G-7YN0JE445C

Dinle

Doğu Topaçlıoğlu // Kendileme

Doğu Topaçlıoğlu’nun Kendileme isimli sergisi 15-27 Şubat tarihleri arasında Ka’da gerçekleşiyor. Sesi plastisitede farklı bir kavrayış olarak sunmayı amaç edinen sergi, sonik düzenlemelerden oluşuyor. Sesin, nesnelerin ontolojik durumuna algısal ve nesnel değişiklikler yaratabilmesi üzerine çalışan sanatçı, psiko-akustik olanakları heykel ve desen diliyle de ilişkilendiriyor.

1989 yılında edebiyat düşkünü bir anne ve ressam bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş 6-7 yaşına kadar anneannesiyle birlikte bolca vakit geçiren Doğu, sokaktan topladığı toprağı eve getirip halının altına serip sakladı, yağmur yağdığında yağmuru ağzında topladı, anneannesinin evindeki kabloları kaldırıp arkasındaki duvarlarını kazıdı. Bu saf dili ve eylemi oluşturan hislerin peşinde, kendini aramaya çıktığı bu yolculuğu; “yaşamı duyumsamaya çalışırken ortaya çıkan refleksif hareketler” olarak tanımlıyor. Hangi yöne gideceği değilse de nasıl bir yolculuğa çıktığı sanki doğduğu evdeki boya ve tiner kokularıyla, halıların altında biriktirdiği toprakla belirlenmiş gibi. Ankara Güzel Sanatlar Lisesi Resim bölümünü tamamladıktan sonra, Hacettepe Üniversitesinin Heykel bölümüne girmesi birbirinden tarihlerle ayrılsa da bütüne bakıldığı zaman uzun bir yolun durakları gibi. Hayatı ve sanatını da her ne kadar tam olarak karşılamasa da burada sanat kelimesini kullanmak zorundayım- birbirinden net bir çizgiyle ayırmayan Doğu, sonuca vardırmadığı, vardırmak istemediği duygunun, heyecanın peşinde. Kendini arama sürecinde, kafasının içindeki hıza yetişemeyişi ve dinmeyen merakı bana bir Afrika kabilesi hikayesinde geçen sözü anımsatıyor:

“Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor.” 

Bir sonraki malzemesinin veya işinin ne olduğunu kendisinin de bilmediğini söyleyen Doğu, bu sürecin heyecanını bizlerle paylaşıyor. Zamansızlık ve zaman dışılık, Doğu’nun işlerini anlamak için birlikte düşünmemiz gereken kavramlardan. Dışarısı, İçerisi ve bunların sınırlarını daha küçük yaşta sorgulayıp anlamaya çalışan zihni, şimdi de olaylara, nesnelere, seslere, kavramlara ve karşılaşmalara aynı heyecan ve merakla bakıyor ve bu durumlar karşısındaki ortak refleksleriyle kendi dilini oluşturuyor. Şöyle de söyleyebiliriz; sanki Doğu’nun tasarladığı ve kurduğu bir makine var ortada, bu makineye giren her şey Doğuca çıkıyor, Doğu diline tercüme ediliyor ve onu da belki hiç beklemediği bir yere getirip bambaşka bir şeye işaret ediyor. Duyduğu nota, bastığı nota olmaktan çıkıp tüm notaları içinde barındırana kadar dinlerken, müzikle hatta sesin kendisiyle olan ilişkisi, mekânla olan ilişkisine dönüşüyor. Beste veya bi riff yazarken, bazen iki ses arasındaki yirmi farklı motif arasında dolaştıktan sonra, o ilk baştaki iki sese geri dönüşünü şöyle açıklıyor: “0 iki sese geri dönmek için bile olsa çıkmam gereken bir yolculuktu.”

Doğuyla birlikte değişen ona eşlik eden bir fikir olarak ortaya çıktı bu biyografi, hayatındaki olayları tarihlerle sıralamaktan ziyade, onu buraya getiren zamanın bir anını kayıt altına almak gibi aslında, okuyucuya da bir düş alanı ve boşluk bırakarak onu da hikayeye ortak eden bir yazı. Kesinlikten kaçınan, emin olamayan ve kendini arayan, yolda olan bir yazı. Noktadan ziyade virgül ile ilgilenen bir yazı. Okuyan her kişi tarafından yeniden yazılacak, asla tamamlanamayacak bir yazı ve yeniden tartışılacak, farklı zamanlarda bambaşka bir şekilde. Anlatıya yön veren dil değil kulaktır zira… 

Yazan: Berkay Kahvecioğlu

Daha Koyu, Daha Sert, Daha Derin: KOR

Hep duyduğumuz bir klişe vardır: Berlin’in müziği teknodur. Yerli yersiz çeşitli biçimlerde bugüne kadar duyageldik. Bir tekno emektarı, üreticisi ve DJ’i olarak tekno müziğin gerçekten Berlin’deki sosyal gerçekliği ve açığa çıkarttığı duygulanımları bir şekilde iyi yakaladığını düşünüyor musun? Dahası şehir ve tekno arasındaki ilişki üstüne ne düşünüyorsun?

Bence 2022 yılının sonuna geldiğimiz şu zamanda, Berlin’i tekno müziksiz hayal etmek mümkün gelmiyor bana. Geçmişte kendine burada yer edinmiş bu müzik tarzı uzun yıllar içerisinde şehirle birlikte değişmiş ve artık şehrin ve bu kültürün önemli bir parçası olmuş. Bunu yalnızca şehirdeki gece kulüplerinde değil aslında gittiğiniz her yerde, tanıştığınız çoğu insanda görebiliyorsunuz. Tabii ki tekno müziğin burada bu kadar popüler olmasının ve sevilmesinin turistik bir tarafı da var. Aslında Berlin gece hayatının temelinde tekno müzik olduğunu biliyoruz ve sırf bu yüzden dünyanın dört bir yanından buraya sadece gece kulübü turizmine gelen çok fazla turist var ve bu da aslında bu müziğin hala bu denli popüler ve sürdürülebilir olmasının önemli bir sebebi.

Diğer yandan Berlin’deki sosyal gerçekliği kendi izlenimlerime göre yorumlayacak olursam bu şehir aslında insanı olabildiğince bireyselliğe yöneltiyor. Bunun artıları veya eksileri bir yana, bence bu durum tekno müziğin ruhuyla güzel bir eşleşme oluşturuyor diyebilirim. Benim için tekno, dans pistinde onlarca insanla dans ederken hem kendini yalnız hissedebilmek hem de hissetmemek diyebilirim. Çoğu zaman bu şehir de bana tam olarak bunu yaşatabiliyor.

Aynı zamanda bir göçmen olarak da burada, Berlin’desin ve kendini bir şekilde bu şehirde var etmeye çalışıyorsun. Artısıyla eksisiyle göç deneyimi müziğine nasıl yansıyor? Sana nasıl yansıyor? Sana ve müziğine ne öğretti? Neyi götürdü?

Yaklaşık üç yıldır Berlin’deyim ve bunun iki buçuk yılı ses mühendisliği eğitimiyle geçti. Bence bu şehirde bir Türk göçmen olarak bulunmanın en büyük avantajı dünyadaki en büyük Türk göçmen komünitesinin burada olması olabilir. Kesinlikle Berlin’de veya Almanya’da göçmen olmak çok kolay değil ancak bu kadar Türk arkadaşımın olması ve beni çok daha az yalnız hissettiriyor. Bunun benim müziğimdeki etkisine gelecek olursak, etrafımda beni destekleyen ve beni anladığını hissedebildiğim bir arkadaş çevremin olması beni çok daha fazla motive ediyor ve açıkçası bu konuda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Yine dediğim gibi, bu durumun en temel sebebi Berlin’de edindiğim arkadaşlıklarımın çok kaliteli olmasıdır.

Ses üzerine hatırı sayılır yüksek bir eğitim sahibisin. Bir yandan da bir DJ olarak zaman zaman Berlin gece hayatında karşımıza çıkıyorsun. Tekno üretimine ise stüdyonda bol emek ve uzun çalışma saatleri harcadığından haberdarız. Gelecekten ne umuyorsun? KOR nereye yönelecek? Şu anda bunlara yönelik ne gibi adımlar atıyorsun?

Geleceğe dair eskisine göre çok daha fazla umutluyum bunun aslında birden fazla sebebi var. Öncelikle, hala çok fazla öğrenecek şeyim olduğunu biliyorum ancak aynı zamanda müzikal ve teknik açıdan müziğimin olmasını istediğim yere gelmeye başladığını hissedebiliyorum. 2023’te yakın bir arkadaşımla butik bir tekno label projesi başlatmayı düşünüyoruz ve bunun için çok heyecanlıyım. Aynı zamanda Mixing ve Mastering hizmetlerimi daha fazla insana ulaştırmayı hedefliyorum. Artist olarak ise daha fazla sahne alıp, tutkumu insanlarla paylaşmak istiyorum. Bunların her biri için hazırlamaya başladığım zaman & aksiyon planım var ve bunun doğrultusunda hedeflerime ulaşmak istiyorum.

KOR

@kor.berlin

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

ZAMANALTI: bir podcast tiyatrosu

Ben bu sene, arkadaşlarımla birlikte bir podcast tiyatrosu yaptım.

Bu cümle, kafalarda bir takım soru işaretleri oluşturmuş olabilir. Pek sanmıyorum. Podcast tiyatrosu, bizim uydurduğumuz bir isim olduğu için söylemiyorum; çok açıklayıcı bir terim. İki adımlık bir mantık kurmayı gerektiriyor. Podcast tiyatrosu fonetik ve etimolojik olarak radyo tiyatrosu terimine benziyor. Radyo yerine podcast geçmiş olması da, değişen şeyin mecra olduğuna işaret ediyor.

Yani ben bu sene, arkadaşlarımla birlikte podcast adını verdiğimiz dijital medya ürünlerinin yayınlandığı mecralarda kurgusal ve oyunculu bir iş yaptım; onu demek istiyorum.

Arkadaşlarım Pelin Baynazoğlu ve Mert Günhan, ben bu fikri onlara açtığımda zaten başarılı ve deneyimli dijital medya üreticileriydi. Daha önceden beraber program yapmışlığımız ve hatta sahneye çıkmışlığımız vardı ve bu tecrübelerin her biri benim için paha biçilmezdi. Bu biçilemeyen paha zaten beni böyle bir şeyi kovalamaya itti ve Zamanaltı’nın kalan, finalinden önceki son altı bölümünü hazırlarken hâlâ itmeye devam ediyor.

Şöyle. Ben Mert’le on yılı aşkın bir süredir arkadaşım. Pelin’le de Sana Yalan Borcum Mu Var? isimli başka bir çevrimiçi eğlence programı yaparken tanıştım. Bir bölüm, Pelin ve Mert bu programda karşılıklı yarıştılar ve ilginçtir ki onların yarıştığı bölümde ben yoktum aslında, yerime bir diğer arkadaşım Turgut Uç sunuculuk yapıyordu; bense o bölümü bir partiye giderken metro istasyonunda tabletimden izliyordum. Beş dakika ya izledim, ya izlemedim. Metroya binerken bu ikisiyle bir şeyler yapmam gerektiğinden yüzde yüz emindim.

Bu tip şeyler insanın başına fazla gelmez. Bazı insanların yanında kendinizi kreatif olarak rahat hissedersiniz. Bazı insanlarla ise bunu itelemeniz gerekir. Ben o kadar itelemek zorunda olduğum kreatif ortaklıklara girip çıktım ki, artık sürtünmenin kendiliğinden az olduğu durumların kokusunu alabiliyorum. Kiminle kolay üretebileceğini tespit edebiliyor olmak, kiminle zor ürettiğini anladıktan sonra yetişen bir sezi ve herhangi bir şey yapmadan önce bu sezinin gelişmesi çok önemli.

Ben Pelin ve Mert’in yan yana ateş ve baruta benzediğine ikna olana dek, Mert tarafından defalarca bir podcast tiyatrosu yazmam için taciz edilmiştim aslında. Mert daha önceden itelemek zorunda olduğum bir kreatif ortaklığın içinde azalarak kaybolan bir metin yazdığımı biliyor, benimle böylesi bir projeye kalkışmak istiyor ve yakın arkadaşlığımızın ona verdiği hakla da beni arada bu konuda darlıyordu. İlk darladığında etrafımda böyle bir projeyi kaldıracak kadar insan olmadığını düşündüm; çünkü bu en azından bir ya da birkaç kişinin oyuncuya benzemesini gerektiriyordu. Mert bir komedyen ve bir sanatçıydı, onun kreatif dürtülerine güveniyordum ama ikinci bir isim bulamadığım için mevzu ileri gitmiyordu. İkinci darladığında da benzer sebeplerle savuşturdum. Üçüncü darladığında artık hayatımda Pelin vardı.

Bir kasım sabahı, yattığım yatakta tembel tembel Reddit kaydırırken, internetin sonsuz güzel dilinde meme olarak geçen ortak kültür unsurlarından birini gördüm. Böyle güzel kelimelerle anlatıp sizi yanılgıya sokmak istemem, bu meme zaman yolculuğu hikayelerinin en meşhur kalıplarından biri olan “geriye dönüp Hitler’i bebekken öldürme” mefhumunu tiye alıyor ve “Neden herkes geriye dönüp Hitler’i bebekken öldürüyor da kimse geriye dönüp Hitler’in annesiyle sevişmiyor?” sorusunu soruyordu.

İşte o an yataktan doğruldum, kalktım, işe gittim ve aklımda şelale gibi akmaya başlamış diyaloglarla Mert Günhan tarafından canlandırılan Mert Günhan’ın, Pelin Baynazoğlu tarafından canlandırılan Klara Hitler ile tanışıp sevişeceği ve Hitler’in babası olacağı bir senaryo yazdım. Bu Zamanaltı’nın ilk bölümüydü ve o zaman adı daha Zamanaltı bile değildi.

İlk senaryoyu ilk kez Mert’e okuttum. Çok iyi olduğunu söyledi ama ben bunu biliyordum zaten. Çok iyi yaptığınız şeyleri biliyor olmak, eğer beraberinde kötü yaptığınız şeylerden de rahatsızlık duyup içinizdeki ukde tükenene kadar işin başından kalkmıyorsanız başka bir faydalı sezi. Bunu da sadece işlerinizi sokağa atınca fark ediyorsunuz. On insan işinizle ilgili fikir belirtince, ürettiğiniz şeylerin kalitesiyle ilgili on bir kişilik fikir oluşturma kapasiteniz doğuyor. Yüzse yüzbir. Binse binbir. Yüz binlerse yüzbinlerce ve bir. Bir eserin dış dünyada göbek bağı kopuk bir şekilde nefes alıp alamadığını anlayabiliyor olmak da en az kiminle sürtünmesiz çalışabileceğini tespit etmek kadar önemli bir sezi.

Sonra Pelin’e yolladım. Önemli olan kısım buydu, çünkü Pelin eğer buna yanaşmazsa zaten böyle bir şey olmayacaktı. Yanaştı. O da çok beğendi. Şimdi işi kaydetmek ve montajlamak gerekliydi.

Ben hayatımda ilk defa podcast montajlamaya Zamanaltı ile başlamadım. İlk podcastimi yayınladığımda sene 2016’ydı ve Zamanaltı’nın başına oturduğumda hem kayıt, hem de montaj olarak ne yapacağıma dair bir fikrim vardı ama bunların hiçbiri daha önce podcast montajlamış olmaktan ileri gelmiyordu. Benim ne yapacağıma dair bir fikrim vardı, çünkü fikirler biraz içimden geçiyordu.

Bunu konuşalım.

Biri bana bir gün sanatçının flüt gibi olması gerektiğini söyledi. Kim olduğunu hatırlamıyorum. Bu lafı çok düşünüyorum. Sanatın insanın içinde doğan değil içinden geçen bir şey olduğunu rahatlıkla kabul ediyorum. Zamanaltı’nın ilk bölüm senaryosu benim ciğerim civarı bir yerden başlamadı yolculuğuna. Tepelerde bulutların arasında bir yerdeydi. Rüzgar esti, birine çarptı, gelen esinti benim boşalttığım içimden dışarı bir nota olarak çıktı ve ben bu notayı elimin olanak verdiği ölçüde kaydettim. Bu yüzden Mert ve Pelin biri Kütahya’da ve biri İstanbul’da olan mikrofonlarına konuşurken arkadan gelen dere sesini duyabiliyordum. Bu yüzden diyalogları tek tek kesip zamanlamalarını baştan ayarlarken söylenen şeylere verilen cevaplar arasındaki esleri içimde hissedebiliyordum. Ve bu yüzden, ilk bölümün galasını bir canlı yayın esnasında bin kişiye yaptığımızda, o dinleyen bin kişinin verdiği tepkileri böbreğimde hissedebiliyordum. 

Ve bu yüzden de Zamanaltı’nın edebi temasını, Mert’in bir gün kullanıp beni çok hayran bıraktığı ve kullandığını takiben geçen bir yıl içerisinde ısrarla reddettiği sanat gibi hissetmek mefhumu üzerine kurdum.

Zamanaltı bir zaman yolculuğu hikayesi. Bu yüzden bir bölümü onuncu yüzyılda, bir bölümü otuzuncu yüzyılda geçiyor. Zamanaltı evreninde insanlar sadece foton bazlı varlıklar olduklarında zamanda kendi başlarına yolculuk yapabiliyorlar. Bu yüzden bir karakter, biz onunla tanıştığımızda anlatılamayacak kadar uzun süredir ışık olarak insanlığın arasında geziniyor. Zamanaltı’nın ana karakteri Mert, yanındaki zaman makinesinin hikaye anlatma yeteneği yüzünden etraftaki insanlara etten kemiktenmiş gibi gözüküyor. Ve bu yüzden de Zamanaltı, bir de kendisini anlatan bir hikaye olarak dinleyicisinin karşısına çıkıyor.

Zamanaltı tematik olarak sanat gibi hissetmenin ne demek olduğu, sanat gibi hisseden insanların nasıl hayatlar yaşadığı, nasıl hayatların sanat gibi hissetmeye daha iletken olduğu ve nasıl hayatların bunu sanat gibi hissetmenin zıttı politik ifadeye doğru çamura çektiği konularını; hikaye anlatma ve yaşadığı şeyi bir hikaye olarak yorumlayan insanların hayatlarındaki hikayeye benzerlik mevzularına çarpıştırarak ele alıyor.

Hatırlatıyorum. Hitler’in annesiyle sevişen bir adamla başladık bu yola.

Çünkü ben hikaye anlatma tekniği olarak çok farklı örneklerden feyz alıyorum, örneğin; Hergé’nin macera strüktürü ve detayı, Russell T. Davies’in karakterizasyonu ve konu seçimi, Cem Yılmaz’ın kelime seçimi ve mizah dağarcığı. Bunların bir öte tarafında ise Rich Burlew ve onun on beş yılı aşkın bir süredir devam eden çizgi roman serisi Order of the Stick var. Burlew, on beş yıl önce bir Dungeons & Dragons parodisi olarak başladığı serisinde bugün destansı bir fantastik hikaye anlatıyor ve yıllardır da bu anlatısının yapım aşamalarını derlediği kitapların yorum köşelerinde okuyucuları için kaleme alıyor. Burlew’u okuyarak, hikaye kurgulamanın ne demek olduğuna dair çok fazla şey öğrendim. Burlew yazar ve çizerliğe girişmeden önce Dungeons & Dragons masalarında bir Game Master’dı, yani canlı kanlı oyuncular rol yapma oyunu oynar ve oyun hâlinde rol yaparken onların yaşadığı macerayı kuran ve yöneten kişiydi. Dostum Can Sungur’un çok sevdiğim bir lafıyla bu tip hikaye anlatımı bir anlamda sofra kurmaya benziyordu ve Burlew bu sofra kurma refleksiyle Order of the Stick’i yazıyordu. 

Yani Burlew, önce öğünü seçiyordu: Janra, yani bu durumda; fantastik bir komedi. Sonra örtüyü seriyordu: Dünya, yani bu durumda; D&D kurallarıyla yaşadığının farkında olan bir fantastik dünya. Sonra tabakları yerleştiriyordu: Karakterler yani, yani bu durumda bir zindanı temizlemeye girmiş altı kişi. Sonra da servise başlıyordu.

Burlew hikayesini bu şekilde kurduğu için, önden masaya getirdiği üç adet zeytinin yanına doğranmış beyaz peynir, ezme, haydari, iyi bir kavun, sonra tabii ki biraz balık ve en sonunda da rakıyı getirip koyabildi. İlk gelen zeytinler masadaki önemlerini kaybetmediler, çünkü zaten onlar gelene kadar öğünün bir rakı masası olacağı belliydi. Tabaklar örtüden sonra konulduğu için, zaten göz zevkini bozmuyor ve yer değiştirseler de masanın estetiğini kırmıyorlardı. Masaya ilk zeytin için oturanlar, ya da belki sadece bir kavun ihtimali için gelenler ilk dilim beyaz peynir mekana girince arkadaşlarına haber verdiler, sonra ezme gelince daha da çok çıldıranlar oldu ve en sonunda şu an masada duran rakı esnasında; yani, The Order of the Stick’in final cildinde seriyi düzenli takip eden yüz binlerce insan var.

Bu prensibe dayanarak ben de masada bulunan her şeye bilmeden ekilmiş bir tohum muamelesi yaptım ve Zamanaltı sanatçı bir adamın “ben Hitler’in babası olursam belki Hitler daha sakin bir adam olur” varsayımıyla başladığı bir hikayeden yukarıya doğru evrildi.

Bu esnada ben de yukarıya doğru evrildim elbette. Profesyonel sesler kullanmaya, özgün müzik yaptırmaya, konuk oyuncular almaya ve hikayeyi mecrasının daha farkında yazmaya başladım. Daha kolay yolu seçmeye meyilli fikirlerinizin size ima ettiğinin aksine, beti arttırmak her zaman mümkündür ve “yer abi bir şekilde” bir sanat eserinin başında söylenebilecek en kötü sözlerden biridir. 

Yani işte ben bu sene bir podcast tiyatrosu yaptım. İlerleyen senelerde de yaparım diye düşünüyorum, çünkü tadını bir kere aldım. Hikaye anlatan kulvardan çıkacağıma inanmıyorum. Ve ne zaman kolay olanla güzel olan arasında bir seçim yapmam gerekse, Hitler’in babası yerine Mert Günhan’la sevişen Klara’nın ilk bölümde söylediği şeyi düşünüyorum.

Sadece masallara inananlar masal kahramanı olabilir.

Bunu da gerçekten böyle bildim, böyle söylüyorum.

Yiğitcan Erdoğan 

@acyberexile

yiğitcanerdogan@gmail.com

Her Absence Fill the World – Inside, Outside

Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.

KUBİ
  • Müziğiniz aracılığıyla oluşturduğunuz estetiğinizin ana bileşenlerini tarifleyebilir misiniz bizlere? Şimdiye kadar ne tür sanatsal, kültürel ve sosyal girdiler müziğinizi besledi ve “Her Absence Fill the World” ortaya çıktı?

Kubi: Benim için “Her Absence Fill the World”, geçmiş deneyimlerimizin, girişimlerimizin, başarısızlıklarımızın ve yönelimlerimizin tamamını bir araya getiren sezgisel bir dışavurumu. Farklı uluslar aşırı köklerimizi, estetiğimizi ve ideolojilerimizi birleştiren bir projedir.

Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.

Sascha: Buna çok güzel söylendiği için ekleyeceğim hiçbir şey yok. Sadece, belki de ben bu projenin bir şekilde tüm geçmiş benliklerim tarafından şekillendirildiği fikrini beğeniyorum. Ortaya çıkan müzikte kendime ait o kadar çok anıyı keşfedebiliyorum ki bazen şaşırıyorum. Aynı zamanda onlardan her zaman kendimin bir parçası olmalarını talep etmediğim halde. Bunun utançla ilgili olup olmadığını bilmiyorum. Bu oldukça mahrem bir mevzu ve geçmiş kimliklerim gün ışığına çıktığında bazen kendimi kırılgan ve savunmasız hissetmeme neden oluyor – ve birlikte müzik yaptığımız için bazen bunları tartışmak ve onların görülmesi gerçekten zor. Ama kendimizin sevmediğimiz yanlarını da kabul etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Onları sevmeyi ya da onlar hakkında olumlu hissetmeyi kastetmiyorum. Ancak, şunu ima ediyorum: kimlik dediğimiz mozaiğin bir parçası oldukları için onları saklamama gücü inşa etmek

Photo Credit: Emrah Özdemir
  • Şimdiye kadar ki yolculuğunuz nasıl gidiyor? Yolda ne buldunuz?

Sascha: Bence yolculuğumuz en iyi yolculuklar gibi gidiyor – bir İtkaya’ya yolculuk gibi. Çok fazla neşe, çok fazla acı buldum. Biraz gurur ve güvensizlik… ve bunun tam olarak nereye varacağını bilmiyorum. Bana biraz sürekli bir şekilde büyümek / gelişmek gibi geliyor ve elbette bu her zaman iyi bir duygu değil. Ama bir şekilde duygularımızı müziğe bırakmaya çalışıyoruz ve bunun için sonuç benim için her zaman değerli.

  • Görünüşe göre pek çok müzik türünden girdiler kullanıyorsunuz. Müziğinizi türler açısından nasıl ele almayı tercih edersiniz?

Sascha: Müziğimizi genel olarak post-punk olarak ele alırdım. O kadar kolay değil, hala tarzımızı şekillendirdiğimizi hissediyorum – veya belki de bizden çıkanlara bağlı olarak kendi kendine şekilleniyor. Ama çoğunlukla bununla özdeşleşebilirim. Sanırım bir türe yönelik gerçek kategorizasyon, üreteceğimiz her şeyi ürettikten sonra yapılabilir.

Photo Credit: Emrah Özdemir
  • Neden şimdi?

Şimdi Değilse – Tracy Chapman

Şimdi değilse ne zaman?

Bugün değilse,

Öyleyse neden söz veriyorsun?

Gelmekte olan günler için ilan edilen bir aşk,

En fazla hiçbir şey kadar güzeldir.

Sabah gelene kadar bekleyebilirsin.

Yeni günü bekleyebilirsin.

Bekleyebilir ve bu kalbi kaybedebilirsin.

Bekleyebilirsin ve çok yakında pişman olabilirsin.

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

İngilizce Aslından Çeviren: Tevfik Hürkan Urhan

Her Absence Fıll the World – EP Launch (Gazino Berlın Sessıon)

“Part-time Punk” adlı albümüzü Detriti Records’ta yayınladıktan sonra, müziğimizi çalmak, yeni şarkılar yapmak ve sizlerle birlikte olmak için her zamankinden daha fazla motiveyiz. 

Bu nedenle, albümüzü kutlamak için sizinle küçük bir seans yapmak istiyoruz.

Dumanlı, ucuz barlarda ve kulüplerde sizin için çalmayı umarken, bu seferlik sizi Berlin Wassertorstrasse’deki Gazino’muzda küçük bir çevrimiçi konsere davet ediyoruz.

Mastering için Kor’a en içten teşekkürlerimizi iletmek isteriz. Bu etkinlikte bizi destekledikleri için Ayrancı Neukölln Dolmuş’una (DolmusXpress Magazine) ve NCOUNTERS’a da çok teşekkür ederiz. Onlarsız bu etkinlik mümkün olmazdı.

Çeviri: Tevfik Hürkan Urhan