Yiğitcan Erdoğan, profesyonel kariyerine 16 yaşında bir video oyun dergisinde yazar olarak başladı. On yılı aşkın bir süre hobi gazeteciliği yaptıktan sonra, 2019 yılında ilk kurgu eseri olan Zamanaltı adlı podcast tiyatrosuyla çıkış yaptı. Edebiyatın dışında, hem online hem de sahnede gerçekleştirdiği panel programlarıyla da tanınmaktadır.
Geçenlerde can dostum Kubi Öztürk ile yine bu Dolmusch sayfalarında hikayesine rastlayacağımız HAFTW albümü Unknown Territories’den konuşuyorduk. Kubi bu albümü yapıyor olmaya dair o an hissettiği şeyi anlatmak için şu teşbihe başvurdu: Kendinin arkeologu olmak.
Bu noktada durdum, arkadaşımın koluna heyecanla vurdum ve Berlin sokaklarının genel olarak endişe ile karşıladığını üzülerek kabul ettiğim bir desibelde bağırarak bu lafa dair coşkumu Kubi’ye duyurdum; çünkü ben de şu sıralar üzerinde uğraştığım şeyle ilgili aşağı yukarı buna benzer bir şey hissediyordum. Büyük Tufan’dan söz ediyorum.
Büyük Tufan hayatına 2020 yılının sonlarında bir fikir olarak başladı. Yazdığım ve hayata geçirdiğim ilk radyo tiyatrosu olan Zamanaltı, bitmek üzereydi ve ben bir başka can dostum İlkin Taşdelen’in o zamanlar Çayyolu’nda bulunan evinde camdan dışarı bakıyordum. İlkin’lerin beşinci kattaki o evinde Çayyolu’nun sıralı apartmanlarına tepeden bakan güzel bir şehir manzarası vardı. Bir anda yağmur yağmaya başladı. Elimde bir içecek tuttuğumu hatırlıyorum, fakat bu detayı bu fotoğrafa sonradan ekleyip eklemediğime dair kesin bir şey söyleyemiyorum. Emin olduğum tek şey, yağmur yağmaya başladı ve ben manzarayı izlerken bir anda kendimi şunu düşünür buldum: Ya bu yağmur hiç dinmezse?
Büyük Tufan bu temel fikirden yola çıktı ve dünyaya gelirken ilk önce zamanın ruhuna çarptı. Pandeminin tam göbeğinde olan ben, bir süredir kıyamet-sonrası edebiyatın güncellenmesi gerektiğini düşünüyordum. Farklı medyalarda Mad Max, The Walking Dead, The Road ve The Last of Us gibi örneklerini gördüğümüz bu janrın en sık karşımıza çıkan desenlerinden biri janrın isminde gizlidir: kıyamet-sonrası.
Bu tip eserlerde ana hikayemiz kıyametin kendisi yaşandıktan sonra akmaya başlar. Hatta çoğu zaman hikayen ilk olarak kıyametin öncesinden küçük bir kuple göstererek başlar, sonrasında zamanda ileriye atlar ve kıyametle kökünden değişmiş toplum seyirciye gösterilerek kontrastlama yapılır. Fakat çok az hikayede bu atlanan zaman, yani kıyametin kendisi gösterilir.
Halbuki pandemi süreci de bize göstermiştir ki kıyametler tekil, milat gibi öncesi ve sonrasının kesin olarak ayrılabilecekleri nokta olaylar değillerdir. Kıyametler uzun süren süreçlerdir ve yine pandemi bize göstermiştir ki, kıyametlerin kendisi de epey ilginç ve anlatılmaya değer hikayelerdir.
Hiç dinmeyen bir yağmur fikri, İç Anadolu’da bir camdan dışarıya bakarken gelen bir ilhamla birleşince elbette insanlık tarihinin en çok tekrar eden kıyamet motifine varmak da çok zor olmadı. Anadolu ve çevresinde yaşamış tüm medeniyetlerin, bugün pek çok tarihçinin Akdeniz’in Karadeniz’e taşmasına atıfta bulunduğunu düşündüğü bir Büyük Tufan hikayesi vardı ve zaten global bir iklim krizindeki dünyanın çok büyük ölçekte bir Büyük Tufan hikayesi yaşaması ihtimali de uzak gibi gözükmüyordu.
Sonrasında bunun üzerine tema oturdu. Gerçekten de bir Büyük Tufan daha yaşanırsa, masada iki ihtimal vardı: Ya bu Dünya’da kalınacak, ya da bu Dünya’dan gidilecek ve yeni bir gezegende yeni bir yaşama başlanacaktı. Hikaye bu iki farklı kararı alan iki ana karakter üzerinden şekillenmeye ve tematik olarak bir gitme ve kalma diyalektiğine oturmaya başladı. Bu da benim hikayeye şahsi bir seviyeden bağlanmamı sağladı; çünkü benim de hem kendi Türkiye’den gitme kararımla, hem de devamlı işime gelmeyen yerlerden sadece işime gelen zamanlarda gidiyor olma kararımla hesaplaşıyor olmam gerekliydi. Büyük Tufan bu hesaplaşmaları yapmama olanak tanıdı ve hikaye bir noktada kendi rayında ilerlerken, başka alegorilerle de karşılaştı.
Büyük Tufan’ın ilk senaryosu 2021’in Ocak ayında yazıldı, ilk bölümü 2021’in Aralık ayında kaydedildi ve dinleyicilerle 2022’nin başlarında buluştu. 2024 yazında ise son bölümü Yarından Sonra yayınlandı ve 61 bölümlük ömrünü sonlandırdı. Ve şu an, hafta hafta tefrika edilen bir roman olarak tekrar yazılıyor ve okunuyor.
Bu da bana, Kubi’nin deyimiyle, kendimin arkeologu gibi hissettiriyor.
Büyük Tufan’la ilgili şu an özel bir heyecan hissetmiyorum. Büyük Tufan’ın satır aralarında kendime sorduğum soruların cevabını uzun süre önce aldım ve edebi olarak denemek istediğim çoğu şeyi halihazırda denedim. Bir insanın kendine yazar diyebilmesi için gereken apoletlerden birinin de bir roman yazmak olduğuna dair çocuksu inanışımı bir kenara bırakırsak, Büyük Tufan’ı eşelemek için duygusal bir sebep de hissetmiyorum aslında. Bin sene önce inşa ettiğim ve sonrasında kullanılmadığı için toprağın altında kalmış tapınağımı tekrar diş fırçalarıyla temizleyerek ortaya çıkarmak bana altında kalan tapınağı da çok taze hatırladığımdan heyecan verici gelmiyor.
Ama yapıyorum, çünkü iş bunu gerektiriyor.
Başka başka sebepler de söyleyebilirim; ben bu romanı tefrika ederek akmasa da damlayan bir gelir kaynağı oluşturuyorum, yine hafta hafta yayınlandığı için satın alan okuyuculara bir gönül borcu hissediyorum, belki bir gün bir yerde fiziksel olarak yayınlanacağını umut ediyorum… ama günün sonunda bunların hepsi aynı yere çıkıyor. Büyük Tufan’ın radyo tiyatrosu olarak bitmesinin ardından ben Büyük Tufan’ı romana dönüştüreceğimi biliyordum; çünkü iş o zaman da açıkça bunu gerektiriyordu; ve şimdi işin bu noktasında alınan heyecanın azalması bir şey ifade etmiyor. Çünkü dünyanın her yerindeki her sanatçı biliyor ki, sanat yapmaya başlamak bir zorluk içermiyor.
Kanye Ost, namı diğer Karel Ott, diğer adıyla KO, 1986’da Doğu Berlin’de (Alman Demokratik Cumhuriyeti) doğdu. Ostberlin Androgyn için rapçi, Bistro Palme için ise şarkıcı ve söz yazarıdır.
Müzikal yolculuğunuza baktığımızda, okuma gruplarında gitar çalan bir adamdan yükselen bir rap yıldızına dönüşümünüz dikkat çekici. Bu köklü değişimi tetikleyen nedir? Sanatçı olarak evriminizdeki önemli kırılımları bizimle paylaşabilir misiniz?
Küçükken, özellikle ailemin önünde Karel Gott’un “Biene Maja” başlık melodisini söylemeyi çok severdim. Muhtemelen ebeveynlerimden ve Schlager (geleneksel Alman halk müziği) müziği seven büyükannemden aldığım aşırı olumlu geri bildirimler yüzünden, küçük yaşta şarkıcı olma hayalleri kurmaya başladım. 12 yaşındayken ilk gitarımı aldım ve ilk şarkılarımı yazmaya başladım. 16 yaşından itibaren farklı rock gruplarında çaldım, genellikle şarkı sözlerini yazdım, şarkı söyledim ve gitar çaldım.
2010 yılında arkadaşlarım Sarah Bosetti, Daniel Hoth, Karsten Lampe ve ben, “Couchpoetos” adında bir okuma sahnesi başlattık, burada arkadaşlarım en yeni şiir-slam metinlerini sergiledi, ben de ayda bir veya iki kez en yeni şarkılarımı “gitar çalan adam” olarak seslendirdim.
2016’da Daniel ile birlikte çok vakit geçirip sigara içiyorduk ve “Ostberlin Androgyn” olarak Couchpoetos sahnemizde iki rap şarkısı yapma fikrini bulduk. Başlangıçta sadece eğlenceli bir fikir olarak ortaya çıktı, ancak seyircinin tepkisi, Ostberlin Androgyn rap ekibinin özel ve benzersiz olduğunu ve farklı sanatsal kimliklerimizin geçmişe kıyasla daha radikal bir şekilde ifade edilebileceğini açıkça bize gösterdi. Seyirci bizi bağrına bastı ve Ostberlin Androgyn olarak kendimizi ciddiye almamız gerektiğini öğretti.
Bu nedenle, bunu gerçek bir proje haline getirmeye karar verdik ve ilk EP’mizi kaydetmeye başladık. EP’yi 2017’de yayınladık ve 2018’de Fusion Festival’de bir konserimiz olmuştu bile, o zamanlar her şey çok hızlı gerçekleşti.
Fotoğraf: Sebastian Hermann
Rap’i özgürleştirici bir güç olarak tarif ettiniz, gerçekten akışı ve özgürlüğü hissettiğiniz bir tür olarak. Rap’te sizi bu kadar derinden etkileyen nedir? Bu müziği benimsedikten sonra işler nasıl bu kadar hızlı ilerledi? Ve Ostberlin Androgyn nasıl bir proje olarak bir araya geldi? Grubun vizyonu ve Kanye Ost olarak sizin rolünüz hakkında hikayeyi paylaşabilir misiniz?
16 yaşından beri rap dinliyorum, o zamanlar ana müzik ilgilerim punk ve rock’tı. Dinlediğim Alman rap’i oldukça ham ve yoğundu—Westberlin Maskulin’de Kool Savas ve Taktloss, Aggro Berlin’de Sido, B-Tight, Bushido ve Fler, ayrıca MOR, Prinz Porno ve daha sonra KIZ vardı. Genellikle Batı Berlin’in yeraltı rap’ine ilgi duyuyordum. Onun sertliğini ve doğrudan mesajlarını beğeniyordum. 90’ların sonlarında Batı Berlin “savaş rap’inin” lirik kalitesi, o zamanlar Hamburg ve Stuttgart’tan çıkan daha popüler eğlenceli veya “bilinçli” hip-hop’tan çok daha keskin ve zekiceydi.
Tek sorun içerikleriydi. Antifa arkadaşlarımla bu müziği paylaşmak rahat hissettirmedi çünkü Batı Berlin yeraltı rap’inde sık sık şiddet içeren, seksist ve homofobik sözler vardı. Bu sanatçılar provoke etmeyi amaçlasa ve savaş estetiğinin bir parçası olarak sert sokak dili kullansalar da, bazen ironik olsa bile, problematik fikirleri pekiştirmeye devam ediyordu. Ama buna rağmen, bu tarz rap’i sokaktaki kredibilitesi, Berlin tarzındaki sertliği ve yeraltının çekiciliği nedeniyle diğer, daha sıkıcı Alman rap’lerine tercih ettim.
Ostberlin Androgyn adını doğrudan Westberlin Maskulin‘e bir oyun olarak düşündük. Hem Daniel hem de ben Berlin-Hohenschönhausen’de, Doğu Almanya döneminden bir ‘Plattenbau’ mahallesinde büyüdük, bu yüzden “Doğu Berlin (Ost Berlin)” kimliğimizin önemli bir parçasıydı. İkimiz de erkek olduğumuz için, “Maskulin”‘i “Feminin”‘e çeviremezdik, bu yüzden daha yumuşak ve daha akışkan, geçişken bir cinsiyet temsilini sunan “Androgyn”‘i seçtik.
Ostberlin Androgyn ekibimizin adını belirledikten sonra, uygun rapçi alter egoları aramaya başladık. İsmim, Kanye Ost, neredeyse anında aklıma geldi—Kanye West’in benzersiz prodüksiyon ve rap tarzını beğenirdim, ve isim grubun adının tersine dönme ilkesini takip etti (…ve bugünkü Kanye West hakkında konuşmayalım, hehe). Daniel’in alter egosu, Gregor Easy, aslında bir Freudyen kayma sonucuydu—aile üyesi DIE LINKE politikacı Gregor Gysi’yi anmak istemişti ama yanlışlıkla bir “G” çıkardı, ve Gregor Easy doğdu!
İlk rap sözlerimizi yazmadan önce, zaten ekibimizin adını ve alter egolarımızı seçmiştik. İçerik açısından, Doğu Alman kimliklerimiz üzerine bir tarih sonrası perspektifle odaklandık. Gregor Easy’nin babası Eski Doğu Almanya Devletinin ordusunda, “Nationale Volksarmee (NVA)” askeriydi. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Batı Almanya’nın eski Doğu Almanya’yı devralması sonrasında alkolizmden öldü. Ailem, Doğu Berlin’e taşındıklarında kendilerini sosyalist öncüler olarak görüyordu. 1986’da doğdum ve Doğu Alman gizli servisi, Ministerium für Staatssicherheit (Stasi) için çalışan bir babayla ve öğretmen olmak için Marksizm-Leninizm, Rusça okuşmuş olan bir anne ile büyüdüm.
Eski Doğu Almanya’dan birçok kişi, 1990’dan itibaren uyum sağlamak zorunda kaldıkları kapitalist dünyada yönlerini bulmakta büyük zorluklar yaşadı. Bu sorunlar ve bunun yanı sıra kendi tarihimize dair ironik ve nostaljik bakış açıları, şarkı sözlerimizin merkezi noktalarında yer alır.
Sanatsal üretimlerimizin başka bir önemli yönü ise toksik erkekler olmadan doğrudan ve “sert” olmak istememizdir – bu yüzden cinsiyetçi veya homofobik dil kullanmıyoruz ve örneğin kadınlar veya gay insanlar yerine zengin çocuklar ve diğer sinir bozucu insanları eleştirmeyi tercih ediyoruz.
Gregor Easy’nin pis herifleri komik bir şekilde eleştirmesi ve kendi uyuşturucu kullanımı tarihimi dürüstçe anlatan şarkı sözlerimiz, bizim bir yeraltı rap ekibi olarak ciddiye alınmamızı sağladı.
İlk EP’mizi plak olarak 2017’de yayınladığımızda, parçamız “Takeover 2017” için bir müzik klibi çekmek istedik ve arkadaşımız, yapımcı Spoke’tan bunu yapmasını istedik. Çekim sırasında güçlü bir bağ ve iyi hisler yaşadık. Spoke o zamanlar zaten beatler üretiyordu, ve sonrasında 2018’den 2021’e kadar ekibimize üye ve yapımcı olarak katıldı.
Spoke, 2017’de Freilauf Festivali için bize bir konser ayarladı, orada gelecekteki menajerimiz eq:booking ajansından Donna ile tanıştık, o müziğimize aşık oldu ve bizim için birçok konser ayarladı.
Sonraki yıllarda birkaç kaset ve plak (sonuncusu, “Im Osten nichts Neues”, Hamburg’daki Audiolith kayıt şirketinden çıktı) yayınladık ve birçok konser vererek tura çıktık. Sonra korona pandemisi geldi ve Almanya’da yeraltı müziğini ve kulüp kültürünü (biz de dahil) mahvetti. Bu günlerde yine yeni bir albüm üzerinde çalışıyoruz ve 2025 sonuna kadar çıkarmayı umuyoruz.
Diğer projeniz, Bistro Palme, tamamen farklı bir türü keşfediyor. İki müzik türünde var olmaya sizi çeken nedir? Her biri için farklı bir yaratıcı enerji mi hissediyorsunuz yoksa beklenmedik şekillerde birbirini besliyorlar mı?
Dinleyici olarak her zaman tüm müzik tarzlarına açık oldum ve sanatçı olarak ise genellikle aynı anda iki veya üç farklı projede yer aldım. Bu yüzden benim için ayrı müzik dünyaları arasında gerçek bir bölünme yok, sadece farklı duyguları farklı stiller aracılığıyla ifade edebileceğiniz tek büyük bir müzik alanı var.
Bir insan her gün aynı şarkıyı dinleyerek veya aynı duyguları hissederek uyanmaz. İnsanlar bir çok farklı duygu yaşar ve hayatlarının farklı aşamalarından geçer. Bazı günler ‘death metal’ dinlemek isteyebilirsiniz; diğer günler ‘hyperpop’ modunda olabilirsiniz. Bu, kim olduğunuzu değiştirmez. Sanatçı olarak benim için de aynı: Farklı duygularım var ve kendimi farklı müzik stilleri aracılığıyla ifade edebilirim, tek ve aynı sanatçı olarak.
Dürüst olmak gerekirse, bu yaklaşım bana tamamen doğal geliyor, bu yüzden aynı anda hem yeraltı ekibinde bir rapçi hem de oyunbaz bir rock büyük bandosunda bir şarkıcı olma fikriyle mücadele etmiyorum.
30 yaşında rap yapmaya başladığımda, sahnede ne kadar özgür hissettiğime şaşırdım; elimde gitar olmadan ve o tipik “gitarlı üzgün beyaz adam” imajı olmadan. Başlangıçta gerçekten Ostberlin Androgyn’e odaklanmak istedim ve gitar çalmam gerekmediği için mutlu oldum. Ancak gitarla şarkı bestelemek benim için asla geride kalamadı ve Bistro Palme, bu şarkıları kanalize edebileceğim projeydi. Bistro Palme’yi neredeyse Ostberlin Androgyn ile aynı zamanda arkadaşlarımla başlattım. Ancak, Bistro Palme sekiz müzisyenden (kontrbas, çello, keman, gitar, saksofon, flütler, davul ve klavyeler çalan) oluştuğu için, üretim ve yayınlama süreci çok daha uzun sürüyor ve daha fazla enerji gerektiriyor. Sonuç olarak, Bistro Palme Ostberlin Androgyn’e kıyasla daha az çıktı sağladı, ama her zaman var oldu. Sadece biraz daha “gizli” arka planda diyebilirim. Bu günlerde odak noktam tekrar Bistro Palme’e kaydı. İlk albümümüzü, Es geht voran!, Kasım 2024’te vinilde yayınladık ve oldukça sık canlı çalıyoruz.
Ostberlin Androgyn’de ben “Kanye Ost” iken, Bistro Palme’de “Karel Ott”ım, dolayısıyla her iki projede de hala “KO”yum. Bu iki kişilik arasında güçlü bir bağ var, ancak elbette sahnede farklılar. Kanye Ost biraz daha vahşi, kaotik, mizah dolu ve kendine zarar verici iken, Karel Ott biraz daha olgun, düşünceli ve felsefi.
Sonuç olarak, bu olan biten farklı yaratıcı enerjiler ile ilgili değil. Her iki projeye de koyduğum tek ve aynı yaratıcı güç. Fark daha çok, belirli bir zamanda içinde olduğum “mod” veya seçtiğim özel odakla ilgili.
Ostberlin Androgyn ve Bistro Palme başka bir unsur aracılığıyla da birbirine bağlanıyor., Bu da her ikisinde de radikal denecek kadar dürüst şarkı sözleri kullanmamdır. Pop müziğinde sık sık hayatı ve yaşadığımız dünyayı şekerle kaplama eğilimi vardır—çok fazla romantizasyon ve iyi hissettiren içerik bulunur. Örneğin, depresyon hakkında tatlı, melodik bir şarkı yapmayı ve ağlayan bir yüzün bir güzelliğe sahip olabileceğini söylemeyi hatta Berlin Duvarı’nda ölen insanlar hakkında bir rap parçası yazma fikrini seviyorum. Tabuları yıkmak, hem kişisel hem de toplumsal travmaları ele almak ve çoğu insanın deneyimlediği ama nadiren tartıştığı mücadeleler hakkında konuşmak, tüm bunlar beni bir sanatçı olarak ilgilendiriyor… ve aynı zamanda da iyi bir terapi deneyimi olan biri olarak! 😀
Fotoğraf: Sebastian Hermann
Doğu Berlin’in etkisi işinizde açıkça görülüyor, sanatsal kimliğinizin içine işlenmiş. Doğu Berlin’de büyümek müziğinizi, şarkı sözlerinizi ve yaratıcı vizyonunuzu nasıl şekillendirdi?
Öncelikle, kişisel çocukluk anılarım (ve ebeveynlerim tarafından sosyalizm ve eski Doğu Almanya devletindeki hayat hakkında genellikle olumlu konuşulup düşünülmesi) ile bir yandan, daha sonraki (kapitalist) çocukluğumda okulda eski Doğu Almanya devleti ve Stasi hakkında okumak zorunda kaldıklarımız arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Doğu Almanya genellikle nasyonel sosyalizme benzer totaliter bir sistem olarak sunuldu. Filmlerde ve medyada ‘Ministerium für Staatssicherheit’‘te çalışan insanlar genellikle soğuk ve doğuştan kötü figürler olarak gösterildi. Ailemde bazı üyeler Stasi için çalışıyordu ve kendi deneyimlerimden biliyordum ki onlar, kapitalist zafer anlatılarının tarif ettiği canavarlar değillerdi.
Aynı zamanda, okuldan, medyadan ve çağdaş tanıklardan, ailemin Doğu Almanya hakkındaki aşırı olumlu görüşlerinin de gerçeğe çok yakın olmadığını öğrendim. Gerçeğin arada bir yerlerde olduğunu hissettim ve hayatım boyunca onu aramaya devam ettim. Bu gerçek arayışı kesinlikle sanatsal görüşlerimi şekillendirdi – her zaman şarkı yazmanın bana bunu oturup üzerine çalışmaktan daha yakın hissettirdiğini düşündüm.
Benim kuşağımın, farklı toplumsal sistemlerin çatışması ve dönüşümü üzerine benzersiz bir perspektifi var. Doğu Berlin’de doğduk, erken çocukluğumuzu sosyalist Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde geçirdik ve sonra 1990’da “Die Wende”yi yaşadık, bu da kapitalizmi toplumumuza bir anda çarptırdı ve herkesin hayatını kökten değiştirdi. İnsanlar işlerini ve kimliklerinin bir parçasını kaybetti; birçoğu içinde bulunduğu dünyayı artık anlayamadığı için kendi hayatına son verdi. Benim kuşağım öncesindeki nesil tamamen sosyalist bir zihniyetle sosyalist bir dünyada şekillendi. Benim kuşağım sonrasındaki nesil tamamen kapitalist bir dünyada büyüdü.Ama bizim kuşağımız her ikisini de yaşadı ve bir sistem çökebilir, ama hayat yine de devam eder öğrendik. Bu bilgi—dayanıklılık ve hayatta kalma—sanatımda merkezi bir rol oynuyor olabilir. Bizim için felaket ve çöküş normaldi, bu da rahatsız edici konuları keşfetme eğilimimi açıklayabilir.
Yeniden birleşme sonrası, Batı Almanya’dan şirketler ve bireyler, Doğu Almanlardan ekonomik olarak faydalandı. GDR’den çoğu insan, sert “özgür” pazarın nasıl işlediğini gerçekten anlamıyordu—biraz Deutsche Mark almak her zaman iyi bir anlaşma gibi görünüyordu. Günümüzde önceki Doğu Almanya cumhuriyetinde bulunan tüm evler, işletmeler ve endüstriyel yapılar batılı şirketlerin veya bireylerin mülkiyetinde. Bugün bile, 2025’te, Doğu Almanya’da yaşayan insanlar aynı iş için Batı’dakilere kıyasla yaklaşık %15 daha az ücret alıyor. Doğu Alman olmak hala sık sık adaletsizlik hissiyle ve kaybeden olarak konumlandırılmakla ilişkilendiriliyor. Diğerlerinden daha az güç ve paraya sahip olmama rağmen sesimi duyurmayı ve alanımı geri kazanmayı sağlamak, sanatım için büyük bir motivasyon olabilir.
1993’te Berlin-Hohenschönhausen’da okula başladığımda, arkadaşlarım ve ben özel Bundesliga logolu Coca-Cola kutuları toplardık ve bu kapitalist çöpleri yatak odalarımızın dolaplarının üstünde gururla sergiledik. Doğu Almanya’da çok fazla maddi zenginlik yoktu, bu yüzden Coca-Cola kutuları bile bize değerli görünüyordu. Doğu Almanya’da birçok şey kıttı, bu yüzden arabanızı tamir etmeniz gerekiyorsa, doğaçlama yapmak zorundaydınız. Bu deneme-yanılma ruhu—bir çözüm bulana kadar çözüm bulmayı umarak denemek—tam olarak müzik yapma şeklimdir. Bu muhtemelen aynı zamanda neden farklı müzik stilleri ürettiğimi de açıklar, başka bir deyişle cevapları veya çözümleri bulmanın tek bir yolu yoktur, bu yüzden aynı anda farklı yaklaşımları deniyorum.
Özellikle Türk-Alman sanatçılar olmak üzere, göçmen rapçiler, bugün bildiğimiz Alman rapini şekillendirmede kritik bir rol oynadı. Alman rapinin her zaman çok kültürlü olduğunu mu düşünüyorsunuz, yoksa bir zamanlar Türk-Alman sanatçılar bu müzik türünün merkezinden dışlanmış mıydılar? Alman rap ana akımı ile Türk-Alman rap arasında bir ayrım görüyor musunuz, yoksa zamanla bu sınırlar bulanıklaştı mı?
Daha önce belirttiğim gibi, Alman rap’ini ilk dinlemeye başladığımda, genellikle Batı Berlin’den gelen ve göçmen rapçiler tarafından domine edilen savaş rap’ine ilgi duydum, bunlar arasında Türk-Alman sanatçı Kool Savas da vardı. Ironik olarak, bana göre aslında sahnede kenarda kalan beyaz Alman sanatçılar olup, Alman savaş rap baloncuğu içinde kendi yerlerini kazanmak zorunda kaldılar. Gözümde, Alman rap’i esas olarak göçmen sanatçılar tarafından yaratıldı ve şekillendirildi.
İlk dinlediğim Alman rap parçası, 1992’de Heidelberg merkezli Advanced Chemistry grubunun Fremd im eigenen Land (“Kendi Ülkemde Yabancı”) şarkısıydı. Bu şarkıda Torch ve Toni-L, Alman pasaportlarına sahip olmalarına rağmen Alman gibi hissetmediklerini, Almanya’da göçmen olarak ayrımcılığa maruz kaldıklarını anlatıyorlar.
Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, Alman rap’inin her zaman göçmen kökenli sanatçılar tarafından yönlendirildiğine inanıyorum. Yıllar içinde tür önemli ölçüde evrildi ve çeşitlendi, öyle ki bugün herkes rapçi olabilir. Başarılı olma açısından, bir göçmen kökenli olmak artık eskisi kadar belirleyici bir rol oynamıyor.
Son yıllarda en başarılı Alman rap sanatçıları arasında göçmen kökenliler var. Haftbefehl Kürt, Shirin David Litvanyalı ve İranlı kökenli, Eko Fresh Türk kökenli, Capital Bra Ukraynalı ve Bushido Alman-Tunuslu—liste uzayıp gidiyor.
Hip-hop, muhtemelen Almanya’daki tek müzik sahnesidir ki gerçekten göçmen perspektiflerini ve deneyimlerini, hem kalite hem de miktar açısından, Almanya toplumunun gerçekliğini yansıtan bir şekilde otantik olarak temsil eder.
Lacancı psikanaliz alanında uluslararası faaliyet gösteren IF-EPFCL’e bağlı Psikanaliz Araştırmaları Derneği’nin kurucu üyesidir ve başkanıdır. Bahçeşehir Üniversitesi Klinik Psikoloji yüksek lisans bölümünde psikanalitik teori ve pratiğe yönelik dersler vermektedir. Luis Izcovich’in “Sapkınlıkta Aşk, Arzu ve Jouissance” adlı kitabını dilimize kazandırmıştır. Psikanaliz Defterleri, Birikim gibi çeşitli mecralarda yayımlanmış yazıları mevcuttur. Psikanalitik kavramların detaylı bir şekilde ele alındığı Psikanaliz Sohbetleri Podcast Serisi’nin yürütücüsüdür. Şu anda ise Nişantaşı’nda bulunan kendi ofisinde psikanaliz ve süpervizyon pratiğini sürdürmektedir
“Psikanaliz Sohbetleri” podcast serisini nasıl hayata geçirdin ve bu projeye başlamanı ne motive etti? Podcast’in yayınlanmasından sonra dinleyicilerden gelen geri bildirimler seni nasıl etkiledi?
Öncelikle bu röportaj için sana ve DolmusXpress’e teşekkür ederek başlayayım. Türkiye ve Almanya arasında kurmayı amaçladığın bu entelektüel köprüyü oldukça değerli buluyorum. Seni de ODTÜ’deki yıllarımızdan beri tanıdığım için şunu söyleyebilirim ki muhtemelen benzer motivasyonlarla hareket ettik! Biraz açayım:
Psikanaliz genel olarak üzerine çok şey söylenen, yer yer indirgemeci bir tarzda yaklaşılan (modası geçmiş, heteronormatif, iktidarın destekçisi, normalize edici vs.), yer yer teorik olarak çok karmaşık görüldüğü için uzak durulan, yer yer ise aşırı idealize edilen bir disiplin. Aynı zamanda teorik zorluğu nedeniyle de, her entelektüel alanda olduğu gibi, kendi içerisinde çeşitli güç ve iktidar odakları oluştuğunu birinci elden gözlemlediğim bir alan. Teorinin karmaşıklığı ve uygulamanın belirli bir deneyim gerektirmesi nedeniyle bilgiyi tekelinde tutmaya, kendisini alandaki tek otorite gibi konumlandırmaya gönüllü birçok sözde efendinin cirit attığı bir mecra.
Bu podcasti yapmaktaki en önde gelen motivasyonlarımdan birisi öncelikle klinik alandaki kişiler için, sonrasında ise psikanalizle şu ya da bu saikle ilgilenen kişiler için söz konusu kuramı daha erişilebilir bir hale getirmekti. İlk bakışta nüfuz etmesi oldukça zor görünen çeşitli psikanaliz kavramlarını bir miktar daha anlaşılabilir hale getirirken dinleyiciler için bilgiyi erişilebilir kılmaktı, tabii kendi anladığım kadarıyla. Ve psikanalitik teori ve pratikte ilerlemek isteyen kişiler için bir kalkış noktası oluşturarak psikanaliz camiasındaki erişilebilirlik problematiğine alternatif bir çözüm sunmaktı.
Bir diğer önemli motivasyonum ise Freud sonrası diğer tüm psikanalistlerden ayrı bir yerde gördüğüm ve Türkiye’deki kimi klinisyenlerin bazen haklı ama çoğu zaman haksız sebeplerle hakkında çeşitli önyargılara sahip olduğu Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın öğretisini tanıtmaktı. Lacan’ın erişilmesi zor konuşma ve yazım tarzını ve Türkiye’deki ana akım psikanaliz camiasının pek de aşina olmadığı görüşlerini bir miktar anlaşılır hale getirerek hem klinik uygulamada hem de dünyayı anlamlandırma konusunda sunduğu araçları dinleyicilere ulaştırmaktı. Lacan’ın psikanalizi bir “burjuva rüyası” olmaktan nasıl çıkardığını, çeşitli ideallerle ve normlarla özdeşleşmeyi öğütleyen Freud sonrası psikanalitik akımlarla girdiği teorik ve pratik tartışmaları, psikanalizin hedefinin özneyi kendi arzusu yönünde harekete geçirmek olduğu yönündeki güçlü vurgusunu göstermek istedim.
Doğrusunu söylemek gerekirse tüm bu motivasyonlarım en baştan beri var olsa da yapacağım işin oldukça sınırlı bir kitleye hitap edeceğini ve kendi doğrultusu olan niş bir proje olacağını düşünüyordum. Ama öyle olmadı… Çok ciddi bir ilgi gördü, Spotify’da en çok dinlenen podcastler listelerinde bazen ilk 10’a kadar girdi. Şu an ise yaklaşık 50.000 takipçisi var, son zamanlarda pek düzenli bölüm koymuyor olmama rağmen. Zaman içerisinde meslektaşlarımın da katkı sunduğu bir alan haline geldi. Tabii bu ilgi benim bu projeye daha fazla sarılmama neden oldu diyebiliriz. Beni en çok sevindiren şey ise Lacancı psikanalize yönelik gerek Türkiye’deki Lacancı psikanaliz camiasındaki kişilerden kaynaklanan gerekse Lacan’ın sansasyonel karakterinden kaynaklanan çeşitli önyargıların törpülendiğini görmek oldu.
Podcast serinde sanat ve edebiyat ile arzu arasındaki bağlantıyı nasıl kurguladın?
Aslında bu podcast serisi boyunca henüz en az değinebildiğim alanlardan birisi psikanalizin sanatla olan yakın ilişkisi. Farklı konular bağlamında gerek sinemadan gerek edebiyattan örnekler kullansam da psikanalizin edebiyatla ilişkisini ele aldığım bir dosya haricinde bu ilişkiye pek odaklanamadım. Bu dosyayı ilerletirken ise yol beni dilin sınırlarını konuşmaya, yani ölüm, yas, huzursuzluk gibi ele alınması oldukça zor konulara getirmişti. Fakat bu konuları konuşmaya başladığım tarihlerde 6 Şubat Maraş depremi gerçekleşti ve bu konuları başka bir zamanda konuşmak üzere bir kenara bırakmıştım. Dolayısıyla şimdilik yarım kalmış bir dosya diyebilirim (37-46 arası bölümler).
Bu soruyu yanıtlamak için bir miktar teoriye değinmem gerekecek: Lacan dile çok özel bir önem atfeder ve insan öznelliğinin dilin bir etkisi olarak ortaya çıktığını söyler. En basit anlamda biyolojik varlığımız yasanın ve kültürün taşıyıcısı olan dilin cenderesinden geçer ve bu karşılaşmanın sonuçlarını önceden kestirebilmek mümkün değildir. Her bir insan yavrusunda bu karşılaşma farklı sonuçlar doğurur. İşte Lacan’a göre öznellik bu karşılaşmanın ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Buradaki özne kavramını ise bilinçli olarak kararlar veren, bilinçli bir şekilde eyleyen gibi bir anlamda almamak gerekli. Lacan için özne dediğimizde anlamamız gereken şey bilinçdışının öznesidir. Özne örneğin bir kişiyi kadın olmayı seçmeye iten, ona çeşitli durumlarda kaygı hissettiren, onu çeşitli açmazlarla tekrar tekrar karşı karşıya getiren bir faildir.
Dil varlığa bir eksik boyutu dahil eder. Dille karşılaşıldığı andan itibaren insan sadece ihtiyaçları olan bir varlık olmanın ötesine geçmiştir. O artık ihtiyaçlarını dile getirmeye çalışan, yani talep eden bir varlıktır fakat ihtiyaçla talep hiçbir zaman tam olarak örtüşmez. Talep karşılanır fakat bir şeyler hep eksik kalır. İşte Lacan’ın arzu formülasyonu tam olarak burada ortaya çıkar. Lacan’a göre arzu, bir öznenin ihtiyaç duyduğu şeyle talep ederek elde ettiği şey arasındaki uyuşmazlığın ve gerilimin sonucudur. Bu yüzden arzu tatmin olan bir şey değil daha ziyade özneyi hareket geçiren bir şeydir. Bir tür motor güçtür, itici güçtür.
Sanat ve arzu teması çerçevesinde, Lacancı psikanaliz ile sanat arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsun?
Dil bir yandan arzuyu ve öznelliği ortaya çıkarırken bir yandan da birtakım sınırlara sahiptir. Dil insan deneyiminin tümünü ele almaya muktedir değildir, insan öznelliğinde dilin erişimine kapalı bir alan mevcuttur. Lacan bunu “Gerçek” olarak adlandırır ve bu kavramı dille ilişkili olan Simgesel düzenin ötesine konumlandırır. Dilin sınırlarını anlamanın en kestirme yollarından birisi ise ölüm, ayrılık, yas, anksiyete gibi ele alınması zor deneyimlerin karşısında insanların kendilerini ifade etmekte yaşadığı zorluktur. Bir şeylerin sınırına gelindiğinde sözcükler bizi terk eder, deneyimlerimizi anlamlandırma ve aktarma konusundaki yarım yamalak estetiğini neredeyse tümüyle yitirir. İşte sanat tam bu noktada devreye girer: Adlandırılamaz olanı, anlamlandırılamaz olanı, Lacan’ın ifadesiyle Gerçek her ne ise onu ele alma girişimidir. Arzu da tatmin olmaması ve hep bir eksikle ilişkili olması bağlamında dilin erişimine tümüyle açık değildir. Bu yüzden her bir sanat eseri bir tür arzunun dışavurumu olarak ele alınabilir. Örneğin Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eseri boyunca arzusunu yakalamaya çalışan ama hep bir kayıpla/eksikle karşılaşan bir kahraman görürüz.
Buradan çıkarmamız gereken önemli bir sonuç ise şudur: Lacan için arzunun peşinden gitmek bir tür hedonizme yönelmek değildir. Lacan’a göre arzu eksik olmaya yazgılıdır ve bir özne eksikle olan ilişkisini farklı bir şekilde ele alabildiği ölçüde, onu geri döndürmeye çalışmaktan vazgeçip onun sunduğu imkanlardan faydalanmaya gönüllü olduğu ölçüde arzusunun peşinden gitmiş olur.
Lacan’ın teorilerinde öne çıkan “arzu” kavramı, senin yaratıcı süreçlerinde nasıl bir rol oynuyor? Kendi deneyimlerinden yola çıkarak, sanat ve arzu temasının yaratıcılığa katkılarını nasıl ifade edersin?
Bu soru Freud’un ortaya attığı üç imkânsız mesleği aklıma getirdi: yönetmek, eğitmek ve psikanaliz etmek. Bu podcastin eğitmekle ilgili bir yönünün olduğu su götürmez bir gerçek. Dolayısıyla güçlü bir imkansızlıkla ilişki olan bu projenin psikanalizin yayılması ve aktarılmasıyla ilgili bir arzudan dayanak aldığını söyleyebilirim sanırım. Ama bir yandan da hiçbir zaman nihai bir hedefe ulaşmayacağını bildiğim bir arzudan. Podcasti hangi noktada sonlandıracağımı henüz bilmesem de emin olduğum tek nokta aklımdakilerin tümünü anlatamadan sonlandıracak olduğum.
Türkiye’de psikanalizin genel durumunu nasıl görüyorsun? Özellikle Lacancı yaklaşıma ne kadar ilgi var?
Türkiye’de psikanaliz, özellikle post-Freudyen olarak anılan psikanaliz oldukça güçlü bir geleneğe ve kurumsallığa sahip. Bu benim çok değerli bulduğum ve Lacancı psikanalizin de bir gün -farklı tarzlarda da olsa- erişmesini umduğum bir durum.
Lacancı yaklaşım ise görece yeni. Lacancı yaklaşımın Türkiye’ye girişi klinikten ziyade felsefe, kültürel çalışmalar, sinema gibi alanlar üzerinden oldu. Bu durum sadece Türkiye’de değil tüm Anglofon dünyada böyle. Fakat Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca konuşulan yerlerde ise Lacan’ın görüşleri çok daha etkili ve güçlü.
Lacancı yaklaşımın Türkiye’deki durumu ise yavaş yavaş daha iyi hale geliyor diyebilirim. Ama en baştan itibaren birçok çatışmayı ve bölünmeyi de içinde taşıyan bir tarafı da var maalesef. İlk soruya tekrar dönecek olursam bu podcasti yapmaktaki temel amaçlarımdan birisi de odağı Lacancı alandaki bu çatışmalardan teorinin kendisine çekmekti. Teorinin sunduğu zenginliği ve uygulama konusundaki imkanlarını göstermekti. İstatistikler iyi yönde veriler sunsa da ne kadar başarılı olduğumu zaman gösterecek.
Türkiye’de Lacan’ın teorileri ne kadar biliniyor ve etkili oluyor? Kendi gözlemlerin neler? Türkiye’de Lacancı yaklaşıma dair tartışmaların seyrini ve bu alandaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun?
Türkiye’de henüz teorik bir tartışma yok, dediğim gibi daha giriş aşamasındayız. Ama uluslararası alanda faaliyet gösteren çeşitli Lacancı kuruluşların Türkiye’ye çok canlı bir ilgisi olduğunu birinci elden biliyorum. Avrupa’da genç nesil psikanalizle Türkiye’deki kadar canlı bir şekilde ilgilenmiyor, bunu çok net bir şekilde farklı psikanalistlerden duydum. Bu açıdan baktığımızda Türkiye bir gelecek vadediyor, bu alanda güçlü bir potansiyel taşıyor diyebilirim.
EPFCL (École de Psychanalyse des Forums du Champ Lacanien), ECF (École de la Cause Freudienne), ALI (Association Lacanienne Internationale) gibi uluslararası anlamda söz sahibi Lacancı psikanaliz kurumlarının Türkiye’de faaliyet göstermeye başlamış olmasını ise oldukça önemli buluyorum. Umudum zaman içerisinde birlikte hareket etmenin imkanlarını genişletmek ve git gide ayakları daha fazla yere basan bir alan inşa etmek.
Gelecekte sanat, arzu ve psikanaliz temaları etrafında bir proje gelistirmeyi dusunuyor musun?
Evet, tabii. Belki de bu röportaj vesilesiyle yarım bıraktığım psikanaliz ve edebiyat dosyasına geri dönerim ve kapsamı bir miktar daha genişleterek psikanaliz ve sanat ilişkisini daha derinlemesine ele alırım. Neden olmasın?
Esrarengiz bir alem Sadaf Bazaar, kendini kanıtlayan ve kendini yalanlayan. Hayatın, onun içindeki müziğin; ikiliğini olumlayan, hayatın parçası olan herhangi unsurun, tam anlamıyla onun yapısını taşıyacağını hatırlatan.
Yumuşak ve nazik bir şekilde koyu bir perdenin kalkmasıyla başlıyor albüm, bin hece duraksarken, bin gece uyanıyor.
Derin bir nefes.
Liflerine ayrılıyor notalar ve insan sesiyle buluşuyor göz, dil sürçmeleri. Tekrar bir nefes. Tek bir renk var belki Bin Gece’de fakat onun onlarca tonu bekliyor bizi. Sessiz başlangıç kendini bir boşluğa ve çözünmeye bırakıyor, sesin keşfi, müziğin bir uyku objesine dönüşü, rüyaya çalan gerçeklik ve Anadolu pınarı. Kendini bir diğer, tanıdık ama alabildiğine başka olan bir düzlüğe, eski bir el yazmasına bırakıyor. Burada renkler hareketleniyor, çoğalıyor, birbirlerine karışıyorlar. Kahverengi, sarı, bej, zaman zaman mavi ve yeşil bir papirüs karşılıyor bizi.
yeniyim ve eskiyim
geçmişim ve geleceğim
sarım kahveye kahvem siyaha
siyahım pembeye çalar
kendimden başka neyi bulur da söylerim?
Bu his deryasında bir balığım, telleri izleyerek dönerim doğduğum kuytu irkintilere.
Bir dönüş yolu görünüyor.
Nereye dönüyoruz?
Bütün bunlar bir kavanozun iki elin arasında çalkalandığı ve içindekinin köpürdüğü gibi çalkalanıp köpürüyor içimde.
Beni çalkalayan eller nerede?
El yazmalarına dönüyoruz. Orada kırlar, alabildiğine uzakta duran ufuk çizgisine kadar uzanan yeşil çimenler ve gölgeleri var. Gökyüzü nane yeşili, mavi, pembesiz olmaz. Bir ahşap ev, tek odalı. İçinde bir masa, meşeden. Masanın üzerinde bir el yazması duruyor. Kapıdan içeri giriyoruz, yaklaştıkça tutuşmaya, tütmeye, kendi kendini yemeye başlıyor papirüs. Uzakta durup izlemek en vicdanlısı olurdu belki, fakat hareketlerimiz vicdana başvuramadan kendiliğinden gelişiyor ve belki bir cevher, bir devam etme olasılığı masaya yaklaştırıyor ben’i.
Papirüs için için, dışın dışın, için dışın yanıyor; hayvanlar bağırıyor, denizler çıldırıyor, dağlar titriyor ve depremler oluyor içindeki semada. Orada bir yaşayış var fakat alevler kapatıyor görüşümüzü. Yalnız ateş. Kendi kendine yanıyor ve sönüyor papirüs. Masada tozları kalıyor, sonra onlar da gaibe karışıyorlar.
.
İnsan fanidir, insanı insan yapan ve yaşadığı hayatı hayat kılan ölümüdür belki de. Her şey yamulur, yerinden olur ve yok olur. Zaman bedenlerimize acımasız davranır, hasta oluruz, eklemlerimiz güçsüzleşir, fiziksel tahammülümüz azalır. Fakat beden neyi söyler başka? Rüyalar, gerçeğin nakışlarının dizile geldiği kök hücre, çürüyen tenimizden başka ne söyler? Ölüm, beden için bir elveda, son nefes gibidir, fakat bedeni mekânda tutana ne demeli?
Bir yangın kucaklıyor bizi yeniden, bu sefer daha yavaş, yalnızca için için yanan.
Bu yangın sevgisiz değil, aksine sevgiden taşmıştır
nasıl?
Ölümlüğümüzü sevgiyle kucaklıyor ve övüyor yangın. İnsan ve süreklilikle ağaran gün, bize ne söyler? Aralarında kopmaz, birbirine bağımlı bir halat çekili; anlam bir seçenek değil günün renklerindeki düş parelerinde.
Düşler kendilerini kabuslara, kabuslar büyük bir bardak suya suysa kendini uykuya bırakır yeniden. Bir tepecikten öteki tepeciğe, bazen incecik bir güle, bazen bir çöle uçarken yolu bulduran verilmiş hediyelerdir. Bu örnekte; sesi takip ediyoruz çöl patikalarında. Çölse, yolculuğun hudutsuz bir örneği, insan vicdanını kırıp yok edebilecek güçte ve sessizlikte.
Bir çöl divanı bu.
sudan yoksun kan, bala döner; şekerlenir güneşin altında
bir gölge,
bir dinlenme
özlemi ve hatırasıyla geçer
dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar.
Gölge kandadır, dinlenme kanda.
Bal; kanda.
Bal bir emek ürünüdür.
Sessiz bir oyun oynanır;
bilinmeyen bir dilde seslenir için içime,
duyulamaz sesi, tadılamaz şekeri.
Artık nefes almaya ne zaman ne de mekân var durduğumuz yerde. Uzaktan bir ses, bitmiş bir defterin bordoya çalan rengini betimliyor. Renk, bir soruyu ortaya çıkarır.
bir kıpırtı eklemleri titreştirir;
titreşim bir sese sebep olur.
ses tanıdık;
mekân yabancı,
varlık tanıdık;
beden yabancı.
Bir sır ortaya çıkıyor;
Mai.
Ateşten, buzdan, sesten ve cız eden bir içten medet umarak kendini açık ediyor. Geleceğin dokularının habercisi bir rüya başlıyor sonra, sembollerle süslenmiş duvarları; taştan. Anlaşılmayan fakat içten bilinen bir doğru, yola ışık tutuyor, labirentin derinliklerinde ilerliyoruz; bu bir rüya olmalı.
bu bir rüyadır belki de.
bu bir rüya mı yoksa?
sanırım bu bir rüya.
evet. bu bir rüya.
Labirent bir ritmi üsteliyor adımlarımıza, ritmin eşliğinde bir melodi duyuluyor büyük kapının ardından;
Rüyaya hoş gelmiştiniz!
Kapının arkasında ne olabilir diye düşünmeye bir an kalmadan kapı açılıyor. Artık zaman etki eden bir mefhum değil zihne. Büyük, kor edici bir ışık karşılıyor hareketi. Titreşimiyle yıkılıyor; kolların tutuşturulduğu omuzlar.
Sarı, beyaz; ışıktan bir oda. Işık gözleri kör edici bir güçle yakıyor.
Her şey bağışlanıyor ve unutuluyor. Bir başlangıcın, yeni bir rüyanın habercisi olmalı bu kor, bu ateş, bu ölüm.
.
Gözlerimizi kırlarda, sahillerde, dağlarda, büyük Güney Amerika şehirlerinde, ormanlarda açıyoruz. Bu sefer yeşil ve yeşilin imgeleri karşılıyor bizleri, bir labirentin hatırası var zihnin gerilerinde. Akşamın yelinde sokaklarda, sahillerde, ormanlarda yürüyoruz, içimizde olağan bir sevgi ve alışıldık bir güvenle. Yapraklar onu, su onu, taşlar onu, böcekler onu, gökyüzü onu, beden onu, alın onu, yalnızca onu söylüyor.
Bir müzik projesi olan Vaa, seste atmosferik elementleri ve şiiri, plastik sanatlar üslubundan etkilenerek ortaya koymayı amaçlar. Hip-hop/rap, post-punk, pop-punk etkilerin duyabileceğiniz parçalarının metinlerinde bulunduğumuz yüzyılı absürt betimlemelerle müziğine konu edinir.
///
hepimizin hayatının en güzel günü
elimden tut bu cehennemde eşliğimde yürü
tüm gökyüzü inadına ters dönsün
bırak her şey düşeceği yere düşsün
annemin karnına geri dönüş biletim her şey beni geri göğe itsin
cennet bulutların ayakları altında
şehvet yangını şehri yaksın
çobanlar kurtları otlatsın
biri suçu üstlensin
içinde yaşadığın bardağın suyu taşsın
okyanus yükselsin
caddeler gerçekle dolup taşsın
bulutlar yağmura dönüşsün
takvim masalını anlatsın
tarih tekerrür etsin
///
///
caddeki bir deliyi bir saniyede anlarım 1 kilometre
öteden kokusunu al
kimselere söylediğim günahlarım, ağzını kapalı tutup
gördüğün tüm imgeleri çal
her gördüğün ağaca sarıldığın gibi sarıl seni savaşa sokan şeye
yaşamaktan
şaşırarak her şeyine bu dünyanın, her gün tekrar küfrederek
sevginin tam içlerine dal
gökyüzünden atladığım rüyalarım, tek sebebi katlanmamın
Doğu Topaçlıoğlu’nun Kendileme isimli sergisi 15-27 Şubat tarihleri arasında Ka’da gerçekleşiyor. Sesi plastisitede farklı bir kavrayış olarak sunmayı amaç edinen sergi, sonik düzenlemelerden oluşuyor. Sesin, nesnelerin ontolojik durumuna algısal ve nesnel değişiklikler yaratabilmesi üzerine çalışan sanatçı, psiko-akustik olanakları heykel ve desen diliyle de ilişkilendiriyor.
1989 yılında edebiyat düşkünü bir anne ve ressam bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş 6-7 yaşına kadar anneannesiyle birlikte bolca vakit geçiren Doğu, sokaktan topladığı toprağı eve getirip halının altına serip sakladı, yağmur yağdığında yağmuru ağzında topladı, anneannesinin evindeki kabloları kaldırıp arkasındaki duvarlarını kazıdı. Bu saf dili ve eylemi oluşturan hislerin peşinde, kendini aramaya çıktığı bu yolculuğu; “yaşamı duyumsamaya çalışırken ortaya çıkan refleksif hareketler” olarak tanımlıyor. Hangi yöne gideceği değilse de nasıl bir yolculuğa çıktığı sanki doğduğu evdeki boya ve tiner kokularıyla, halıların altında biriktirdiği toprakla belirlenmiş gibi. Ankara Güzel Sanatlar Lisesi Resim bölümünü tamamladıktan sonra, Hacettepe Üniversitesinin Heykel bölümüne girmesi birbirinden tarihlerle ayrılsa da bütüne bakıldığı zaman uzun bir yolun durakları gibi. Hayatı ve sanatını da her ne kadar tam olarak karşılamasa da burada sanat kelimesini kullanmak zorundayım- birbirinden net bir çizgiyle ayırmayan Doğu, sonuca vardırmadığı, vardırmak istemediği duygunun, heyecanın peşinde. Kendini arama sürecinde, kafasının içindeki hıza yetişemeyişi ve dinmeyen merakı bana bir Afrika kabilesi hikayesinde geçen sözü anımsatıyor:
“Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor.”
Bir sonraki malzemesinin veya işinin ne olduğunu kendisinin de bilmediğini söyleyen Doğu, bu sürecin heyecanını bizlerle paylaşıyor. Zamansızlık ve zaman dışılık, Doğu’nun işlerini anlamak için birlikte düşünmemiz gereken kavramlardan. Dışarısı, İçerisi ve bunların sınırlarını daha küçük yaşta sorgulayıp anlamaya çalışan zihni, şimdi de olaylara, nesnelere, seslere, kavramlara ve karşılaşmalara aynı heyecan ve merakla bakıyor ve bu durumlar karşısındaki ortak refleksleriyle kendi dilini oluşturuyor. Şöyle de söyleyebiliriz; sanki Doğu’nun tasarladığı ve kurduğu bir makine var ortada, bu makineye giren her şey Doğuca çıkıyor, Doğu diline tercüme ediliyor ve onu da belki hiç beklemediği bir yere getirip bambaşka bir şeye işaret ediyor. Duyduğu nota, bastığı nota olmaktan çıkıp tüm notaları içinde barındırana kadar dinlerken, müzikle hatta sesin kendisiyle olan ilişkisi, mekânla olan ilişkisine dönüşüyor. Beste veya bi riff yazarken, bazen iki ses arasındaki yirmi farklı motif arasında dolaştıktan sonra, o ilk baştaki iki sese geri dönüşünü şöyle açıklıyor: “0 iki sese geri dönmek için bile olsa çıkmam gereken bir yolculuktu.”
Doğuyla birlikte değişen ona eşlik eden bir fikir olarak ortaya çıktı bu biyografi, hayatındaki olayları tarihlerle sıralamaktan ziyade, onu buraya getiren zamanın bir anını kayıt altına almak gibi aslında, okuyucuya da bir düş alanı ve boşluk bırakarak onu da hikayeye ortak eden bir yazı. Kesinlikten kaçınan, emin olamayan ve kendini arayan, yolda olan bir yazı. Noktadan ziyade virgül ile ilgilenen bir yazı. Okuyan her kişi tarafından yeniden yazılacak, asla tamamlanamayacak bir yazı ve yeniden tartışılacak, farklı zamanlarda bambaşka bir şekilde. Anlatıya yön veren dil değil kulaktır zira…
Hep duyduğumuz bir klişe vardır: Berlin’in müziği teknodur. Yerli yersiz çeşitli biçimlerde bugüne kadar duyageldik. Bir tekno emektarı, üreticisi ve DJ’i olarak tekno müziğin gerçekten Berlin’deki sosyal gerçekliği ve açığa çıkarttığı duygulanımları bir şekilde iyi yakaladığını düşünüyor musun? Dahası şehir ve tekno arasındaki ilişki üstüne ne düşünüyorsun?
Bence 2022 yılının sonuna geldiğimiz şu zamanda, Berlin’i tekno müziksiz hayal etmek mümkün gelmiyor bana. Geçmişte kendine burada yer edinmiş bu müzik tarzı uzun yıllar içerisinde şehirle birlikte değişmiş ve artık şehrin ve bu kültürün önemli bir parçası olmuş. Bunu yalnızca şehirdeki gece kulüplerinde değil aslında gittiğiniz her yerde, tanıştığınız çoğu insanda görebiliyorsunuz. Tabii ki tekno müziğin burada bu kadar popüler olmasının ve sevilmesinin turistik bir tarafı da var. Aslında Berlin gece hayatının temelinde tekno müzik olduğunu biliyoruz ve sırf bu yüzden dünyanın dört bir yanından buraya sadece gece kulübü turizmine gelen çok fazla turist var ve bu da aslında bu müziğin hala bu denli popüler ve sürdürülebilir olmasının önemli bir sebebi.
Diğer yandan Berlin’deki sosyal gerçekliği kendi izlenimlerime göre yorumlayacak olursam bu şehir aslında insanı olabildiğince bireyselliğe yöneltiyor. Bunun artıları veya eksileri bir yana, bence bu durum tekno müziğin ruhuyla güzel bir eşleşme oluşturuyor diyebilirim. Benim için tekno, dans pistinde onlarca insanla dans ederken hem kendini yalnız hissedebilmek hem de hissetmemek diyebilirim. Çoğu zaman bu şehir de bana tam olarak bunu yaşatabiliyor.
Aynı zamanda bir göçmen olarak da burada, Berlin’desin ve kendini bir şekilde bu şehirde var etmeye çalışıyorsun. Artısıyla eksisiyle göç deneyimi müziğine nasıl yansıyor? Sana nasıl yansıyor? Sana ve müziğine ne öğretti? Neyi götürdü?
Yaklaşık üç yıldır Berlin’deyim ve bunun iki buçuk yılı ses mühendisliği eğitimiyle geçti. Bence bu şehirde bir Türk göçmen olarak bulunmanın en büyük avantajı dünyadaki en büyük Türk göçmen komünitesinin burada olması olabilir. Kesinlikle Berlin’de veya Almanya’da göçmen olmak çok kolay değil ancak bu kadar Türk arkadaşımın olması ve beni çok daha az yalnız hissettiriyor. Bunun benim müziğimdeki etkisine gelecek olursak, etrafımda beni destekleyen ve beni anladığını hissedebildiğim bir arkadaş çevremin olması beni çok daha fazla motive ediyor ve açıkçası bu konuda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Yine dediğim gibi, bu durumun en temel sebebi Berlin’de edindiğim arkadaşlıklarımın çok kaliteli olmasıdır.
Ses üzerine hatırı sayılır yüksek bir eğitim sahibisin. Bir yandan da bir DJ olarak zaman zaman Berlin gece hayatında karşımıza çıkıyorsun. Tekno üretimine ise stüdyonda bol emek ve uzun çalışma saatleri harcadığından haberdarız. Gelecekten ne umuyorsun? KOR nereye yönelecek? Şu anda bunlara yönelik ne gibi adımlar atıyorsun?
Geleceğe dair eskisine göre çok daha fazla umutluyum bunun aslında birden fazla sebebi var. Öncelikle, hala çok fazla öğrenecek şeyim olduğunu biliyorum ancak aynı zamanda müzikal ve teknik açıdan müziğimin olmasını istediğim yere gelmeye başladığını hissedebiliyorum. 2023’te yakın bir arkadaşımla butik bir tekno label projesi başlatmayı düşünüyoruz ve bunun için çok heyecanlıyım. Aynı zamanda Mixing ve Mastering hizmetlerimi daha fazla insana ulaştırmayı hedefliyorum. Artist olarak ise daha fazla sahne alıp, tutkumu insanlarla paylaşmak istiyorum. Bunların her biri için hazırlamaya başladığım zaman & aksiyon planım var ve bunun doğrultusunda hedeflerime ulaşmak istiyorum.
Ben bu sene, arkadaşlarımla birlikte bir podcast tiyatrosu yaptım.
Bu cümle, kafalarda bir takım soru işaretleri oluşturmuş olabilir. Pek sanmıyorum. Podcast tiyatrosu, bizim uydurduğumuz bir isim olduğu için söylemiyorum; çok açıklayıcı bir terim. İki adımlık bir mantık kurmayı gerektiriyor. Podcast tiyatrosu fonetik ve etimolojik olarak radyo tiyatrosu terimine benziyor. Radyo yerine podcast geçmiş olması da, değişen şeyin mecra olduğuna işaret ediyor.
Yani ben bu sene, arkadaşlarımla birlikte podcast adını verdiğimiz dijital medya ürünlerinin yayınlandığı mecralarda kurgusal ve oyunculu bir iş yaptım; onu demek istiyorum.
Arkadaşlarım Pelin Baynazoğlu ve Mert Günhan, ben bu fikri onlara açtığımda zaten başarılı ve deneyimli dijital medya üreticileriydi. Daha önceden beraber program yapmışlığımız ve hatta sahneye çıkmışlığımız vardı ve bu tecrübelerin her biri benim için paha biçilmezdi. Bu biçilemeyen paha zaten beni böyle bir şeyi kovalamaya itti ve Zamanaltı’nın kalan, finalinden önceki son altı bölümünü hazırlarken hâlâ itmeye devam ediyor.
Şöyle. Ben Mert’le on yılı aşkın bir süredir arkadaşım. Pelin’le de Sana Yalan Borcum Mu Var? isimli başka bir çevrimiçi eğlence programı yaparken tanıştım. Bir bölüm, Pelin ve Mert bu programda karşılıklı yarıştılar ve ilginçtir ki onların yarıştığı bölümde ben yoktum aslında, yerime bir diğer arkadaşım Turgut Uç sunuculuk yapıyordu; bense o bölümü bir partiye giderken metro istasyonunda tabletimden izliyordum. Beş dakika ya izledim, ya izlemedim. Metroya binerken bu ikisiyle bir şeyler yapmam gerektiğinden yüzde yüz emindim.
Bu tip şeyler insanın başına fazla gelmez. Bazı insanların yanında kendinizi kreatif olarak rahat hissedersiniz. Bazı insanlarla ise bunu itelemeniz gerekir. Ben o kadar itelemek zorunda olduğum kreatif ortaklıklara girip çıktım ki, artık sürtünmenin kendiliğinden az olduğu durumların kokusunu alabiliyorum. Kiminle kolay üretebileceğini tespit edebiliyor olmak, kiminle zor ürettiğini anladıktan sonra yetişen bir sezi ve herhangi bir şey yapmadan önce bu sezinin gelişmesi çok önemli.
Ben Pelin ve Mert’in yan yana ateş ve baruta benzediğine ikna olana dek, Mert tarafından defalarca bir podcast tiyatrosu yazmam için taciz edilmiştim aslında. Mert daha önceden itelemek zorunda olduğum bir kreatif ortaklığın içinde azalarak kaybolan bir metin yazdığımı biliyor, benimle böylesi bir projeye kalkışmak istiyor ve yakın arkadaşlığımızın ona verdiği hakla da beni arada bu konuda darlıyordu. İlk darladığında etrafımda böyle bir projeyi kaldıracak kadar insan olmadığını düşündüm; çünkü bu en azından bir ya da birkaç kişinin oyuncuya benzemesini gerektiriyordu. Mert bir komedyen ve bir sanatçıydı, onun kreatif dürtülerine güveniyordum ama ikinci bir isim bulamadığım için mevzu ileri gitmiyordu. İkinci darladığında da benzer sebeplerle savuşturdum. Üçüncü darladığında artık hayatımda Pelin vardı.
Bir kasım sabahı, yattığım yatakta tembel tembel Reddit kaydırırken, internetin sonsuz güzel dilinde meme olarak geçen ortak kültür unsurlarından birini gördüm. Böyle güzel kelimelerle anlatıp sizi yanılgıya sokmak istemem, bu meme zaman yolculuğu hikayelerinin en meşhur kalıplarından biri olan “geriye dönüp Hitler’i bebekken öldürme” mefhumunu tiye alıyor ve “Neden herkes geriye dönüp Hitler’i bebekken öldürüyor da kimse geriye dönüp Hitler’in annesiyle sevişmiyor?” sorusunu soruyordu.
İşte o an yataktan doğruldum, kalktım, işe gittim ve aklımda şelale gibi akmaya başlamış diyaloglarla Mert Günhan tarafından canlandırılan Mert Günhan’ın, Pelin Baynazoğlu tarafından canlandırılan Klara Hitler ile tanışıp sevişeceği ve Hitler’in babası olacağı bir senaryo yazdım. Bu Zamanaltı’nın ilk bölümüydü ve o zaman adı daha Zamanaltı bile değildi.
İlk senaryoyu ilk kez Mert’e okuttum. Çok iyi olduğunu söyledi ama ben bunu biliyordum zaten. Çok iyi yaptığınız şeyleri biliyor olmak, eğer beraberinde kötü yaptığınız şeylerden de rahatsızlık duyup içinizdeki ukde tükenene kadar işin başından kalkmıyorsanız başka bir faydalı sezi. Bunu da sadece işlerinizi sokağa atınca fark ediyorsunuz. On insan işinizle ilgili fikir belirtince, ürettiğiniz şeylerin kalitesiyle ilgili on bir kişilik fikir oluşturma kapasiteniz doğuyor. Yüzse yüzbir. Binse binbir. Yüz binlerse yüzbinlerce ve bir. Bir eserin dış dünyada göbek bağı kopuk bir şekilde nefes alıp alamadığını anlayabiliyor olmak da en az kiminle sürtünmesiz çalışabileceğini tespit etmek kadar önemli bir sezi.
Sonra Pelin’e yolladım. Önemli olan kısım buydu, çünkü Pelin eğer buna yanaşmazsa zaten böyle bir şey olmayacaktı. Yanaştı. O da çok beğendi. Şimdi işi kaydetmek ve montajlamak gerekliydi.
Ben hayatımda ilk defa podcast montajlamaya Zamanaltı ile başlamadım. İlk podcastimi yayınladığımda sene 2016’ydı ve Zamanaltı’nın başına oturduğumda hem kayıt, hem de montaj olarak ne yapacağıma dair bir fikrim vardı ama bunların hiçbiri daha önce podcast montajlamış olmaktan ileri gelmiyordu. Benim ne yapacağıma dair bir fikrim vardı, çünkü fikirler biraz içimden geçiyordu.
Bunu konuşalım.
Biri bana bir gün sanatçının flüt gibi olması gerektiğini söyledi. Kim olduğunu hatırlamıyorum. Bu lafı çok düşünüyorum. Sanatın insanın içinde doğan değil içinden geçen bir şey olduğunu rahatlıkla kabul ediyorum. Zamanaltı’nın ilk bölüm senaryosu benim ciğerim civarı bir yerden başlamadı yolculuğuna. Tepelerde bulutların arasında bir yerdeydi. Rüzgar esti, birine çarptı, gelen esinti benim boşalttığım içimden dışarı bir nota olarak çıktı ve ben bu notayı elimin olanak verdiği ölçüde kaydettim. Bu yüzden Mert ve Pelin biri Kütahya’da ve biri İstanbul’da olan mikrofonlarına konuşurken arkadan gelen dere sesini duyabiliyordum. Bu yüzden diyalogları tek tek kesip zamanlamalarını baştan ayarlarken söylenen şeylere verilen cevaplar arasındaki esleri içimde hissedebiliyordum. Ve bu yüzden, ilk bölümün galasını bir canlı yayın esnasında bin kişiye yaptığımızda, o dinleyen bin kişinin verdiği tepkileri böbreğimde hissedebiliyordum.
Ve bu yüzden de Zamanaltı’nın edebi temasını, Mert’in bir gün kullanıp beni çok hayran bıraktığı ve kullandığını takiben geçen bir yıl içerisinde ısrarla reddettiği sanat gibi hissetmek mefhumu üzerine kurdum.
Zamanaltı bir zaman yolculuğu hikayesi. Bu yüzden bir bölümü onuncu yüzyılda, bir bölümü otuzuncu yüzyılda geçiyor. Zamanaltı evreninde insanlar sadece foton bazlı varlıklar olduklarında zamanda kendi başlarına yolculuk yapabiliyorlar. Bu yüzden bir karakter, biz onunla tanıştığımızda anlatılamayacak kadar uzun süredir ışık olarak insanlığın arasında geziniyor. Zamanaltı’nın ana karakteri Mert, yanındaki zaman makinesinin hikaye anlatma yeteneği yüzünden etraftaki insanlara etten kemiktenmiş gibi gözüküyor. Ve bu yüzden de Zamanaltı, bir de kendisini anlatan bir hikaye olarak dinleyicisinin karşısına çıkıyor.
Zamanaltı tematik olarak sanat gibi hissetmenin ne demek olduğu, sanat gibi hisseden insanların nasıl hayatlar yaşadığı, nasıl hayatların sanat gibi hissetmeye daha iletken olduğu ve nasıl hayatların bunu sanat gibi hissetmenin zıttı politik ifadeye doğru çamura çektiği konularını; hikaye anlatma ve yaşadığı şeyi bir hikaye olarak yorumlayan insanların hayatlarındaki hikayeye benzerlik mevzularına çarpıştırarak ele alıyor.
Hatırlatıyorum. Hitler’in annesiyle sevişen bir adamla başladık bu yola.
Çünkü ben hikaye anlatma tekniği olarak çok farklı örneklerden feyz alıyorum, örneğin; Hergé’nin macera strüktürü ve detayı, Russell T. Davies’in karakterizasyonu ve konu seçimi, Cem Yılmaz’ın kelime seçimi ve mizah dağarcığı. Bunların bir öte tarafında ise Rich Burlew ve onun on beş yılı aşkın bir süredir devam eden çizgi roman serisi Order of the Stick var. Burlew, on beş yıl önce bir Dungeons & Dragons parodisi olarak başladığı serisinde bugün destansı bir fantastik hikaye anlatıyor ve yıllardır da bu anlatısının yapım aşamalarını derlediği kitapların yorum köşelerinde okuyucuları için kaleme alıyor. Burlew’u okuyarak, hikaye kurgulamanın ne demek olduğuna dair çok fazla şey öğrendim. Burlew yazar ve çizerliğe girişmeden önce Dungeons & Dragons masalarında bir Game Master’dı, yani canlı kanlı oyuncular rol yapma oyunu oynar ve oyun hâlinde rol yaparken onların yaşadığı macerayı kuran ve yöneten kişiydi. Dostum Can Sungur’un çok sevdiğim bir lafıyla bu tip hikaye anlatımı bir anlamda sofra kurmaya benziyordu ve Burlew bu sofra kurma refleksiyle Order of the Stick’i yazıyordu.
Yani Burlew, önce öğünü seçiyordu: Janra, yani bu durumda; fantastik bir komedi. Sonra örtüyü seriyordu: Dünya, yani bu durumda; D&D kurallarıyla yaşadığının farkında olan bir fantastik dünya. Sonra tabakları yerleştiriyordu: Karakterler yani, yani bu durumda bir zindanı temizlemeye girmiş altı kişi. Sonra da servise başlıyordu.
Burlew hikayesini bu şekilde kurduğu için, önden masaya getirdiği üç adet zeytinin yanına doğranmış beyaz peynir, ezme, haydari, iyi bir kavun, sonra tabii ki biraz balık ve en sonunda da rakıyı getirip koyabildi. İlk gelen zeytinler masadaki önemlerini kaybetmediler, çünkü zaten onlar gelene kadar öğünün bir rakı masası olacağı belliydi. Tabaklar örtüden sonra konulduğu için, zaten göz zevkini bozmuyor ve yer değiştirseler de masanın estetiğini kırmıyorlardı. Masaya ilk zeytin için oturanlar, ya da belki sadece bir kavun ihtimali için gelenler ilk dilim beyaz peynir mekana girince arkadaşlarına haber verdiler, sonra ezme gelince daha da çok çıldıranlar oldu ve en sonunda şu an masada duran rakı esnasında; yani, The Order of the Stick’in final cildinde seriyi düzenli takip eden yüz binlerce insan var.
Bu prensibe dayanarak ben de masada bulunan her şeye bilmeden ekilmiş bir tohum muamelesi yaptım ve Zamanaltı sanatçı bir adamın “ben Hitler’in babası olursam belki Hitler daha sakin bir adam olur” varsayımıyla başladığı bir hikayeden yukarıya doğru evrildi.
Bu esnada ben de yukarıya doğru evrildim elbette. Profesyonel sesler kullanmaya, özgün müzik yaptırmaya, konuk oyuncular almaya ve hikayeyi mecrasının daha farkında yazmaya başladım. Daha kolay yolu seçmeye meyilli fikirlerinizin size ima ettiğinin aksine, beti arttırmak her zaman mümkündür ve “yer abi bir şekilde” bir sanat eserinin başında söylenebilecek en kötü sözlerden biridir.
Yani işte ben bu sene bir podcast tiyatrosu yaptım. İlerleyen senelerde de yaparım diye düşünüyorum, çünkü tadını bir kere aldım. Hikaye anlatan kulvardan çıkacağıma inanmıyorum. Ve ne zaman kolay olanla güzel olan arasında bir seçim yapmam gerekse, Hitler’in babası yerine Mert Günhan’la sevişen Klara’nın ilk bölümde söylediği şeyi düşünüyorum.
Sadece masallara inananlar masal kahramanı olabilir.
Müziğiniz aracılığıyla oluşturduğunuz estetiğinizin ana bileşenlerini tarifleyebilir misiniz bizlere? Şimdiye kadar ne tür sanatsal, kültürel ve sosyal girdiler müziğinizi besledi ve “Her Absence Fill the World” ortaya çıktı?
Kubi: Benim için “Her Absence Fill the World”, geçmiş deneyimlerimizin, girişimlerimizin, başarısızlıklarımızın ve yönelimlerimizin tamamını bir araya getiren sezgisel bir dışavurumu. Farklı uluslar aşırı köklerimizi, estetiğimizi ve ideolojilerimizi birleştiren bir projedir.
Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.
Sascha: Buna çok güzel söylendiği için ekleyeceğim hiçbir şey yok. Sadece, belki de ben bu projenin bir şekilde tüm geçmiş benliklerim tarafından şekillendirildiği fikrini beğeniyorum. Ortaya çıkan müzikte kendime ait o kadar çok anıyı keşfedebiliyorum ki bazen şaşırıyorum. Aynı zamanda onlardan her zaman kendimin bir parçası olmalarını talep etmediğim halde. Bunun utançla ilgili olup olmadığını bilmiyorum. Bu oldukça mahrem bir mevzu ve geçmiş kimliklerim gün ışığına çıktığında bazen kendimi kırılgan ve savunmasız hissetmeme neden oluyor – ve birlikte müzik yaptığımız için bazen bunları tartışmak ve onların görülmesi gerçekten zor. Ama kendimizin sevmediğimiz yanlarını da kabul etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Onları sevmeyi ya da onlar hakkında olumlu hissetmeyi kastetmiyorum. Ancak, şunu ima ediyorum: kimlik dediğimiz mozaiğin bir parçası oldukları için onları saklamama gücü inşa etmek
Photo Credit: Emrah Özdemir
Şimdiye kadar ki yolculuğunuz nasıl gidiyor? Yolda ne buldunuz?
Sascha: Bence yolculuğumuz en iyi yolculuklar gibi gidiyor – bir İtkaya’ya yolculuk gibi. Çok fazla neşe, çok fazla acı buldum. Biraz gurur ve güvensizlik… ve bunun tam olarak nereye varacağını bilmiyorum. Bana biraz sürekli bir şekilde büyümek / gelişmek gibi geliyor ve elbette bu her zaman iyi bir duygu değil. Ama bir şekilde duygularımızı müziğe bırakmaya çalışıyoruz ve bunun için sonuç benim için her zaman değerli.
Görünüşe göre pek çok müzik türünden girdiler kullanıyorsunuz. Müziğinizi türler açısından nasıl ele almayı tercih edersiniz?
Sascha: Müziğimizi genel olarak post-punk olarak ele alırdım. O kadar kolay değil, hala tarzımızı şekillendirdiğimizi hissediyorum – veya belki de bizden çıkanlara bağlı olarak kendi kendine şekilleniyor. Ama çoğunlukla bununla özdeşleşebilirim. Sanırım bir türe yönelik gerçek kategorizasyon, üreteceğimiz her şeyi ürettikten sonra yapılabilir.
Photo Credit: Emrah Özdemir
Neden şimdi?
Şimdi Değilse – Tracy Chapman
Şimdi değilse ne zaman?
Bugün değilse,
Öyleyse neden söz veriyorsun?
Gelmekte olan günler için ilan edilen bir aşk,
En fazla hiçbir şey kadar güzeldir.
Sabah gelene kadar bekleyebilirsin.
Yeni günü bekleyebilirsin.
Bekleyebilir ve bu kalbi kaybedebilirsin.
Bekleyebilirsin ve çok yakında pişman olabilirsin.