorunlarla karşılaştınız? Bu sorunları aşmak için ne gibi yöntemler geliştirdiniz?

Özellikle yeni başlayan sanatçıların karşılaşacağı ilk sürpriz, işlem ücretleri olacaktır. İşin maddi boyutunun ötesinde bu işlem ücretlerinin neden verildiğini araştırdığımda ise bu ücretlerin kripto-madencilere ödendiğini ve bu madencilerin güçlü bilgisayarları kullanarak fazlasıyla elektrik enerjisi harcadığını gördüm. Bu sorun hem vicdanımı sızlattı hem de sistemin varlığının ekolojik etkilerini sorgulattı. Neyse ki her ağ çevreye zararlı değil ve bu işlem ücretleriyle yürümüyor. Ben de daha çok böyle platformlara yönelmeye çalışıyorum. 

Bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

NFT sürecimde bu noktaya gelene kadar, ki hala ilerleyecek çok yolum var, yaptığım sanatın dünyanın farklı yerlerinden çok değişik zevklere ve koleksiyonlara sahip çeşitli insanların ilgisini çektiğini, merak uyandırdığını ve takdir aldığını gördüm. Ayrıca dijital sanat platformları üzerinden bir sanat komünitesinin oluşturulduğuna tanıklık ettim. Dijitalleşen sanatsal aktivite, global işbirliklerine de olanak sağlıyor. NFT’ler, gelecekte çok daha iç içe olacağımız sanal gerçeklik ve oyun dünyalarındaki yerimizi hazırlıyorlar. Sanat dünyasının en çok konuşulan olayı olan NFT’lerin şimdilik tahmin edemediğimiz daha pek çok alanda da karşımıza çıkacağına inanıyorum ve bu alanların bizi nerelere götüreceğini heyecanla bekliyorum.

Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Yeni başlamak isteyenlere tavsiyeleriniz neler?

Platformlara ilk girdiğimde, yaptığım işlerin varlıksal ve ekonomik değerine emin olmadığım için kendimi konumlandırmakta zorlandım. Türkiye’deki sanat dünyasındaki gibi işlemeyen bu sisteme alışmak biraz zaman aldı. Geçmişe dönüp baktığımda, ilk işlerimi, biraz da bu furyanın yarattığı heyecanla, bir an önce elden çıkarmak derdinde olduğumu fark ediyorum. Şimdi ise, bu süreçlerin aceleye getirilmemesi ve sabırlı olunması gerektiğini düşünüyorum. Yeni başlamak isteyenlerin neden ve nasıl bu alanda var olmak istediğini düşünmesini, sosyal medya üzerinde paylaşılan rekor satışların onları duygusal olarak etkilemesine izin vermemelerini tavsiye ederim.

HADİ ÜRGÜP’E GİDELİM: Hamleci Konağı, tarihi, evrimi ve hissettirdikleri

Ayrancı her birimizin iç dünyasındaki haritalarda parlayan bir noktaysa, Ürgüp’teki Hamleci Konağı da bu fosforlu noktalardan biri. Tüm bu noktalar bir çoğumuz için topluluk olabilme hissini bilincimize ve kalplerimize, bir arada olmanın tadını damaklarımıza işleyen yerler. Bu tatlar Ayrancı-Neukölln Dolmuşu’na dönüşmüşken yola devam edip Kapodakya’ya, oradan da Ürgüp’teki durağımız, Hamleci Konağı’na uzanıyoruz. Bu yazıda siz dostlara, Hamleci Konağı bugüne nasıl gelmiştir ve nerelere doğru gider anlatmaya çalışıp, hep beraber mini bir yolculuğa çıkmak istiyoruz.

Ürgüp, Kapadokya’nın masalsı doğasının devam ettiği, konak ise bölgenin tarihsel izlerinin sürülebileceği bir yer bizim için. Ünlü peri bacaları, aktif volkanlar tarihinde suların kurumasıyla oluşan dokuya, rüzgarlar ve suların şekil vermesiyle oluşmuş. Farklı toplumların ve kültürlerin yaşadığı bu coğrafya, yaşananları şimdi bile okuyup görebileceğimiz bir açık hava müzesi hissi veriyor. Asurluların ‘Katpatuka’ dediği ve Perslerin dilinde “Güzel Atlar Diyarı” anlamına gelen Kapadokya, yerel bir efsaneye göre de periler diyarı olarak anılıyor.

Kapadokya’yı ruhuna sindirmiş olan sevgili Yılmaz abi yolu buraya düşenlerin doğru kapıdan girdiklerinde çıkamayacaklarını söyler. Hakikaten de öyledir, kayaları delip tutunan kökler öylesine sağlamdır ki, hissetmemek elde değildir. Bizim de bu diyarlara ve Hamleci Konağı’na yaklaşık altı yıldır hep yeniden gitme ve birlikte üretme hayalleri kurmaya doyamamamızın ardındaki etki biraz da bundandır.

Hamleci Konağı, yaklaşık 200 yıl önce bölgede yaşayan Rumlar tarafından yaptırılmış. Konakta yine evin bakım işleriyle ilgilendiğimiz günlerden bir gün, bölgenin eski Rum evlerini araştırmaya gelen birinden öğrendiğimize göre Evangelia Balta’nın ‘Prokopi’ adlı kitabında ilk sahibinin konağın önünde çekilmiş bir fotoğrafı var. Bu bilgilerin bir araya gelmesiyle konağa ait hikayeler de teker teker birleşmeye başladı.

Konağın ilk sahiplerinin Rum olduğunu ve mübadele döneminde gitmeleri gerektiği zaman konağı, lakabı Hamlecioğlu olan dedenin satın aldığını öğrendik. Hikayelerine ulaşmaya çalıştığımız Hamleci Dede Atatürk’ün telefoncusuymuş.  Anlatılanlara göre de kendisi pek konuşmazmış. Onu tanıyanlar tarafından ona oldukça saygı duyulurmuş ve hayattayken torunun torununu görebilmiş. O zamanlarda konağın içinde Hamleci Dede’nin kendi ailesinin yanı sıra, kiracı ailelerin ve evin kimi işleriyle ilgilenen “Yoğman Ağa”nın da birlikte yaşadığını öğrendik. Hamlecioğlu Dede’nin ve ondan sonraki kuşağın yaşadığı zamanlarda Kapadokya’da Ürgüp en meşhur, en gelişmiş bölgeymiş.

Konağın günümüzde mimari araştırmalara konu olan başka bir özelliği de, ahşap kapısı. Bu kapı Hamleci Dede hacca gittikten sonra yeşile boyanmış. 

Eski kapıdan uzanan düzlüğün sağ tarafında bahçe bulunur. Bir zamanlar bahçede; ahırda atlar, yaşlı meyve ağaçları, bostan ve sulama havuzu bulunurmuş. Yıllar içinde konakta kalanların teker teker azalmasıyla bakımsız kalan bu bereketli bahçe yabani otlarla ve ağaçlarla kaplanmış.  Hatta evin bir kısmı bu ağaçlar tarafından alaşağı edilmiş ve anlatılanlara göre bu yıkılan ev epey görkemliymiş. Önceden en az on çeşit olduğu söylenen elma ağaçları yerlerini kendi kendine çıkan kayısı, kara mürver ve yan bahçeden sarkan ceviz ağacına bırakmışlar.

 Bahçeden konağa uzanan düzlükten devam ettiğinizde avluya çıkan taş merdivenlere ulaşırsınız. Avluya çıktığınızda bir kısmı kayaların içinde kalan eski taş ev ve asmaların girişine gölgelik yaptığı “sarı ev” ile karşılaşırsınız. Konağı ve sarı evi birbirine bağlayan ve bahçeye bakan avlu kısmı da gündüz asmaların, geceleri de yıldızlarla ayın gölgesinde kalmaktadır. Evangelia Balta’nın, Ürgüp – Prokopi kitabında anlatılanlara göre bu taş evlerin şeklini sırtını yasladığı kaya belirlermiş. 

Ön bahçeyi gören çardağın da bulunduğu bu geniş alanda Ürgüp’ün doğal dokusunu rahatlıkla hissederiz. Bir zamanlar kalabalık bir ahaliyi ağırlayan bu konak; undamı, ahır, ağıl, tandır, şırahane gibi farklı amaçlara hitap eden bölümlere sahiptir. 

Konağa, yalnız kaldığı on beş yıldan sonra tekrar döndüğümüzde temizlik yaparken, evin bölümleri arasında, kayaya oyulmuş bir şapel olduğunu keşfettik. Bu şapelin Hristiyanlığın yayılmaya başladığı ilk zamanlardan kalmış olabileceğini düşünmekteyiz. M.S. 3. yüzyılda, Kapadokya bölgesinde sığınma ve barınma ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Hristiyanlar bölgenin kayalarının oyulmaya uygun yapısından faydalanarak Roma İmparatorluğu’nun dini baskılarından kendilerini koruyabilmişler. Bu dönemlerde yaşamlarını ve dini ibadetlerini bu korunaklı alanlarda devam ettirmişler. Şapelin, başka bir varsayıma göre de, bölgedeki evleri birbirine bağlayan tünellerden kalmış olabilceğini düşünüyoruz.

Sarı ev ile konak arasında bulunan undamı, kaya içinde bulunması ve böylece sıcak yaz günlerinde bile serinliği içinde koruyabilmesi sayesinde peynirlerin, etlerin, sebze ve meyvelerin saklandığı bir kiler olarak işlev görürmüş. Bahçede ve kiracıların kaldığı ‘sarı ev’in altında iki ayrı kuyu bulunur, hatta komşular da gelip bu kuyulardan su çekerlermiş. Hamleci Dede zamanında sarı eve çıkan iki ayrı simetrik merdiven bulunurken bugün bunlardan yalnız bir tanesi durmakta.

 Sarı evin altında girişi bağımsız olan ve bugün atölyeye çevirdiğimiz yer ise önceden ağılmış. Eskiden tandır bulunan ve mutfak olarak kullanılan yer ise undamı ve ağılın arasında. Buraya yerel dilde tafana deniyormuş.O zamanlar komşular da tandırı kullanmaya gelirlermiş. Bahçede şırahane bulunurmuş ateş yakılarak büyük kazanlarda pekmez kaynatılırmış.

Özellikle Ramazan aylarında ve bayramlarda konak akrabalarla dolup taşarmış. Dede hayatta olduğu zamanlar, dedenin elini öpmeye gelirlermiş. Bu buluşmalar ev halkı ve ailenin 3-4 neslinin bir arada hangırdamasıyla geçermiş. Gelenler için bölgenin yöresel yemekleri pişirilirmiş. Hacı Hamleci Dede de hep ‘kuzineli oda’nın sol köşesinde odun sobasının yanında minderinde otururmuş.              

Bir kısmı kayaların içinde kalan, odalardan yeni odalar açılan bu yerin çoğu kısmını henüz açabilmiş bile değiliz. Fakat konağın keşfetmekle bitmeyen özellikleri ve Ürgüp’ün, Ankara’ya göre devasa farklılıkta ve sakinlikte olması bize yapmak istediğimiz projeleri kurgulamak için ihtiyaç duyduğumuz alanı sağlıyor. 

Her kayayı oymaya bir delikle başlarsın. Başlangıç olarak, Kapadokya’ya has, fakat köreltilmekte olan şarap kültürünü kendi içimizde canlandırmaya karar verdik. Bu amaçla geçtiğimiz yaz, bölgedeki dostlarımızla işbirliği içinde şarap yapımına giriştik. Bağ bozumundan, üzümlerin ezilip saklanmasına, doğru maserasyona kadar şarap yapımını deneyimledik. Bu süreçte şarap odasını günlük olarak ziyaret edip, şaraplarla tatlı tatlı konuştuk. Şu anda varillerde bekleyen üzüm sularının süzüldüğü ve sabırla şarap olmalarını beklediğimiz aşamadayız.

Permakültürde ürün/hasat/semere döngüsü vardır. Bill Mollison’a göre, sistemde yer alan unsurların davranışları ya da işleyişi sonucu oluşan, ortaya çıkan, elde edilen her türlü faydalı çıktı o sistemdeki semerelerdir. Aynı zamanda bu semereler teorik olarak sınırsızdır. Biz de Hamleci Konağı’nda oluşturacağımız yaşam sistemini kurgularken, bu prensibi kendimize yol haritası seçtik. Yaşadığımız alanlardan ve birbirimizden ihtiyacımız olanları alırken, verebileceklerimizi çeşitlendirerek çoğaltmayı seçtik. Bir araya gelince her şeyin mümkün olduğunun bilinciyle, elde ettiğimiz her türlü semere -bahçede yağmur suyu göleti oluşturmaktan, birbirimizden keyif alıp iyileşmeye kadar-  bizim motivasyonumuz oldu. Birbirimize iyi geldik, birbirimize iyi gelince çevremize de iyi geldik. Hamleci Konağı’nda çok çalışıp ter döktüğümüz de oldu, büyülü manzaralarda topluca kamp yaptığımız da. Festival tadında çalışıyoruz denebilir. Bu da bizim en büyük semeremiz.

Hamleci Konağı’nı tekrar ayağa kaldırmak kolay bir iş değil. Tarihi oluşu, her türlü tadilatı zorlaştırıyor. Restorasyon için de ciddi miktarlarda finansal kaynak gerekiyor. Şimdilerde, hibe desteği almak için, bir proje yazıyoruz. Hamleci Konağı ile ilgili hayallerimizde galeri alanı, farklı yerlerden gelen sanatçıları ağırlayabileceğimiz uygun bir ortam, permakültür prensipleriyle yaşatılan bir bahçe ve burayla bağlantılı butik bir cafe veya restoran var. Birlikte düşlediğimiz bu projelerin geliştirilmesine ve bunlara katkıda bulunulmasına açığız.

Aslında amaçladığımız şey, herkesin yapmak istediklerini keşfedebilmesine alan sağlayan, keşiflerini bu hayata taşımalarına yardımcı olurken, bir arada yaşama sanatının incelikleriyle örülmüş bir yaşam inşa etmek. Bunu yaparken de deneyimlediğimiz şey, biricik kendimiz olmayı öğrenip bunu yansıtıp biricikliğimizden başlayarak; tüm birlerin bir araya gelmesiyle oluşan bir “bir olma” hali.

Hamleci Konağı’ndan, ve birbirimizi gözeterek var oluşumuzun tadını çıkarabileceğimiz, fikirlerimizi hayata geçirebileceğimiz bir mekanımız olsun hayaliyle çıktığımız bu yolculuğumuzdan, hepinize sobada patates ve kestane kokusu yolluyoruz. Yolu düşecek olan haber etsin!

Yazarlara ulaşın:

Sevecen Kaplan @sevconot

Esin Metin @kaplumbagamutfak

Ayşe Yayla @aysmayslay

Paris’ten Berlin’e Bir Ressamın Portresi: Feryel Atek

Feryel Atak

Resim sanatı üzerinden kurguladığınız estetiğin ana bileşenlerini anlatabilir misiniz? Şimdiye kadar tarzınızı ne tür sanatsal, kültürel ve sosyal girdiler besledi?

Dinamik, dürtüsel hareketler, görece daha grafiksel ve ince hareketlerle canlandırılan organik renkler ve şekillerden bir yapı oluşturmayı seviyorum. Bu dokular, biçimler ve çizgiler her zaman kendi kendine evrimleşir ve böylece bizzat kendim beni harekete geçiren enerjinin bir aracı haline gelirim. Ritim ve titreşimin estetiğimin büyük bir bileşeni olduğunu düşünüyorum ama aynı zamanda işimde sembolik temsil de büyük rol oynuyor. Küçük yaşlardan itibaren kendime ait bir estetik yaratmak istedim, bunun beni paradoksal olarak belli bir evrensellik biçimine yaklaştıracağına inandım. Bir duyguya biçim vermekten, bilinçaltım tarafından çağrılan bir arketip yaratmaktan gerçekten zevk alıyorum. İnsan figürünü tekrar tekrar vuku bulan bir desen, bir toplanma olarak kullanmayı seviyorum, çünkü bunun sonsuz bir dışavurum kaynağı olduğunu düşünüyorum.

Üslubumun kökenini hatırladığımda, ilk olarak ailevi geçmişimi düşünüyorum, annem ve babamın ikisi de figüratif ressamlar. Çocukluğumu 90’ların sonlarında Paris’te atölyeleri ve işgal evlerini ziyaret ederek geçirdim, ailem çarmıha gerilmiş İsa temsillerinin her türlüsünden Enki Bilal’in çizgi romanlarına, Japon mangalarından Asya ve Afrika maskelerine ve kuklalarına kadar her türlü figüratif temsile tutkuluydular. Bundan gerçekten çok etkilendim ve daha henüz çocukken çoğunlukla grafiksel olmak üzere kendi stilimi oluşturmaya başladım.

Ayrıca Avrupalılar tarafından Berberi olarak da adlandırılan Amazigh köklerim var, görsel kelime dağarcığımı tümüyle etkileyen Kuzey Afrika topraklarında bulunan eski bir yerli halk.

Felsefe, antropoloji ve daha yakın zamanda sanat terapisinin de tarzım üzerinde güçlü bir etkisi var, insanın durumu ve yorumlarının çoğulluğu, şu ana kadar var olan her türlü manevi ve mitolojik temsiller kadar beni büyülüyor.

Berlin, resim sanatı ve kendiniz arasındaki estetik ilişkiyi nasıl tariflersiniz?

7 yıl önce Berlin’e geldim. Şehrin enerjisi ve estetiği, son yüzyılların mimari mirasının Berlin’deki gibi savaşla yok edilmediği memleketim Paris’ten çok farklı ve ferahlatıcıydı. Berlin, yeni doğan kentsel manzaraları ile bana çok fazla içsel özgürlük ve yaratma dürtüsü verdi. Burada açık alanlar, endüstriyel ham mimarinin cazibesi, yeşil alanların bolluğuyla ve Doğu’nun ışığıyla buluşuyor.

Berlin ayrıca bana daha büyük ölçekte resim yapmam için fiziksel alan verdi. Ve elbette, varlık ve ifade özgürlüğünün peşinde koşan çeşitli eksantrik kişilikleriyle Berlin sahnesi, bireyselliğimi tamamen benimsemem için bana ilham verdi. Berlin aynı zamanda doğum yaptığım ve bir kadın olarak dönüşümler yaşadığım bir şehir. Anne olmak çalışmalarımı güçlendirdi ve resim pratiğimde daha derine inme isteğimi artırdı.

Sanatçı kimliğinizin kurulmasında hangi ressamların önemli rol oynadığını düşünüyorsunuz? Hangi sanat akımları sanatınızı göz ardı edilemeyecek ölçüde etkiledi?

Her şey eski ustalarla başladı, çocukluğumda Avrupa’nın her yerindeki müzelerde Caravaggio, Da Vinci, Artemisia’ Gentileschi gibi isimlerle ve ayrıca Schiele, Kokoschka, Goya, Hokusai, Bacon, Kahlo, Ousmane Sow, Bilal gibi zaman ve mekanı aşan yenilikçi bir formla insan ruhunu ve durumunu çağıran sürrealistlerle gözlemleyerek tanıştım. Ayrıca diğer kültürlerden ve yerlerden gelen sanatın da sanatsal inşamda büyük etkisi oldu.