Bu yaz, Allah ve AI ile birlikte bir çizgi roman yaptım. Müsaade ederseniz açıklayayım.
Allah, pek çoğunuzun bildiği gibi Arapça’da tanrı anlamında kullanılan bir kelime. Ama İslam inanışının strüktürü gereği Allah kelimesi çoğunlukla Semavi dinlerin tek Tanrısını anlatmak için kullanılıyor ve Allah’ı tanrı kelimesi gibi başka herhangi bir inanç sisteminin herhangi bir ilahını adlandırmak için kullanamıyorsunuz. Allah, tüm evrenin ve bilinen yaşamın yaratıcısı olmanın haricinde aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in de yazarı. Burası önemli. Müslümanlar Kur’an’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğuna inanıyor.
Kitabın kendisini okuduğunuzda bunun nasıl çalıştığını anlıyorsunuz. Allah çoğunlukla birinci kişi çoğul kipinde konuşuyor, müritlerinden ne beklediğini ve neleri arzu ettiğini detaylı bir şekilde aktarıyor. Allah aynı zamanda tüm Semavi inanç sistemini de sahipleniyor, Yahudiliği de, İslam öncesi Hanefiliği de. Kitap çok açık. Musa’dan Yusuf’a tüm peygamberler aynı tanrıya tapıyor, aynı talimatları aktarmaya çalışıyorlar ancak mesajları insanın tamahkarlığı ve zayıflığı yüzünden bozuluyordu. Bu yüzden Kur’an son kitaptı. Hz. Muhammed son Semavi peygamberdi. Allah son sözünü konuşmuştu.
Bu yaz Allah, AI ve ben bir çizgi roman yaptık. Tekrar müsaade ederseniz, yine izah edeyim.
Midjourney metinsel tasvirlerden görsel yaratan bir yapay zeka programı. Yani daha sade bir biçimde, Midjourney kelimeleri görüntülere çeviren bir robot. Çalışma prensibi Stable Diffusion ya da DALL-E gibi benzeri metinden-görsele yapay zeka programlarından farklı değil. Siz robota bir komut veriyorsunuz, robot komutu parselliyor ve kullandığı veriseti ışığında bir görsel oluşturuyor. Midjourney’nin farklı hissettirdiği nokta ise duyguluymuş gibi gözükebilmesi. Midjourney’ye verdiğiniz komutlar daha dokunaklı görünen görsellere dönüşüyorlar, renklendirme kasti ve kompozisyon bilerek yapılmış gibi görünüyor. Diğer metinden-görsele programlar kelimeleri görsellere daha somut şekillerde aktarmaya çalışırken, Midjourney’nin canı soyut çalışırken de sıkılmıyor. Robota illa Napoleon Bonaparte’ı lav denizinde köpekbalığına binerken çizdirmenize gerek yok. Ona ayrılıktan sonra hissettiğiniz can sıkıntısını da çizdirebilirsiniz. Bir deyim verebilirsiniz. En sevdiğiniz şiirin dizelerini yedirebilirsiniz.
Ya da, Allah’ın kelamını yükleyebilirsiniz.
Yani işte dediğim gibi. Bu yaz. Ben. Allah. Robot. Çizgi roman yaptık.
İçimde aniden bir Kur’an okuma isteği geldiğinde Leipzig’deki balkonumda oturuyordum. Kur’an’da diğer peygamberlerin temsiliyeti hakkında bir şeyler okuyordum çünkü, anlarsınız, ve öğrendim ki Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem hakkında koskocaman bir sure varmış ve bu sure sadece Hz. Meryem ve Hz. İsa hakkında değil, aynı zamanda Hz. Musa ve Hz. Yusuf ve Hz. Yakup ve Hz. İshak ve Hz. İsmail ve Hz. Adem ve Hz. Zekeriya ve Hz. Nuh, yani, tüm Semavi protagonistlerin hakkındaymış. Ben de, yalan olmasın, başka filmlerden gelen karakterlerin bir araya geldiği bir süper kahraman filminin başına oturmaya yakın bir heyecanla Meryem suresini okumaya başladım.
Okurken de bir merak saldı. Robot ne yapardı bunları?
Olaylar şöyle gelişti: Kur’an-ı Kerim’in düzgün İngilizce tefsirlerini araştırdım ve karşılaştırdım. Meryem suresinin Hz. İsa’nın doğumuyla ilgili olan ayetlerini derledim. Bu ayetleri akabinde robota verdim. Midjourney her komutunuzda size dört opsiyon veriyor ve dilerseniz opsiyonlardan birini daha fazla çalışması için tekrar seçebiliyorsunuz. Ben de böylece görselleri derledim ve düzenledim. Son olarak Dafont’tan çizgi roman-vari gözüken bir ücretsiz font buldum, ilgili ayetleri robotun çıkarttığı görsellerin üzerine koydum ve son görselleri bir çizgi roman paneliymiş gibi sayfaya yerleştirdim.
Yani şöyle oldu. Yazar Allah. Çizer AI. Editör bir insan. Allah, AI ve ben bir çizgi roman yaptık.
Bu yaz Her Absence Fill the World için ilginç geçti.
Daha önce DolmuşXpress’te yer verdiğimiz grup geçtiğimiz yaz müzik kariyerinin ilk üç konserini verdi.
İlki Hollanda’nın Steendam kendindeki Art Carnivale adlı bir müzik festivaliydi.
İkincisi Berlin’in Maybachufer sokağındaki Christa Kupfer adlı bir kulüpteydi.
Ve sonuncusu Neukölln’ün Mainzer Sokağı’nda gerçekleşe Kiezfest adlı bir sokak festivaliydi.
Bunlar ilk üç konserinizi vermek için üç çok farklı yer. O yüzden grubun nasıl hissettiğini merak etmemek imkansızdı.
Biz de Discord’da buluştuk ve grup üyeleri dört basit soru yanıtladılar.
İlki şöyleydi.
Hangisi en zorlayıcıydı?
Sascha: Benim için Kiezfest, sanırım. Seyirci konusunda biraz garip hissettim, çünkü hareket ediyorlardı. Eğer belki biraz gergin hissediyorsanız, hareket eden seyirci bence daha zorlayacaktır çünkü müziği sevip sevmediklerine dair direkt bir geri bildirim alamayacaksınız. Geçerken öylece görmezden geliyorlar.
Kubi: İlkinin ne kadar zorlayıcı olduğunu düşünüyordum ama Sascha’nın dediklerini dinlerken fark ettim ki evet, son konser insanlar hareket ettiği için farklı bir şekidle zorlayıcıydı. Odaklanmak ve bir atmosfer oluşturmak sokakta çalarken çok zor.
Kubi sonra ekliyor,
Kubi: Benim için hepsi farklı istikametlerde zorlayıcılardı. Ama zorlanmak iyidir, değil mi?
Sascha: Bence ayrıca sonrasında aldığın his, geriye dönüp baktığında sahneye çıkmadan önce hissettiğin kaygı ve zorlukların sonrasında hissettiğin ödüle karşılaştırması mesele. Bu sebepten son konser en zorlayıcıydı, çünkü ödül yeterince dengeliyici değildi.
Bu da bizi minnetle ikinci sorumuza getirdi. En doyurucu olanı hangisiydi?
Sascha: İlki her zaman süper özel ve güzel olacak ve çok doyurucu hissettirdi. Kulüpteki de öyle, ikisi de farklı şekillerde doyurucuydu. Aralarında bir tercih yapamıyorum.
Kubi: Sıralama yapmak çok zor. İlki süper sihirliydi. İlk konserimizdi her şeyden önce. Ayrıca garip bir şekilde günün kapanış performansı bizdik. İlk konserimizde. O yüzden ekstra baskı vardı ve bu biraz saçmaydı ama harikaydı. O konsere aylar boyunca hazırlandık.
Ama Christa Kupfer’in de benim için özel olduğunu söylemem gerek, çünkü Christa Kupfer benim için ev gibi ve bizim projemizi bizim arkadaşlarımıza tanıtıyorduk. Ailemiz, bir anlamda. Bu yüzden bizim için bir çeşit lansman gibi oldu.
Sohbet bundan sonra tüm canlı performansların nasıl iki parçaya bölündüğüne geldi: Hazırlık ve oyun. Bu da bizi üçüncü sorumuza getirdi.
En heyecan verici olanı hangisiydi?
Sascha: Bence farklı şekilde heyecan vericilerdi. Festivalde insanlarla daha şaşırtıcı ve hoş bir etkileşim vardı, ama kulüp de heyecan vericiydi. Müziğin farklı çevrelerde ve hissiyatlarda nasıl çalıştığını görmek, farklı durumlarda seni duygusal oalrak nereye götürebileceğini görmek çok hoştu. Bu bakımdan Kiezfest de heyecan vericiydi, belki de heyecan vericinin hep pozitif olması gerekmiyordur. Orada ne olduğunu görmek, hangi şarkının nerede çalıştığını ve seni duygusal olarak nereye götürdüğünü görmek de heyecan vericiydi.
Kubi: Katılıyorum. Üç farklı durumda üç farklı konser verdik. Önümüzde ayarlanmış başka konserler de var ve bundan sonra ne yapsak bu üçünden biri olacak. Bir festival, kulüp ya da sokak festivalinden başka bir şey hayal edemiyorum.
Ve son soruya geliyoruz.
Şimdi bildiklerini bilerek hangisini tekrar yapmak isterlerdi?
Sascha: İlk ikisini tekrar yapmak isterdim. Daha iyi yapmak için değil, ama çok hoşlardı. Kendimi biraz daha rahatlamış hisseder ve daha çok keyfini çıkartırdım. Sonuncusu da bir performans sanatçısı olarak güzel bir egzersizdi. Size direkt dikkatini vermeyen bir seyirciye çalıyordunuz. Bence bir kişi bile olsa, bundan hayal kırıklığı duyuyor ya da reaksiyonları hayal kırıklığı yaratıcı olsa bile onların karşısında çalmak iyi bir egzersiz çünkü o anda işiniz bu. Bence bu da bazen garip hissettirse bile iyi.
Kubi: Gerçekten dürüst cevap vereceğim. Hiçbirine geri dönmek istemezdim. Hepsi harikaydı ama hepsi ömürde bir kere olan şeylerdi. Ama bir dileğim var, eğer geriye dönebileceğim sihirli bir gücüm olsa ilk konserimize seyirci olarak dönmek istedim. Bunu deneyimlemek isterdim. Nihayetinde bu bir etkileşim ve işin hangi tarafında olduğunuz çok önemli değil -seyirci ya da grup. Konserde hep birlikte hissettiğimiz anlar vardı ve çok keyif aldım, ama seyirci perspektifinden de keyif alırdım.
Doğu Topaçlıoğlu’nun Kendileme isimli sergisi 15-27 Şubat tarihleri arasında Ka’da gerçekleşiyor. Sesi plastisitede farklı bir kavrayış olarak sunmayı amaç edinen sergi, sonik düzenlemelerden oluşuyor. Sesin, nesnelerin ontolojik durumuna algısal ve nesnel değişiklikler yaratabilmesi üzerine çalışan sanatçı, psiko-akustik olanakları heykel ve desen diliyle de ilişkilendiriyor.
1989 yılında edebiyat düşkünü bir anne ve ressam bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş 6-7 yaşına kadar anneannesiyle birlikte bolca vakit geçiren Doğu, sokaktan topladığı toprağı eve getirip halının altına serip sakladı, yağmur yağdığında yağmuru ağzında topladı, anneannesinin evindeki kabloları kaldırıp arkasındaki duvarlarını kazıdı. Bu saf dili ve eylemi oluşturan hislerin peşinde, kendini aramaya çıktığı bu yolculuğu; “yaşamı duyumsamaya çalışırken ortaya çıkan refleksif hareketler” olarak tanımlıyor. Hangi yöne gideceği değilse de nasıl bir yolculuğa çıktığı sanki doğduğu evdeki boya ve tiner kokularıyla, halıların altında biriktirdiği toprakla belirlenmiş gibi. Ankara Güzel Sanatlar Lisesi Resim bölümünü tamamladıktan sonra, Hacettepe Üniversitesinin Heykel bölümüne girmesi birbirinden tarihlerle ayrılsa da bütüne bakıldığı zaman uzun bir yolun durakları gibi. Hayatı ve sanatını da her ne kadar tam olarak karşılamasa da burada sanat kelimesini kullanmak zorundayım- birbirinden net bir çizgiyle ayırmayan Doğu, sonuca vardırmadığı, vardırmak istemediği duygunun, heyecanın peşinde. Kendini arama sürecinde, kafasının içindeki hıza yetişemeyişi ve dinmeyen merakı bana bir Afrika kabilesi hikayesinde geçen sözü anımsatıyor:
“Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor.”
Bir sonraki malzemesinin veya işinin ne olduğunu kendisinin de bilmediğini söyleyen Doğu, bu sürecin heyecanını bizlerle paylaşıyor. Zamansızlık ve zaman dışılık, Doğu’nun işlerini anlamak için birlikte düşünmemiz gereken kavramlardan. Dışarısı, İçerisi ve bunların sınırlarını daha küçük yaşta sorgulayıp anlamaya çalışan zihni, şimdi de olaylara, nesnelere, seslere, kavramlara ve karşılaşmalara aynı heyecan ve merakla bakıyor ve bu durumlar karşısındaki ortak refleksleriyle kendi dilini oluşturuyor. Şöyle de söyleyebiliriz; sanki Doğu’nun tasarladığı ve kurduğu bir makine var ortada, bu makineye giren her şey Doğuca çıkıyor, Doğu diline tercüme ediliyor ve onu da belki hiç beklemediği bir yere getirip bambaşka bir şeye işaret ediyor. Duyduğu nota, bastığı nota olmaktan çıkıp tüm notaları içinde barındırana kadar dinlerken, müzikle hatta sesin kendisiyle olan ilişkisi, mekânla olan ilişkisine dönüşüyor. Beste veya bi riff yazarken, bazen iki ses arasındaki yirmi farklı motif arasında dolaştıktan sonra, o ilk baştaki iki sese geri dönüşünü şöyle açıklıyor: “0 iki sese geri dönmek için bile olsa çıkmam gereken bir yolculuktu.”
Doğuyla birlikte değişen ona eşlik eden bir fikir olarak ortaya çıktı bu biyografi, hayatındaki olayları tarihlerle sıralamaktan ziyade, onu buraya getiren zamanın bir anını kayıt altına almak gibi aslında, okuyucuya da bir düş alanı ve boşluk bırakarak onu da hikayeye ortak eden bir yazı. Kesinlikten kaçınan, emin olamayan ve kendini arayan, yolda olan bir yazı. Noktadan ziyade virgül ile ilgilenen bir yazı. Okuyan her kişi tarafından yeniden yazılacak, asla tamamlanamayacak bir yazı ve yeniden tartışılacak, farklı zamanlarda bambaşka bir şekilde. Anlatıya yön veren dil değil kulaktır zira…
Tolga selam, öncelikle yaptığın işlerin bir adı var mı? İsim koydun mu onlara?
Bunlar benim perspektifimin ürünleri, bilgisayarın başına oturduğum andaki ruh halimin dışa vurumu denilebilir yani.
Soyut çalışmalar yapıyorsun genelde, bunları yaparken nelerden besleniyorsun?
Genelde benim yapmayı, üretmeyi düşündüğüm şey kendi yaşantımdan ziyade hayatta neler olduğuyla, çevredeki değişimlerle ilgili. Hayatın karşıma çıkardıklarını filtremden süzüyorum yani. Doğa, tarih, başka işler, mimari, teknoloji, kısacası hayatta karşıma çıkan görsel veriler etkiliyor beni. Çocukluğumdan beri de görüyle ilgiliyim aslında, bu durum fotoğrafla başladı, zamanla sinemaya evrildi, sinema televizyon okuduktan sonra bu alanın aslında kendimi istediğim gibi ifade etmeme yeterince izin vermediğini fark ettim ve en sonunda 3D ile tanıştım, bu alanın verdiği bir özgürlük, bir açıklık var aslına bakarsan. Işık, açı, renk akla gelebilecek her türlü değişkeni kendi istediğim gibi ayarlayabilmek beni heyecanlandırdı ve bu alanda derinleşmeye başladım.
En büyük mesele bilgisayardan yapıyor olmak bu işi. Çeşitli programlar var mı bu işi yapmak için? Yoksa sen spesifik bir program mı kullanıyorsun?
Her geçen gün gelişen teknolojiler bunlar. Program öğrenmenin bir sonu yok, birçok farklı dokunuş için de başka başka programlar kullanılabilir aslında. Birçok insan da birden fazla program kullanıyor. Alternatif bir arayış içindeysen birden fazla program kullanmak işe yarar oluyor.
Peki aynı proje içinde birden fazla program kullandığın oluyor mu?
Evet. Maya, Blender ve Houidini güzel programlar, akla ilk bunlar geliyor sanırım. Asıl olarak mayayı kullanıyorum, After Effects ve Premier de işin içine giriyor ya da sese duyarlı bir iş yapıyorsam Resolume kullanıyorum. Genelde birden fazla program kullanıyorum yani. Ben bu işe Maya ile başladım, internetten kurslarla, kendi kendime öğrendim. Fakat dediğim gibi bunun bir sonu yok, program bir derya deniz, ne kadar derinleşirseniz o kadar derin. Benim de öğrenme sürecim bitmiş değil. Üretim de ürettikçe gelişiyor aslında. Bence asıl önemli nokta programı öğrendikten sonra bu girdilerle ne üreteceğini keşfetmek. Ben de bu sorgu noktasındayım esasında, kendi çizgimi keşfetmek ve onda derinleşmek hevesindeyim. Bu bir oyun alanı yani benim için. İki yıldır bu işi yapıyorum ve ilham aldığım birçok sanatçı süreci başlatmama vesile oldu. Yaptığım işlerin çoğu da müzikle ilintili bu arada, müziğin işimde bir doku oluşu ürettiğim çalışmalarda farklı bir derinlik yakalamama da vesile oluyor. Müzik görsel öğelerle birleşince çok çarpıcı sonuçlar çıkıyor ortaya. Ben de bunun peşindeyim. Farklı duyulara hitap etmek çok hoşuma gidiyor. Her Absence Fill the World ile beraber yaptığımız çalışmada da bu hisler ve bu ögelerin birleşimi göze çarpıyor. Yani dinlediğim müzik, zihnimde kazılı olan imgeler, gördüklerim ve işi yaparken hissettiklerimin bütünü işin özünü oluşturuyor.
Her Absence Fill the World’den de bahsettin, yaptığınız iş de çok beğenildi. Nasıldı o çalışma, ne hissettirdi sana?
Şarkıları için bir klip yapmak istediklerini söyleyince çok hoşuma gitti, beraber çalışmak çok keyifliydi Kubi ve Sascha ile. Şarkı çok hoşuma gitti zaten ilk başta, hemen gözümde bir şeyler canlanmaya başladı. Onların da kafalarında bir sürü fikir vardı ama bana çok güzel bir alan tanıdılar kafamdakileri ortaya koymak için, o da ayrı bir güzellik oldu. Dolayısıyla ben de hislerimi aktarabilir oldum, tabii özellikle istedikleri ögeler de vardı, yeşil kapı mesela. Onların istedikleri ve benim hislerim birleşti, ortaya bu güzel iş çıktı. Üstüne üstlük sürecin tümünü de dijitalden götürdük, onlar Berlin’den, ben Ankara’dan tuttuk işi. Süreç içinde çok kez de baştan aldık, benim bilgisayarım değişti, gelişti, sonuç olarak daha güzel dokular elde etmeye başladık. Tüm süreç bir macera gibiydi anlayacağın. Sürecin kendi içinde gelişmesi ve değişmesini de izlemek ayrıca keyifliydi. Çok güzel tepkiler geldi, ilk klip deneyimim benim de, çok keyifli geçti tüm süreç ve sonrası. Bu iş bana ilham verdi, bu gibi başka işlere girişmek için de motivasyon oldu.
Bu sıralar nelerle meşgulsün?
Bu sıralar çalışmalarımı kendi ürettiğim ses dosyaları ile birleştirerek sese duyarlı görseller üretmeyi amaçladığım bir proje üzerinde çalışıyorum, bir yandan da motion graphic alanında kısa looplar üretmeye başladım yakında farklı bir isim altında bu alandaki işlerimi de paylaşmaya başlayacağım. Tüm bunların dışında hala öğrenmeye devam ediyorum, aynı zamanda dolmuş dergisine ve emeği geçen herkese çok teşekkürler. Biz hazırlarken çok keyif aldık umarım tüm okurlar da bizimle aynı keyfi paylaşır.
Eee şimdi n’olacaktı? Bitmişti işte, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen üniversite yılları! Son sınavından çıkmış dalgın dalgın ODTÜ’de yürüyordu. Ulan galiba iyi yapmadık bitirmekle şu okulu, şimdi n’apacağım diye içinden geçirdi.
Anadolu’nun ücra bir köşesinden gelip şu kampüsün kapısından içeri girdiği anı daha dün gibi hatırlıyordu. Yıllar önce, sonunda kendini taşranın boğucu monotonluğundan kurtarıp iyi kötü devinen bir sosyal hareketliliğin, bir üniversite kampüsü hayatının içine atabilmişti. Fakat hiç mi hiç bu öğrenci yaşantısının hayatının sadece küçük bir parçasını oluşturacağı gerçeğini göz önünde bulundurmamıştı. Sudan çıkmış balık gibiydi. Dehşet içindeydi. Mezun oluyordu.
Kendinden başka herkesin mezun olduğu için ne kadar mutlu olduğunu, hatta ve hatta çocukça mezuniyet kutlamaları yaptığını gördükçe kendi haline daha da çok üzülüyordu. Kendi dışındaki herkeste yanlış giden bir şeyler olma olasılığının çok düşük olmasından hareketle, düşüncelerini kendi üzerinde yoğunlaştırmaya karar verdi. Aslında sadece unutmuştu bir gün mezun olacağını, çok da abartılacak bir şey değildi hani. Hayatının sonuna kadar böyle yaşayacağını varsaymıştı. Basit bir hata, masum bir ön kabul.
Bir çözüm bulmalıydı. Ne yapmalıydı şimdi? İş yaşamına mı girecekti? Ne olacaktı politik ideallerine, sanatsal hayallerine, alternatif bir hayat arayışlarına? Buraya kadar mıydı? Şu ana kadar hayalini kurduğu, inandığı her şey kumdan kaleler gibi çöküyordu. En yakın arkadaşları birer ikişer işe girmeye başlamıştı, artık arkadaş hoşbeşlerinde sadece kariyer planlarından bahsedilir olmuştu. Herkes adeta on yıllık kalkınma planını hazırlamış, adım adım uygulamaya bile geçmişti. O ise daha on gün sonra ne yapacağını dahi bilmiyordu. Elinde avcunda sahip olduğu para onu en fazla birkaç ay daha açlığa ve soğuğa karşı koruyabilirdi. Çok sıkışmış hissediyordu. Böyle bitmemeli bu hikâye diye tekrarlayıp duruyordu içinden.
Kafasını kaldırdığında bu mevzuları düşüne düşüne, yemekhanenin yanındaki dolmuş duraklarına kadar geldiğini fark etti. Eve gitmek için buradan Ayrancı dolmuşuna binmesi gerekiyordu. Fakat istemiyordu dolmuşa binmek, yürürken daha akl-ı selim düşünüyordu. Aynı zamanda yürümek onu sakinleştiriyor, iyi geliyordu. Biraz daha yürüyüp, üstünde “devrim” yazmasından ötürü Devrim olarak adlandırılan stadyumun önünden geçip, yurtların oradan dolmuşa binmeye karar verdi. Çok emindi yürürken tüm sorunları için aniden radikal ve zekice bir çözüm bulacağına.
Kaldırdı kafasını tekrar. Gelmişti yurtların oraya. Fakat şapkadan tavşan çıkaramamıştı. A4 olarak bilinen üniversitenin kapısına kadar yürüdü. Çıkacaktı o tavşan kesin oraya varıncaya kadar.
Kaldırdı kafasını: A4. Tavşan hala yok. Üniversiteden çıktı. “Yüzüncü Yıl pazar yerinden binerim” dedi. Bu sefer belki de şapkadan tavşan çıkarmak mümkün değil bu koşullar altında diye düşündü.
Kaldırdı kafasını: Yüzüncü yıl Pazar yeri. Umut yok. İstikamet: Karakusunlar. “Ama kesin oradan binilecek Ayrancı dolmuşuna bak”.
Kaldırdı kafasını: Karakusunlar. Çözüm falan yok, ne olacak bu halim diye düşünmeye başladı. İstikamet: Balgat yol ayrımı. “Oradan binmek zorundayım zaten dolmuşa, daha ne kadar yürüyebilirim.”.
Kaldırdı kafasını: Balgat yol ayrımı. “Ne olacak benim politik ideallerime?” İstikamet: Sokullu. “Yemişim dolmuşu, yorulunca binerim”.
Kaldırdı kafasını: Sokullu. “Ne olacak benim sanatsal hayallerime?” İstikamet: Hoşdere. “Dolmuşun da bu düzenin de Allah belasını versin!”
Kaldırdı kafasını: Hoşdere. “Ne olacak benim alternatif bir hayat arayışıma?” İstikamet: Ayrancı. “Geldim bile Ayrancıya neredeyse”.
Kaldırdı kafasını: Ayrancı. “Ölecek miyim açlıktan eğer hayallerimin peşinde koşarsam?” “Böyle mi işliyor bu dünya?”. “Maddi şartların karşısında benim öznelliğimin hiçbir değeri yok mu yani?” İstikamet: Alaçam Sokak, ev.
Alaçam sokağa girdiğinde oldukça yorulmuştu. Fakat eve girmek istemiyordu. Biliyordu ki herhangi bir çözüm bulamadan evine girerse, bu yenilgiyi kabul etmek anlamına gelecekti. O eve girmek bu durumda psikolojik bir sınır çizgisiydi. Yürümek ve düşünmek istiyordu bir çözüm bulana kadar. Fakat ayaklarında mecal kalmamıştı, tek bir adım dahi attıramıyordu beyni bacaklarına. En azından eve girmemek için, Alaçam sokaktaki sahafın önündeki kaldırımın kenarına çöktü. Sahafa baktı, kapalıydı. İçeride sadece sahafın kedileri vardı. Camdan onu izliyorlardı. Saatine baktı. Akşamın ilerleyen saatleriydi. Haliyle kimsecikler yoktu sokakta.
Çıkarıp bir sigara sarmaya kalktı. Tütünü buldu, filtreyi buldu, kağıdı buldu, Çakmağı bulamadı. Yolda düşürmüş olmalıydı. Bir sigara tiryakisi sayılmazdı. Halbuki çok ihtiyacı vardı şu anda. Sigara bir arzu nesnesine dönüşmüş, dalga dalga bedenini ve beynini uyarıyordu.
İlk geçen insandan ateş istemeye karar verdi. Lakin Alaçam Sokak her zamanki sakinliğini aratırcasına daha da bir bomboştu. İn cin top oynuyordu. Sahafın önündeki çimlere uzandı, oturmak yorgunluğunu kesmemişti. Birinin geçtiğini duyunca kalkacaktı. Hayata karşı yenilgisini hüzünlü bir sigara ile sindirip, tıpış tıpış evine gidecekti. En azından savaşmayı denemişti kendince ve bu onurlu yenilgi sigarasını hak ediyordu. Yapacak bir şey yoktu, sokağa kulak kabartarak kendini dem dem saldı.
Tam olarak nereden sirayet ettiğini anlayamadığını bir tür huzur hissetmeye başlamıştı ki, dolmuşa benzer bir aracın motor gürültüsüyle Alaçam Sokağın sessizliği yırtıldı. İstifini bozmadan uzanmaya devam etti, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı. Dolmuş, sahafın karşısına geldiğinde durdu. Dolmuşçunun dolmuşun ön kapısını açtığını işitti. Yere tükürdüğünü gördü. Dolmuştan atlayıp, kapıyı kapattığını da. Küçük bir sessizlikten sonra dolmuş şoförü çığırmaya başladı:
Neukölln, Neukölln, Neukölln… Ayrancı Neukölln. Ayra…Öhöö, öhöö, öhööö…Boğazı gıcıklandığı için çığırmayı bırakmak durumunda kalmıştı Hakan Kaptan. Ulan dedi kaç yaşına geldik hala bir muavinimiz yok, her işi kendimiz hallediyoruz!
Tam yeniden çığırmaya başlayacaktı ki etrafta kimsenin bulunmadığını fark edip, kendi kendine böğürdüğünü anladı. Utanarak sustu. Daha doğrusu tekrar bağıramadı. Ne de olsa bir söylentiye göre dolmuş emektarları o sert görünüşlerinin altında yumuşacıktırlar. En azından Hakan Kaptan gibi feleğin çemberinden geçmiş olanları böyledir denilebilir.
Çıkarıp bir sigara yaktı. Yakar yakmaz gözleri kitapçının önündeki çimlerdeki uzandığı yerden kaldırdığı başıyla kendisine bakan gence takıldı. Biraz önceki gereksiz çığırtkanlığına kendi dışında bir başkasının da tanık olduğunu idrak edip biraz daha kızardı. Bu drama, sigarasından her zamankine kıyasla bir tık daha sert bir fırt çekme gibi bir refleksi de beraberinde getirdi. İçine aldığı dumanı her zamankinden daha çok içinde bekletti. Ve dumanı tüm öfkesiyle saldı. Adeta içinin zehrini dumana tutturup dışarı atmıştı.
Genç ayaklanmış, kendisine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Yirmili yaşlarının ortasına ulaşmak üzere olan bu gencin giyimi çok salaştı Hakan Kaptana göre. Bir kot pantolon üzerine alelacele seçilip giyildiği belli olan çirkince gri bir tişört ve bunun yanında serin Ankara akşamlarının panzehri, yılların sündürdüğü ama öldüremediği, kahverengi bir hırka. Hakan Kaptan’ın bu kombine puanı dört oldu.
Kendi kombinine puanı ise dokuzdu. O da mütevaziliğindendi yani yanlış anlaşılmasın. Yoksa on numara çok janti bir şofördü, Berlin’de giremeyeceği kulüp yoktu. Gidegele Berlin modasını öğrenmişti. Siyahı sever, zincir gördü müydü dayanamaz gerekirse kendine, gerekirse dolmuşa takardı.
Genç yanına yanaşmıştı. Gülümseyerek kibarca ateş istiyordu. Hakan Kaptan’ın anında kanı kaynadı bu gence. Cebinden çakmağını çıkarıp uzattı:
– Buyurun hocam!
– Teşekkürler (Çakmağı alıp, sigarasını yakıp, çakmağı geri verdi)
– Rica ederim.
– Yeni mi kondu bu dolmuş hattı buraya? Yıllardır burada otururum, buradan hiç dolmuş kalktığını görmedim.
– Öyle mi? Hayır, yeni değil ben de yıllardır bu hatta şoförlük ederim.
Genç şaşırmıştı. Ne diyordu bu ergenler misali siyahlara bürünmüş lakin gene de hala janti görünümlü olan dolmuş şoförü şimdi yani!
– Bu dolmuşun Berlin’e gittiğini iddia etmiyorsunuzdur diye düşünüyorum.
– Aksine, tam olarak söylediğim budur genç arkadaşım.
– Abi aklımla oynama lütfen zaten zor bir gün geçiriyorum.
– Haşa. Neden böyle bir şey yapayım. Hayırdır neden zor bir gün geçiriyorsun?
– Hmm. Şimdi böyle birden sorunca açıklaması zor tabi de…Aman neyse hızlı ve dolaysız bir özet vereyim sana. Okulu bitirdim. İstemediğim bir hayata doğru sürükleniyorum. Ama başka çarem yok, kaderime boyun eğmem gerekiyor sanırım. Gene de içim yanıyor.
– Belki de Ankara’nın sana verebileceği bu kadardır. Kaç yıldır bu şehirdesin?
– 6-7 oldu. Okulu çift dikiş gittim.
– Dostum, şehir değiştirmeni öneririm. Yeni şehir enerjisiyle beraber gelir. Belli ki Ankara sana vereceğini zaten vermiş. Teşekkür edip gidebilmelisin ki istemediğin bir hayata sürüklenmeyesin.
– Abi kolay söylemesi de nasıl gideyim?
– Büyük kararlar bazen beş yılda karar verilir, bazen de beş saniyede. Deneyimlerime göre beş saniyelik olanlarıyla beş yıllık olanları arasında herhangi bir fark yoktur.
– Pek anlayamadım?
– Atla bakalım Ayrancı Neukölln dolmuşuna. Para da istemez. Bu sefer bendensin. Berlin’e gidiyoruz. Adın nedir bu arada? Ben Hakan Kaptan.
– Ben de Özgün.
Özgün’ün kafası çok karışmıştı. Neler oluyordu böyle? Rüya mı görüyordu? Son saatlerde yaşadığı git-geller, çaresizlik hissiyatı ve üstüne bu garip dolmuş şoförüyle tanışması biraz fazla gelmişti açıkçası. Biraz daha düşünüp dolmuşa binmeme kararı almaktansa önünde beliren bu saçma maceraya atılmak istedi. Böylece darlanmasını bir nebze olsun unutabilirdi. Nihayetinde bu dolmuş gerçekten Berlin’e gidiyor olamazdı ya.
Dolmuşun ön yolcu kapasını açıp bindi dolmuşa. “Hadi Hakan Kaptan gidelim!” Hakan Kaptan sigarasından bir fırt daha çekip ayağının altında söndürdü. Bir hışımla şoför koltuğuna atlayıp kontağı çevirdi. “Hay hay”.
Kısım III
Dolmuş bu. Hayatın bel kemiği. N’apalım, yoktu bizim çeşit çeşit metro ağlarımız, banliyö trenlerimiz ve yahut tramvaylarımız. Çoğu zaman otobüs hatlarımız bile yeterli değildi. Ah Anadolu’m ah! Fakir ama huzurlu Anadolu’m. Dolmuş en çok sana yakışırdı. Dolunca kalkardık. Elden ele uzatırdık. Belki hala öyle oluyordur. Ben bilmiyorum. Çok sevdiğim Anadolu’mdan uzak düştüm. Şimdi Özgün ve Hakan Kaptan bana doğru gelmektedir. Anadolu’yu getiremiyorlar bana ama dolmuşu getiriyorlar. Olsun, bazen böyle olur.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemektedir şimdi. Ankara’dan önce İstanbul, oradan Atina. Oradan da Prag. Sonra ver elini Berlin. Son durak Neukölln. Tam olarak S Sonnenallee. Hakan Kaptan hep burada bitirir bu yolculuğu. En sevdiği kulüp buradaydı. Artık yok! Yıktılar! Yerine lüks ofisler yaptılar. Soylulaştırdılar mahalleyi! Ne kadar kâr yapsanız satın alabilirsiniz Hakan Kaptanın o kulüpte bıraktığı personaları ey zengin beyaz Avrupalılar? Hadi be bana masal anlatmayın, geçin bunları! Kulübü yıktılar yıkmasına ama Hakan Kaptan gene de bu kulübe saygı duruşu niyetine, dolmuşunu hep burada durutur. Yıktınız yıkmasına da günü gelecek Hakan Kaptan da sizi yıkacak, şu hayatta bir maden işçisini bir de dolmuş şoförünü karşına almayacaksın arkadaş.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir durup bir kalkmaktadır. Bazen bir göçmen biner bu dolmuşa bazen bir seks işçisi bazen de bir muhalif entelektüel. Şu dolmuşun bir dili olsa da konuşsa keşke. Kimisi savaştan kaçar, kimisi açlıktan, kimisi baskıdan. Hakan Kaptan soru sormaz yolcularına, para da almaz. İhtiyacı yoktur paraya, para için yapmaz bu işi.
Dolmuş Almanya’daysa türkü çalar teyp, Türkiye’de ise tekno. Her iki ülke arasında ise yolculara alan verir Hakan Kaptan müzik konusunda. Hem müzik dağarcığı genişler hem de bir nevi sosyal ortam oluşur. İnsanlar sohbet eder müzikten yola çıkarak. Susacak olsalar müzik sessizliği doldurur. Her türlü iyidir müzik. Sever Hakan Kaptan müzik dinlemeyi ve dinletmeyi.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir dolup bir boşalmaktadır. Özgün beyimiz keyfe gelmiş kendini maceranın kollarına iyice teslim etmiş bulunmaktadır. Hakan Kaptan gene rollenmiş, vitesi en afili şekilde attırmaya başlamıştır.
Özgün baktı yollar gitmekle tükenmeyecek gibi. Sordu Hakan Kaptana:
– Hakan abi, neredeyiz?
– Bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum. Şoförümüz değil misin sen?
– Mekânın ne önemi var canım benim, gidiyoruz işte!
– Peki ne zaman varırız?
– Bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum. Sen bilmeyeceksin de kim bilecek?
– Zamanın ne kıymeti var be canım, gidiyoruz işte!
– Neyin önemi var abi o zaman, neyin?
– Kızma be Özgünüm hemen! Bak yol önemli işte, yolun önemi büyük! Onu da gidiyoruz, sıkıntı yok!
– Abi çok gamsızsın be, sen çok yaşarsın.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, insanı kâh melankolik kâh sıkkın yapmaktadır. Dolmuş umuttur. Yolda gitmektir. Bir yeri geride bırakıp bilinmeze yol almaktır. Herkes öyle gidemez kolay kolay dolmuş gibi.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, yol uzadıkça uzamakta, yolcular dış dünyadaki seyahatlerine ek olarak iç dünyalarında da seyahate çıkmaktadırlar. Dışarda aynı yolu içeride farklı yolları gitmektedirler. Özgün’ün aklına Ankara’da öptüğü herkes geliyordu, bir açıklaması vardı elbet. Hakan Kaptan’ın ise şu dünyada seviştiği herkes, bir açıklaması yoktu muhtemelen.
– Özgüncüm bak canım benim, bizim dostluğumuz Berlin’e kadar ha. Oraya varınca beni görmedin, duymadın. Seni ben getirmedim. Alman polisiyle başımı belaya sokma.
– Nasıl ya abi? Ben n’apacağım orada, iz bilmem yol bilmem. Yardımcı olmayacak mısın bana? Yakışmadı abi. Sevenlerini üzdün.
– Canım benim öncelikle çok tatlısın, tabi ki yardımcı olmak isterdim amma lakin, birincisi benim de bir hayatım var inanması güç olsa da ve ikincisi sana yardım etsem kötülük etmiş olurum.
– O neden ki?
– Canım benim ısırmayı öğrenmelisin, yoksa bu şehirde kalıcı olamazsın. Yardım edersem ısırmayı öğrenemezsin.
– Abi sen de beni amma hafife aldın ha, evelallah taşı sıkar suyunu çıkarırım.
– Özgüncüm, bak işte o iş öyle kolay değil. Senin gibi ne babayiğitler gördü bu şehir, bu işler öyle konuşmakla olmuyor. Her ne kadar fark etmemiş olsan da şu dolmuşla Berlin’e doğru yol alırken sadece memleketini değil ayrıcalıklarını da geri de bırakıyorsun.
– Ne ayrıcalığı be abi! Durum belli ülkede, ne ayrıcalığı.
– Farkında bile olmadığın ayrıcalıkların Özgüncüğüm, farkında bile olmadıkların. Anca kaybedince anlayabileceklerin.
– Hakan Kaptan abartma ya, ne ayrıcalığı yahu.
– Uzun lafın kısası, artık gerçek Beyazların mekanına geldiğine göre beyaz Türklüğün yeterince beyaz değil Özgüncüm.
– Abi beyaz Türk falan ayıp olmuyor mu yav. Taşralıyım ben taşralı! Ne beyaz Türkü.
– Kavramları biraz eğip bükerek kullanmayı severim Özgüncüm. Sonuçta akademisyen değil dolmuşçuyum. Zamanında kabul etmediler beni doktoraya, bu beyaz ayrıcalıklı akademi dışladı benim alternatif görüşlerimi. Adiler, bilginin tekelini kuruyorlar. Bilgiyi bile tahakkümleri altına alıyorlar.
– Hadi ya sen naptın kaptan?
– Dolmuş şoförü oldum gördüğün gibi. Dolmuş muhabbeti yapıyorum ders yerine. Böyle direniyoruz be Özgünüm. Yeraltı sosyal bilimi… N’apacan? Yapacak bi şey yok!
– Garip bir insansın be kaptan, ne diyeyim.
Hakan Kaptan dolmuşu sağa yanaştırdı, yavaşlayıp durdu ve el frenini çekti. Özgüne baktı bir süre. Bir şey demedi. Ardından dolmuşun içine doğru çevirdi bakışlarını:
– Ayrancı Neukölln dolmuşunun sevgili yolcuları, Neukölnn’e hoş geldiniz. Gecenin sonunda evlerinize dönmeyi unutmayınız. Viel Spaß!
Son zamanlarda Berlin’in tekno kültür sahnesinde İstanbul’dan iki kolektifin git gide kendine daha çok alan açtığını görüyor ve adlarından söz ettirdiği duyuyoruz. ‘Vast Perception’dan Umur ve ‘COUP’tan Berkay ile yolculukları üzerine keyifli bir söyleşi hazırladık. Buyurunuz efendim!
“VAST Perception” ve “COUP” projelerini, bu projelerden henüz haberdar olmayan birine nasıl tanıtırdınız? Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
VAST Perception: En basit haliyle “VAST Perception”ı İstanbul’da temeli atılmış bir tekno “müzik label”ı ve komünitesi olarak tanımlayabiliriz. 5 yılı aşkın bir süredir yeraltı sahnesinde yaptığımız etkinlikler ve yayınladığımız albümler ile Türkiye’nin öncü kolektiflerinden biriyiz.
“VAST Perception” ismini ise tekno müziğin geniş yelpazesinden esinlenilerek, bizimle bu yolda yürüyen her sanatçının hatta komünitemizdeki her bireyin, kendi deneyimleri ve yaşantısı doğrultusunda, hiçbir kısıtlamaya veya önyargıya takılı kalmaksızın kendilerini özgürce ifade edebileceği bir ortam yaratmak amacıyla seçtik. Komünitemizde yer alan herkesin gerek sahne alabilmesi gerekse müziklerini geniş kitlelere duyurabilmesi ise en öncelikli hedeflerimizden.
COUP: COUP bizim için İstanbul’da temelleri atılmış bir tekno komünite projesi. Hem İstanbul’da başlayıp şu an Berlin’de devam eden partilerle, hem de ‘label’ın farklı katalogları altında yaptığımız yayınlarla bizi dinleyenler ile iletişmeye devam ediyoruz.
“VAST Perception” ve “COUP” nasıl başladılar? Hangi koşullarda doğdular? Bugünlere nasıl geldiler?
VAST Perception: VAST Perception’i 2017 yılında 3 arkadaşın paylaştığı düşünceler ve amaçlar doğrultusunda oluşturduk. Kurulduğumuz zamanlarda Türkiye tekno sahnesinde neredeyse yok denebilecek kadar az sayıda oluşum vardı. Etkinlik sayısı oldukça azdı ve İstanbul’dan yayınlanmış hiç albüm yoktu. Bu durumun kendince zorlukları tabii de vardı. İlk önce Taksimde bulunan kendimize mesken edindiğimiz küçük bir kulüp olan Temple’da etkinlikler yapmaya başladık. Bu kulüpte lokal sanatçıların dışında Michal Jablonski, Denis Rabe ve Amotik gibi birçok tanınmış artisti de ağırladık. Biz bunları yaparken COUP ise yine Taksim’de bulunan GLOW adlı kulüpte kendi kitlesini oluşturmaya başlamıştı. İki kolektifin bir araya gelmesi de uzun sürmedi. Tanışmamızın ardından gelen Mısır Apartmanı etkinliklerini, İstanbul tekno sahnesinde bir süredir yer alan herkesin hatırlayacağına eminiz. Şimdi ise Berlin sahnesine sağlam bir giriş yapmış bulunuyoruz. Yıllar içinde süre gelen bu gelişimi görmek bizi gelecek konusunda oldukça motive ediyor.
COUP: COUP aslında dizayn ve konsept olarak Becky FR’nin (Berkant) tasarladığı fakat hayata geçirmediği bir müzik bloguydu. Boğaziçi’nde lisans okuyan bir grup arkadaş Berlin maceraları dönüşü aradıkları özgür ifade ve müzikal ortamı bulamayınca, ilk başta YouTube’da yayınlanan Müzik videoları, podcastler ve exclusive partiler ile kendilerine sunulmayanı kendileri için yaratmaya başladılar.
Fiziksel toplanmalar için ana problemler, o dönem öğrencileri bizler için düzenli, uygun olan mekân bulmak, bilet fiyatını öğrenci için satın alınabilir hale getirmek ve üzerimizde hissettiğimiz politik baskıyı ve mahalle baskısını atabileceğimiz hız ve sertlikte müzik çalabiliyor olmaktı. Glow’da 20 lira girişle “guest list-only” etkinlikler düzenleyerek hem birçok lokal yeni DJ ve producer’a hem de aradığı “rave” deneyimini bulamayan Boğaziçililere ortam hazırladı. VAST ile birlikte projeler yapmaya başladıktan sonra da etkinlikler, label ve yayın sıklığı oldukça hızlandı.
“VAST Perception” ve “COUP” İstanbul kökenli projeler olmalarına rağmen son zamanlarda kendilerine Berlin’de de yer edindiler? Bu süreç nasıl gerçekleşti? Bu sürecin Türkiye’den Almanya’ya yeni dalga göç ile ilişkilenmesi söz konusu mudur?
VAST Perception: Bu müzikle ilk ilgilenmeye başladığımızdan beri Berlin sahnesine giriş yapabilmek her zaman bizim için bir hedef ve hayal oldu. Ancak burada etkinlik yapabilmemizdeki tek sebep bu değildi tabii ki de. Ülkemizde uzun zamandır süre gelen, alternatif yasam biçimlerini onaylamayan politik anlayış en önemli sebeplerden olsa da maalesef tek sebep bu da diyemeyiz. Zaten oldukça kısıtlı olan etkinlik alanları ve kulüpler maalesef vizyon yoksunu yöneticiler tarafından yönetiliyor. Herhangi bir yeniliğe açık olamayan bu zihniyet Türkiye tekno sahnesinin ilerlemesindeki en önemli engellerden biri.
Yayınladığımız albümlerle hem COUP hem VAST olarak Avrupa sınırları içerisinde kendimize hâlihazırda bir dinleyici kitlesi edinmiştik özellikle de Berlin’de. Böyle bir kitlemiz varken burada etkinlik düzenlemek bizim için kaçınılmazdı.
Kısacası gerek politik kısıtlamalar gerekse zaten kısıtlı olan bu ortamda bizi daha da kısıtlayan kulüpler bizi ekstra motive ederek belki de Berlin sahnesine girişimizi oldukça hızlandırdı.
Yeni göç dalgasından bahsedecek olursak, maalesef bir çoğumuz ülkeyi terk etme ve yeni bir ülkede hayat kurma arayışındayız. Berlin ise özellikle Türkiyeli birçok genç için en sıcak noktalardan bir tanesi. Berlin’e taşınmadan önce, İstanbul’da yaptığımız etkinliklere gelen ve bizi tanıyan birçok arkadaşımız var. Onların da burada olması ve desteklerini hala hissediyor olmak bizi fazlasıyla mutlu ediyor.
COUP: Avrupa göçleri başlamadan önce de aslında COUP özellikle Almanya ve Fransa’da oldukça dinleniyor, popüler DJler tarafından ‘release’ler radyo ve kulüplerde çalınıyordu. Fakat özellikle son beş yılda TR’deki politik ve ekonomik olaylar bizim jenerasyonumuzda komünite içerisinden ilk olarak beni (Berkay) ve Umur’u aradığımız yaşam şartlarını Almanya’da aramaya itti. Taşındıktan sonra da tabi ki fark ettik ki bu düşünceye sahip olan sadece biz değiliz ve git gide zaman içerisinde İstanbul’dan Avrupa’nın farklı ülkelerine komünite içerisinden birçok arkadaşımız taşındı.
Müzik etrafında bir araya gelişlerimiz Berlin’e taşınınca tabii ki ilk aşamada değişti, artık dans pistinde bir yabancı, evde de göçmendik. Ama yapılan yayınların Avrupa’da sıkça dinlenmesi ve göçler sonrası Almanya’da aslında hâlâ İstanbul’daki gibi bir araya gelebileceğimizi görmek bizi burada da kendimizi ifade edebileceğimiz ortam için emek harcamaya oldukça motive etti.
Hem Almanya’da hem de Türkiye etkinlikler düzenliyorsunuz. Bu iki ülkeyi sanatsal bir etkinlik organize etmek açısından kıyasladığınızda ne gibi farklar ortaya çıkıyor? Türkiye’ye ve Almanya’ya özgü zorluklar nelerdir?
VAST Perception: Üzülerek söylemeliyiz ki, etkinliklerimiz baz alındığında iki ülke arasında çok fazla fark görebilirsiniz. Gece saat 1’den sonra başlayan müzik yasağı her şeyden önce en büyük sorunlardan bir tanesi. Bir önceki soruda da bahsettiğimiz gibi, kulüp sayısı çok az ve var olan kulüpler ise yeniliğe ve gelişime hiç açık değiller. Türkiye’de tekno kitlesi daha gelişmekte olan bir kitle, alınması gerekilen çok fazla yol var. Tekno müziğin özgürleştirici yanını keşfedememiş, sadece “Instagram story”me ne koysam derdi ile hareket eden çok fazla insanla karşılaşıyoruz lakin, gelişmekte olan bir sahnede bu oldukça normal.
Diğer bir yandan ise, Almanya tekno sahnesi doygunluğa ulaşmış noktada ve Dünya’nın geri kalanı için büyük bir örnek teşkil ediyor. Her hafta şehrin her bir yanında onlarca etkinlik bulabiliyorsunuz. İşte Berlin sahnesinin en zor yanlarından biri de bu. Rekabet çok üst düzeyde, kulüplerin ve kolektiflerin “exculusivity maddeleri” istediğimiz sanatçılarla birlikte çalışabilmemizi çok zorlaştırıyor. Örneğin Berghain’da çalan bir sanatçı belirli bir sure başka bir kulüpte maalesef çalamıyor. Bu durum bizi yeni stratejiler üzerinde çalışmaya zorlasa da yayınladığımız ve çaldığımız müziği takdir edecek insan sayısının da burada bir o kadar fazla olması bu zorlukları oldukça dengeliyor.
COUP: Türkiye’de gözlemlediğimiz en büyük problem yeterli alana sahip olamamak. Mekân sayısı azlığı ve var olan mekanların anlaşma şartları yeni gelen üretici ve kolektifler için oldukça sınırlayıcı. Bu sınırın insanları daha farklı çözümler aramaya iteceğini ve belki de bir yandan daha kreatif yollara öncülük edeceğini düşünüyoruz. Bir yandan global ölçekte Türkiye sahnesi hala görece küçük olduğu için global DJ veya producerlar ile etkinlik yapmak Avrupa’ya göre çok daha kolay.
Berlin’de ise mekân alternatifi oldukça fazla, etkinliğe gitmek isteyen ve buna finansal olarak gücü yetebilen insan sayısı da. Buna bağlı olarak global popüler bir sanatçı ‘booking’i ‘exclusive’ anlaşmalar ve rekabet sebebiyle çok zor. Güvenli alan inşası konusunda da son dönemlerde oldukça fazla uygulanan ‘awareness’ ekibinin dahil edilmesi, bize Türkiye’de örnek oluşturabilecek bir yapı.
Geçtiğimiz ay Berlin’in büyük kulüplerinden birinde başarılı bir 5. yaş partisi düzenlediniz. Gelecekte benzer ölçekli partileri, benzer ölçekli kulüplerde düzenlemeyi planlıyor musunuz?
VAST Perception: Şimdiden önümüzdeki yılın etkinliklerini planlamaya başladık bile. Yakın zamanda sizlerle yeni tarihler paylaşacağımıza emin olabilirsiniz. Berlin sahnesinde sağlam bir yer edinip, özellikle de yayınladığımız müziğin hatırı sayılır bir kitleye ulaştığı Budapeşte, Paris veya Moskova gibi şehirlerde de etkinlikler düzenlemeyi hedefliyoruz.
COUP: 5.Yaş partisi, “rave” kültürünün etrafında sosyalleşmenin bize aslında hâlâ ne kadar keyif verdiğini hatırlattı. Yaşanan göç dalgasının çoğumuzu savurduğu hayatlarımızın aslında yine benzer noktalarda buluştuğunu görmek, hayatlarını Müzik etrafında Almanya’da yeniden inşa etmeye çalışan DJ ve ‘producer’lar ile yaratılan alanı ortak sahiplenebilmek, bunlara daha önce sadece dijital olarak dokunabildiğimiz Avrupa dinleyicisiyle kulüpte bir araya gelme heyecanını ekleyince önümüzdeki yılda da daha sık bir araya gelmeliyiz diye düşünüyoruz.
Projeler yakın çevresinde ne gibi etkileşimlere neden oldu? Etrafında nasıl bir enerji açığa çıkardı?
VAST Perception: Günün sonunda bizi en mutlu eden şeylerin başında etkinliklerimiz etrafında gelişen arkadaşlıkları hatta aşkları görmek geliyor. Hepimizin birbirinden pozitif bir şekilde beslendiği, fikir alışverişinde bulunduğu, ortak ürünler çıkardığı bir ortam içerisinde bulunmaktan çok keyif alıyoruz. Bunlar bizde gerçek bir komünite hissiyatı yaratıyor ve işimizi severek yapmamızı sağlıyor.
COUP: Projeler gençliğimizin baharında kendimizi en sıkışık hissettiğimiz yılların içinde bizi bir araya getirdiği için hem kişinin kendine hem insan ilişkilerine hem de tekno ve rave kültürüne dair içinde bulunan insanları fazlasıyla dönüştürdü. En sevdiğimiz hikayelerden biri, İstanbul’daki COUP partilerinde ve 5. Yas partimizde de çalan Spektral Radio ve Pravus (Basak ve Ayberk)’un Mısır Apartmanı’nda birlikte düzenlediğimiz ilk etkinliklerde tanışmış olmaları. Şu an birlikte Hamburg’da yaşıyorlar ve evliler 🙂
Son söz niyetine?
VAST Perception: Türkiye tekno sahnesi gelişime çok açık, yeni birçok kolektif sahneye çıkmaya başlaması bunun en basit göstergesi. Birçok kolektif, yanında sıkı bir rekabet de getiriyor. “Vast”ve “Coup” örneğinde olduğu gibi, teknonun ve müziğin yakınlaştırıcı, paylaşımcı ve eğlendirici taraflarına odaklanabilirsek sahnemizin iyi yerlere gelebileceğini paylaşmak istiyoruz.
Rüyalar… Kendi dilimizde şifrelenmiş, başı ve sonu olmayan hikayelerimiz.
Zaman ve mekanı geçersiz kılan, derin bilinçdışının sularında sembollerin, arketiplerin, ritüellerin hammaddesi ve işlendiği yer.
Mitolojik anlatımlarla rüyalar ne kadar benzerdir. Bir şekilde görücü olarak, kendi iç örüntümüze dahil oluruz. Günlük zihin konuşmalarımızın dışında, rüyaların kendini ispat etmeye veya anlaşılmaya ihtiyacı yoktur. Anlam, bağlantıyı bulduğu an görenin anlayacağı dili gösterir.
Birçok eski kültür ve medeniyet rüya dilini günümüz perspektifinin dışında, farklı boyutlarıyla ele almıştır.
Toltek bilgisi, rüyayı hem bir kehanet aracı hem de kişinin kendi içsel değişimine yapılan gezinti olarak değerlendirir. Rüya günlüğü tutmak, kendi görü dilini çözmek için yegane yoldur.
Tasavvuf literatüründe rüya alemi, ‘Ruhlar âlemiyle madde âlemi arasında bulunan ve bütün varlıkların zuhûra gelmeden önceki asıllarının, maddeye bürünmemiş şekillerinin mevcut olduğu âlem, âlem-i misal’ olarak tanımlanır. Bilinci genişletmek amacıyla , yol gösterici olarak görülür.
Aborjinler, yaratımdaki her kuvvenin iç içe olduğu o eşsiz vakitten ‘rüya zamanı’ ndan bahseder. Yaratılış bir yumurtanın içindedir ve bu vakitten yaratımın saçılacağı güne dek herşey birliktedir. O sebeple rüyalar ilksel ve kaynak olandan bir mesajdır.
Rüya görücü bir elçi gibi çalışır.
Kendi rüyalarımızın gözcüsü ve ileticisi olmak, kendini tanımanın en eski yollarındandır.
Sözün hükmünün ateşe verildiği o yerde, kelimelerin bittiği yerde;
Yol başlardı.
Dedi ki; “Rüyalardan hemen önceki anlar , ölümün bir sureti gibidir.”
* Sessizlikten Yapılmış
Dün gece, biricikliğini ilan etmiş bir rüya görüme girdi.
Bu misal aleminde kısılı kalmıştım.
Yedi kişiyle.
İki tanıdık yüz vardı yanımda. Manas ve Gül.
Rüyayı paylaştıklarım artık, bu alemi geçmek için sabrına sarılamıyorlardı. Hepimiz, kapıdan girdiğimiz yoldan çıkmanın tek cevabı olan o kişiyi arıyorduk.
Silentium incarnatum…*
Ezbere konuştuğumuz bir nakarat gibi tekrar ediyorduk bu kelimeleri.
“Silentium incarnatum”
İfade ettiği şeyin kim ya da ne olduğu sorgusu, çoktan çıldırmak üzere olan zihnimizi terketmişti. Bir hatırlıyor, bir unutup rüyaya dalıyorduk.
Uyanık kalan, diğerini kendine getirmeye çalışıyordu. Dönüşümlü bir nöbet halindeydik. Duyduğumuz ve gördüğümüz herşey, sürekli şekilden şekile giriyordu. Birçok gerçeklik bizi içine çekiyordu.
Peki hangisiydi olan? Gerçek neydi?
Artık yorgun düşmüştük ki uzaktan bu oyunların bir parçası mı bilmediğimiz, 7 kişi belirdi. Adımları vakur, giyinişleri parlak kumaştandı. Yüzleri saklı bir tebessüm taşıyordu.
Garip bir samimiyetle hepimiz birden ayilir gibi olduk. Bize doğru başlarını eğip;
“Selam olsun Ey Gezginler. Gelin! Aradığınız ardımızdadır”
Yanlarına doğru adımsız adımlarla ilerledik. Vardığımızda, alemin köşesinde boşlukta yüzen bir pencere ile karşılaştık.
Elleriyle, bakmamızı işaret eder gibi davet ettiler. Sorgulamadan pencereye doğru merakla ilerledik.
İçeride karanlık vardı.
Kapkara bir örtü.
Hiçbir şeyi gözümüz seçemiyordu.
Bu da mı bir oyun?
Adamlardan biri başını kaldırıp;
“Bilmek için denemen gerek”
İçeri bakmak değildi belli ki amaç.
Adım atmalıydık. İlk adımı atma cesaretini buldum bir hevesle.
İçeride ışığın tek var olduğu yer yukarı tırmanan 9 basamaklı bir merdivendi.
Mermerden merdivenlerin en tepesinde, başı uzun bir örtüyle örtülmüş, yüzüyle net olarak denkleşemediğimiz bir kadın oturuyordu. Bizi getiren adamlara seslendi.
“Elçiler. Işığı uyandırın.”
Tüm mumlar yakıldı. Gök, odaya inmişti sanki. Ateşler mumun üstünde başka başka yönlerde oynaşıyordu. Sanki alevlerin canı varmış da birbiriyle sohbet ediyorlarmış gibiydi. Hayran gözlerle geliş sebebimizi unutmuş, yine seyre dalmıştık. Mum alevleri , bulunduğumuz yerin tüm gizemini üstüne çekiyordu.
Kadın tok bir sesle elçilere el etti.
“7’leri de uyandırın.”
Bizi buraya getiren elçiler kolumuza zerafetle girdiler.
“Buyrunuz. Aradığınız , bu kişidir.”
Bir an kendimize gelir gibi olduk. Ama Gül’ün gözleri hala odanın ışık oyunlarına takılı kalmıştı. Birden Manas öne atıldı. Önce elini göğsüne koyup selam verdi.
“Selâm olsun… Uzun yollar ve hallerden geldik. Sizi arıyorduk. Çünkü, çıkışın anahtarının sizde olduğunu söylediler. Lütfedin. Bize bu oyunu anlatın.
Neredeyiz ? Kimin rüyasındayız?”
Örtülü başındaki ipek örtü düştü. Yüzü unutulmayacak hatlara sahipti. Köşeli sivri bir yüz. Ve insanın içini delen gece rengi bakışları, bizi yakıyordu. Kızıl saçları gün batımındaki bulutları andırıyordu. Gözlerinin sanki uzun ince parmakları var gibi üzerimizde gezdiriyordu.
“Bu alem, aynanın sır’landığı kelimeden yapıldı.
Burada sözleri sen söylemezsin, Söylemesi gereken söyler.”
Manas, bir anda yere yıkıldı.
“Nasıl uyanırız bu rüyadan? Lütfen!”
“Bu alem; olanı değil, olanın işaret ettiğini gösterir.
İşaret edileni gör!
Gerisini rüzgar, bilincine eserek götürecektir. Rüyalar, elmaya sokulan yılanı da gösterecektir, olanın ardında yatanı da.
Sadece gör!”
Durduğu basamaktan bir alttakine indi.
Eski Mısır uygarlıklarında rüyanın yeri o kadar kıymetli idi ki, artık rüyalarını hatırlamayan veya güneş altında yürüyemeyen kişinin, ruhundan koptuğuna inanılırdı. 7 gece boyunca başına günlük reçinesi sarılır ve yıldızların altında uyutulurdu. Her sabah rahip o kişinin yanına gelir, rüyalarından hatırladıklarını not ederdi. Yorumlar sonra da ona uygun beslenme diyeti yazardı.
Şaman kültürüne göre, farklı rüya bedenleriyle, dünyayı oluşturan frekanslar arasında gezintiye çıkarız. Döndüğümüzde hatrımızda kalan parça ruhumuza yapışan idrak mesajıdır. Evrenden bir parçayı ve aştığımız kapının mesajını yanımızda getirmişizdir.
Her birini birleştiren ortak bir görüş vardır;
‘Rüya ve hakikat el ele dolaşır.’
Rüyalarına aşina olmayanın, yaşadığı ve yorumladığı dünyayı kavraması pek olası değil gibi.
Permakültür son zamanlarda çok duyduğumuz bir kelime. Bu konuyla yeni ilgilenmeye başlayan birine permakültürü nasıl tanımlarsınız?
Sevgili öğretmenim Murat Onuk’tan duyduğum en genel tanımıyla “etik temelli, sürdürülebilir insan yerleşimleri tasarımı bilimi” derim.
Permakültüre ilginiz ne zaman ve ne amaçla başladı? Yakın çevrenizin tepkisi ne oldu?
Permakültüre ilgim ne zaman başladı sorusuna verecek net bir cevabımın olmadığını düşünüyorum. Hayatıma dair hatırladığım en eski anımda da permakültürün izlerini bulabiliyorum. Permakültür diye bir şeyin var olduğunu ne zaman duyup ‘hah işte bu!’ dediğim zamanları sorarsan eğer 2016 yıl derim. Hayatıma giren kıymetli dostlarım sayesinde bakış açım ve hayallerimle ilişkilenme biçmim o dönemde kökten dönüşmeye başlamıştı. Tabi bunu şimdilerde dönüp baktığımda farkına varıyorum ki bu çok keyifli. Yaşadığım hayata, dünyaya, içinde bulunduğumuz sisteme karşı sanıyorum ki içimde öfke birikmişti. Yolunda olmayan, içime sinmeyen bir şeylerin olduğunu sezdiğim ve yaşam tarzımdan memnun olmadığım bir dönemin içindeydim. Dünya ile, hayatta olmak ile ilgili köklü kaygılarım vardı. Yolda yürürken herkesin deli olduğunu, şehirde koşturma içinde oksijensiz susuz nasıl yaşadıklarını düşünürdüm. Ancak ne yapacağıma veya nasıl bir dünyada yaşamak istediğime dair pek bir fikrim ve ya düşünmeye mecalim yoktu. Hayatımın böyle bir evresinde çok kıymetli dostlarımla tanıştım ve onlardan permakültür’ün varlığını öğrendim. “Mıntıka 0” ı kendim olarak görüp ferah, mutlu, ve merkezinde bir yaşam hayal ettim.
Kişisel dönüşümüm dışında, bir de iklim krizi gibi dünyanın her yanını dönüştüren ciddi bir konu vardı karşımda. Bu konuya saplanıp kalmak ve umutsuzlaşmak çok kestirme bir yol ve o dönemlerde böyle bir noktaya daha yakındım. Diğer yol olarak, rengarenk ve sonsuz ihtimallerin varolduğu bir gerçeklik de var. Permakültür tam bu noktada çöldeki su olabiliyor.
Permakültürün kurucularından Bill Mollison’ın çok sevdiğim bir cümlesi var:
“Dünyanın sorunları giderek karmaşıklaşsa da, çözümleri hep utanç verecek kadar basit kalmaya devam edecektir”
Nedir bu “Mıntıka 0”?
Tasarımda enerjiyi verimli kullanabilmek için mıntıka analizi yapıyoruz. İç içe geçmiş çemberler gibi düşünebiliriz mıntıkaları. Mıntıka 0 demek, içinde en çok bulunduğumuz, gündelik işlerin en yoğun olduğu bölgeler demektir. Evimiz gibi. Son çemberimiz mıntıka 5 ise ölçeklendirmemize göre doğa ananın kendisi, evrenimiz gibi içinde gelişip yaşadığımız ve keşfettiğimiz alan olarak belirleniyor Mıntıka 0 dan başlayıp mıntıka 5 e doğru bir yolculuk yani.
Harika bir başlangıç! Peki, Permakültürün ilkeleri ve uygulama alanları nelerdir? Kısaca bahseder misiniz?
Permakültür , canlı ve cansız her şeye, sadece var oldukları için saygı ve özen gösterme yaşam etiği temelindedir. Bunun üzerine 3 temel permakültür prensibi vardır;
“dünyayı gözet” “insanı gözet” “artanı vakfet”
Permakültürün “Dünyadaki tüm insanların ihtiyaç duyduğu besin stoğunun tamamını, şu anda kullandığımız ekili alanların sadece %4’ünü kullanarak sağlayabilir, geri kalan %96’yı ormanlaşmaya ve doğanın kendini onarmasına terk edebiliriz.” iddiası vardır. Bunun mümkün olabilmesi için doğru ilişkiler kurmamız gerekmektedir permakültür de bunun nasıl olacağını araştırmaktadır. Bunu da her şeyi içinde barındıran doğadan öğreniyoruz. Tüm yaşamı öğrendiğimiz gibi. Permakültür tasarımı örüntüleme üzerine kuruludur. Son zamanlarda yoğun olarak, baktığım yerdeki örüntüleri yakalayabilmeye kavrayabilmeye çalıştığım bir süreçteyim.
Uygulama alanları nelerdir dediğinde her yer her an demek geçiyor aslında içimden ancak çok soyut ve anlaşılmaz kalabilir kaygısıyla, David Holmgren’in “Permakültür Çiçeği” ne dikkat çekmek istiyorum. Çiçekteki her bileşen uygulama alanın içinde ve tamamen yaratıcılığımıza ve nasıl yaşamak istediğimize bağlı olarak konsept içinde işlevselleşiyor.
Permakültür Çiçeği, David Holmgren’den değiştirilerek Jonathan Woolson’un çiziminden uyarlanmıştır. Her bir taçyaprak insanın temel bir ihtiyacını göstermektedir.
Şehir yaşamı içerisinde permakültür size ne ifade ediyor? Bu konsepti nasıl günlük hayatımızın bir parçası haline getiririz?
Bence “mıntıka 0” kendiniz olduğu zaman permakültür yaşamınızın her alanına yerleşmeye başlıyor. Yaşadığımız şehirlerde ciddi bir atık oluşuyor ve bu atıklar aynı zamanda geniş bir kaynağa dönüşebilme potansiyelini de içinde barındırıyor. Bunun için kurumlarla, belediyelerle birlikte hareket edebilmenin ve şehir hayatlarının dönüşebilmesinin hayalini içten içe kuruyorum. Ankara Kalkınma ajansının bu konuda çalışmaları ve projeleri de devam ediyor. Hatta geçtiğimiz aylarda Taner Aksel hocanın sunumuyla “Permakültür’e Giriş Eğitimi”ne Sevecen ile birlikte katıldık. ‘Şehirlerimizi iyileştirmek adına neler yapılabilir’ konusu üzerine sohbet edip sunabileceğimiz destekleri de konuştuk. Permakültür çalışmalarının gelişip çoğalması içimi umutla dolduruyor.
Şehir içerisinde elimizden geldiğince az atıklı, geri dönüşümlü ve ileri dönüşümlü yaşamanın çok kıymetli olduğunu inanıyorum. Apartman dairelerinde kolaylıkla yapılabilecek kompost uygulamaları var. Bu yolla gıda atıklarını humuslu toprağa dönüştürmek mümkün, hem şahane toprağınız oluyor hemde kendinizi iyi hissediyorsunuz. Bir çeşit gezegene bağlanma yöntemi bence. Bunun dışında çok güzel örgütlenmeler var. İnsanlarla bir araya gelip işbirliği yapmak şehirlerde hem kolay hem de önemli. Tüketici olmak yerine türetici olabildiğiniz bir alan açılıyor. Gıda alışverişlerinde mümkün olduğunca doğrudan üreticiden alınabilir. Gıda tercihlerinizi değiştirdiğinizde gerçekten bedensel değişimi doğrudan hissedebiliyorsunuz. Aslında bu işin o kadar yöntemi var ki, canlı ve cansız her şeyi gözetmeye karar verdiğinizde kendinizi tüm teorilerden sıyrılmış yaratıcılıkla sonsuz seçeneğin içinde buluyorsunuz.
Konuyla alakalı teorik ve pratik geçmişinize dayanarak, neler yapıyorsunuz ve gelecekte ne gibi işler yapmayı planlıyorsunuz?
Evde “bokaşi kompostu” yapıyoruz, mümkün olduğunca az paketli gıda tüketiyoruz. Alışveriş tercihlerimizi daha bağlantıya dayalı ve sağlıklı olduğuna inandığım şekilde dönüştürmeye çalışıyoruz. Çamaşır makinesi deterjanı, temizlik sirkesi yapıyoruz. Temizlik için sirke, karbanot ve bazen arap sabunu kullanıyorum bence mükemmel üçlü her şeye çözümler.. Atık yağlardan evde arap sabunu yapılabiliyormuş yakında denemesini yapacağız. Banyoda sabun kullanıyorum saç kremi içinde sirke harika oluyor. Krem ve koku konusunda İlkin’e ve Sevecen’e kendimi bırakıyorum, onlar da parfüm ve krem yapıyorlar. Ofiste bile çıktı alırken EcoFont Vera Sans kullanıyorum ve daha az mürekkep kullanmış oluyorum. İlk etapta aklıma gelenler bunlar.
Bugünlerde permakültür stajı yapma isteği içimde çok canlı, bilgi dağarcığımı genişletip emek veren insanlarla bir araya gelmek istiyorum. İzmir’de Essen’in yıllardır sürdürdüğü çalışmaları var. Foça’daki arazilerinde bir permakültür bahçesi oluşturmaya çalışıyorlar. Vakit bulup onlara yardımcı olmak istiyorum çünkü öğrenebileceğim pek çok pratik tecrübeleri var.
Bir yandan da Hamleci Konağının ön bahçesinde permakültür temelli bir bahçe oluşturma niyetimiz var. Fikirlerimiz konusunda, yakın geçmişte somut adımlar atmaya başladık. Toprak analizimiz geldi, yakında kuyu suyunu da analiz ettireceğiz. Yıllar içinde filizlenen fikirlerimiz köklerini derinleştirmeye başlıyor. Huzurluyum.
Bugüne gelene kadar hatalarınızdan neler öğrendiniz? Yeni başlayacaklara tavsiyeleriniz neler?
Karamsar olma eğilimimden ve kısıtlı bir noktadan bakmaktan çok çektim. Umutlu olmanın, sorunun içinde çözümü barındırdığının bilincinde olmanın ne kadar değerli olduğunu öğrendim. Birbirimize göz kulak olup, işbirliğini içinde neler başarabileceğimizi gördüm.
Çok güzel eğitimler, videolar, kaynaklar var ve günden güne de çoğalıyor. Aslında her şey, bireysel ve çevresel farkındalığın artmasıyla, birbirimizle ve kendimizle bağlantıda olmakla başlıyor. Böylece dünyayı ele alışımız, eğlenceli, yapıcı ve sürdürülebilir oluyor.
catches us shelterless / and with trembling hearts
rumbling , flowing , blinding our eyes
curtain of life / blood of my blood
/
the dew of yours, settles in / inside my lungs
and every breath of mine soak in / become your child
a howl , most silently builds up and turns down on me
/ sits transparently
between the sermon of he holy
and the cry of the loony
/
get down and down and down
keen to the heart and chin to the chest
maybe the last feeling of any weight / and a glimpse of your feet
all you’ve ever had / one you’d never get
Is there a postponement for eternity ?
/
Since there IS , is there any other attribution to it other than infinite ? What does limited mean other than limitless ? Can something limited really emphasize something other than what is limitless ?
Is there really any other possibility other than all the possibilities ? What does the possibility of eternal nothing at the end mean for the ongoing now ? if eternal nothing really is then how can it be “later” ?
How can eternal nothing “come” “later” ? if it is here , now then what is this ?
there is and there isn’t. Are there any doubts that there IS ? Can there really be any doubt on there IS ?
Kent bahçeciliği derken tam olarak söylenen şeyi kastediyoruz aslında. Kelimelerden anladığımız şeyi. Kent ve bahçeciliğin birleşimini.
Günümüzde çok fazla sayıda insan kentlerde yaşıyor, ve kentlerde yaşayan nüfustaki artış da gün geçtikçe hızlanıyor. Kent bahçeciliği her ne kadar yeni popülerleşen bir kavram gibi görünse de, tarihi çok eskiye dayanıyor. Babil’in Asma Bahçeleri, ilk çatı bahçesi örneğini de oluşturması açısından önemli bir kent bahçesi örneği sayılabilir. Dicle nehri kıyısında, Diyarbakır Kalesi’nin yanı başında uzanan Hevsel Bahçeleri ise 7bin yıl öncesine uzanan tarihi ile olduğu kadar günümüzde de tarım yapılmaya devam edilmesi ile bir diğer önemli kent bahçesi örneği. Tabi, kent bahçeciliğinden bahsederken binlerce yıl öncesini konuşabiliyor olsak da modern kentlerin tarihi o kadar eskiye dayanmıyor. Kentlerin devasa boyutlardaki beton ormanlara dönüşmesi ve insanların bu beton yığınlarının içinde yaşamın akışkan ritminden ve doğal döngülerden uzak, saatin mekanik tik takları ile yaşayan insan kalabalıkları halini alması sanayi devrimi ile başlıyor.
Bugüne baktığımızda ise dünya nüfusunun yarısından çoğu kentlerde yaşıyor. Kitle iletişim araçlarının resmettiği ve kırsalda yaşayan insanlar için büyülü bir hayal halini alan görkemli kent yaşamları ise ne yazık ki resmedildiği halin çok uzağında. Ekonomik ve sosyal açıdan ayrıcalıklı küçük bir azınlığın dışında kentlerde yaşayan insanların çoğu için yaşayabilmek ciddi bir mücadele demek. Zamanlarının çoğunda yaşayabilmek için gerekli ihtiyaçlarını karşılamak için çalışan ve kalan zamanlarında da çalışırken yaşadıkları stresten uzaklaşabilmeleri için hızlı eğlence araçları ya da uzak doğu kültürlerinin kadim öğretilerinden medet uman insanlar için yaşam bu iki uç arasında sallanan bir sarkaç halini alıyor. Maalesef ki çoğu insanın hayatın keşmekeşi içinde sarkacın durduğu âna, ölüm ânına kadar bir uçtan öbür uca savrulmaktan öte bir çabaya girmek için fırsatları olmuyor. Dışarıdan bakıldığında sonsuz fırsatlar okyanusu gibi görünen kentler, içinde yaşayan insanlar için sınırları köşeli çizgilerle belirlenmiş hayatlar sunmaktan öteye gidemiyor.
Kent bahçeciliğini kentin bizi yaşamaya zorunlu kıldığı mekanik hayatlar tarafından izole edildiğimiz doğa ve onun akışkan ritmi ile bir temas çabası olarak düşünebiliriz sanırım.
Bu işe ne zaman ve nasıl başladınız?
Kent bahçeciliğine dair uğraş tam da hiçbir uğraşın içinde olmak istemediğim, yaşamın anlamsızlaştığı uzun bir bunalım döneminin ardından başladı benim için. Bahsettiğim dönem yaşamdan herhangi bir isteğimin kalmadığı, yaşama dair oldukça iştahsızlaştığım bir dönemdi. Bulunduğum ruh halinden çıkmak için bırak çabalamayı, çaba göstermek için en ufak bir istek bile hissedemiyordum. O ruh hali ile daha fazla devam edemeyeceğimin de farkındaydım.
Bir uğraş edinmenin iyi geleceği önerileri ve bir arkadaşımın da desteği ile bir kafe’de garson olarak çalışmaya başladım. Zaman biraz daha akabilir bir hal almıştı ama ruh halimde pek bi değişiklik oluşturmamıştı kafe’de çalışıyor olmak. Aynı dönemde rastgeldiğimiz başka bir arkadaşım beraber ev tutmayı önerdi ve ev arayışımız başladı. Şans eseri bahçecilik ile uğraşmaya oldukça uygun olan bir teras bulunca da kent bahçeciliği fikri kendiliğinden oluşmuş oldu.
Aslında kent bahçeciliğine dair uğraş benim için bir çok tesadüfün sonucu başlamış oldu. İki yıllık asker kaçaklığının yarattığı sıkışmışlık hissinin de bunalımlı ruh halimde payı olduğunu düşünüyordum. Ev tuttuğumuz dönemde tekrar öğrenci olmanın hem askerlik açısından hem de “ne yapıyorsun?” sorusunun karşısında “kem küm…” cevaplar yerine “öğrenciyim” gibi bir cevap vermeyi kolaylaştırması açısından yaşamı biraz daha hafifleteceğini düşünüp yüksek lisans yapmaya niyetlendim. Bölüm olarak hangi bölümde yüksek lisans yapacağımdan ziyade bir yüksek lisans yapma konusunda kararlıydım, o yüzden de farklı farklı bir çok bölüme başvurmaya başladım. “Bahçe Bitkileri” ismiyle bir bölümün olduğunu da bu başvuru sürecinde öğrenmiş oldum ve diğer tüm başvurularımı iptal ederek, Bahçe Bitkileri bölümüne yoğunlaştım. Hem yaşamsal bir uğraş hem de akademik bir uğraş olarak bahçecilik iki buçuk yıl önce bu şekilde hayatıma girmiş oldu.
Kent Bahçeciliği’ne ne niyetle, hangi amaçlarla başladınız?
Kentlerin o buhranlı döngüsünden çıkıp kırsalda bir yaşam kurmak giderek daha fazla insanın gündemi halini alıyor. Ben ve çevremdeki insanlar için de durum benzer. Uzun yıllardır, nerede ve nasıl bir yaşam hayal ettiğimizi konuşuyoruz. Kimimiz bunun için küçük küçük harekete geçebilmiş olsa da, bir çoğumuz için geleceğe dair bir niyet beyanı ya da “ah keşke…” ile başlayan bir hayalin paylaşılması oluyor bu sohbetler. Özellikle pandeminin etkisiyle kentlerin sunduğu sosyal imkanlardan da mahrum kalan insanlar için kentlerden uzak bir yaşam arayışı daha da yaygınlaşacak gibi görünüyor. Ama yine de bu arayışın sonucu olarak yakın bir gelecekte kent nüfusunda kayda değer bir azalma olacağını hatta artış hızında dahi bir azalma olacağını düşünmek fazlaca iyimser olacaktır.
Endüstrileşme ve kentleşme olanca hızıyla devam ediyor. Hal böyleyken de yalnızca kırsalda küçüklü büyüklü topluluklarla kurulacak yaşamların bu gidişatı değiştirmek için yeterli olacağını düşünmüyorum. Bu söylediğimden bütün yaşamlarını kırsalda alternatif bir yaşamın arayışına ve inşasına adamış insanların uğraşlarını değersiz gördüğüm anlaşılmamalı, aksine çok değerli görmekle beraber yeterli olmadığını düşünüyorum. Eğer ki son sürat gittiğimiz ekolojik kıyamet güzergahından sapmak istiyorsak, bu ancak, kent yaşamının akışında oluşturacağımız sosyal, kültürel ve ekonomik kırılmalar aracılığıyla olacaktır. İnsanların kentten kıra göçmesi ve burada kendi kendilerine yeten yaşamlar kurmaları bu kırılmalardan yalnızca birisi. Beni kent bahçeciliğine itense “kentin içinde de kent yaşamının mekanik ritminde başka bir kırılma yaratmak mümkün mü?” sorusu.
Yakın çevrenizden ne gibi tepkiler aldınız? Birlikte çalıştığınız kişiler var mı?
Bu sürecin kendi adıma en büyük getirilerinden birisi annem ile olan ilişkimize yeni bir boyut getirmesi oldu, bir usta – çırak ilişkisi geliştirmiş olduk. Annem uzun yıllardır yaşadığı her yerde imkanları dahilinde bir bahçe oluşturmaya çalıştı. Kömür çuvallarında domatesini, biberini, dondurma kablarında yeşilliklerini yetiştirirdi. Eve her gidişimde de, dalından koparıp yemem için beklettiği domatesi, çileği kesin olurdu. Ama o dönemlerde bahçeciliğe dair herhangi bir ilgim olmadığı için annemin uğraşının oldukça uzağında durdum. Kendim bahçe kurmaya niyetlendiğimde ise geçmişe dair büyük bir pişmanlık halini aldı bu uzak duruş. Özellikle bitkilere dair en değerli bilgilerin deneyim üzerinden edinildiğini düşünüyorum ve bu açıdan bir hazine olan annemin deneyimlerinden faydalanma fırsatını bir ölçüde kaçırmış olduğum için üzgünüm.
Bahar başlangıcında, yani bahçenin kurulma aşamasında annem ile beraber çalışmış olduk. Daha doğru bir deyişle anneme çıraklık yapmış oldum. Annemden edindiğim deneyimin yanı sıra, yıllardır anne – çocuk olarak beraber yaptığımız çok fazla aktivite yoktu, bir hafta boyunca geceli gündüzlü bahçe ile uğraşmak o açıdan da ayriyeten keyifliydi.
Üniversite zamanlarından kalma bir alışkanlık olarak, herhangi bir uğraşı bir kolektif yapı üzerinden başka insanlarla beraber yürütmek gibi bir alışkanlığım var. Bu yüzden de Babylon Kent Bahçeleri adında bir oluşum üzerinden kent bahçeciliği uğraşına kolektif bir yapı kazandırma gibi bir niyetim oldu. Fakat henüz bu konuda pek bi ilerleme kaydettiğimi söyleyemeyeceğim. Babylon Kent Bahçeleri, şu an için bir niyet olarak varolmaya devam ediyor.
Şu an için uğraşı baştan sona beraber yürüttüğümüz kimse olmasa da, bir çok insan bir çok aşamasında yardım etti ve etmeye de devam ediyor. Özellikle bahçenin bahara hazırlanması sürecinde, farklı bir çok insanla toprak taşıma, tohum ekme, saksı değiştirme gibi işleri beraber yaptık. Son iki yıldır, özellikle bahar dönemi yaklaştığında zamanımın büyük bölümü bahçe uğraşları ile geçmeye başlıyor. O dönemde hat hatır sormak için uğrayan ya da arayan arkadaşlarım bir anda kendilerini çuvalın diğer ucundan tutup toprak taşırken ya da saksıları tohum ekimi için hazırlarken bulabiliyor.
Biraz süreçten bahsedelim. Ne umuyordunuz, ne buldunuz?
Önceden de belirttiğim gibi, ekolojik yaşam arayışı kentlerde oldukça yaygınlaşmış durumda. Çeşitli bostanlar, topluluklar ve dernekler üzerinden bu konuda çalışma yapan insanlar mevcut. Bu arayış üzerinde ortaklaşan insanlar ile daha geniş çaplı birliktelikler inşa edebileceğimizi ummuştum fakat henüz böyle bir süreç başlamadı. Tabi son bir yılın pandemi atmosferinde geçtiğini düşünürsek bu birlikteliklerin kurulamamış olması geleceğe dair bir umutsuzluk oluşturmuyor.
Gelecekte bu girişimi nerelere taşımayı düşünüyorsunuz? Yol haritanızdan bahseder misiniz?
Sanırım bu noktada iki farklı yol haritasından söz etmek daha doğru olacaktır. Kişisel olarak bu uğraşı sürdürebilmek ve geliştirebilmek için maddi bir getirisi olacak bir yapı kazandırmak istiyorum uğraşıma. Babylon Kent Bahçeleri’ni kurgularken şöyle bir fikrimiz de vardı; ilgisi ve balkon, teras ya da bahçesinde bahçecilik ile uğraşacak alanı olan ama zamanı olmadığı için ya da ilk adımı bir türlü atamadığı için uğraşmaya başlayamamış olan insanlar için istedikleri alanlara kendi istedikleri bitkilerden oluşan bahçe tasarımları oluşturmak. Tasarlayacağımız bu bahçeleri de, damla sulama sistemi gibi pratik araçlarla olabildiğince kolay ilgilenilebilir bir şekilde kurup, sonrasında bitkilerin bakımına dair vereceğimiz kısa eğitimler ile insanların kent bahçeciliği uğraşına başlamaları ve sonrasında bu uğraşlarını kendilerinin sürdürebilmesi konusunda teşvik edici olmak gibi bir fikirdi bu.
Diğer bir niyet ise, kentte ekolojik bir yaşam oluşturma arayışında olan insanlar ile kent bahçeciliği üzerine daha kapsamlı çalışmalar yürütecek bir yapının inşası. Kooperatif gibi kurumsal bir yapının, yine bu konuda çalışma yürüten ya da bu tür çalışmaları destekleyen kurum ve kuruluşlar tarafından muhattap olarak alınırlığının artacağını ve kent bahçeciliğinin yaygınlaşması adına bu kurum ve kuruluşlar ile beraber ya da onların desteği ile daha rahat çalışma yürütülebileceğini düşünüyorum.
Kent bahçeciliğine dair hayalleriniz nedir, gelecekte kent bahçeciliğinin nasıl bir hal almasını hayal ediyorsunuz?
Hayal diyince sınırsız bir dünyanın içine adım atmış olduğumuzu düşünüyorum, o yüzden ne kadar mümkünlüğünü nasıl mümkünlüğünü bilemesem de en küçük ölçeğinden büyüğüne doğru kendi kendine yeten kentleri hayal etmek oldukça keyifli. Her apartmanın kendi ihtiyacını bir ölçüde kendi çatısında ya da bahçesinde karşıladığı, boş arazilere kurulacak mahalle bostanları ile ve yine terkedilmiş, boş binalara kurulacak olan hidrofonik dikey tarım bahçeleri ile mahalle olarak belli sebzeler açısından kendi kendine yetebilen, kent çevresindeki kırsal yerleşimin de entegre edilmesiyle şehir ölçeğinde de yine belli sebzeler açısından kendi ihtiyacını karşılayabilen şehirler ve bu farklı ölçekteki yerleşim yerleri arasında kurulacak olan takas ağları ile çevrili bir dünyada yaşamak çok keyifli olmaz mıydı?
Pandemi aslında yaşadığımız sistemin kırılganlığını tüm çıplaklığı ile göstermiş oldu bize. Üretim ya da lojistik üzerinde yaşanacak herhangi bir sorun karşısında kentlerde yaşayan insanlar olarak çaresiziz.
Bugüne gelene kadar hatalarınızdan neler öğrendiniz? Yeni başlayacaklara tavsiyeleriniz neler?
En büyük hatam, daha doğrusu eksikliğim bahar öncesinde kurmayı planladığım bahçeye dair iyi bir planlama yapmamak oldu. Çünkü her bitki gerek istediği koşullar gerekse de gelişme hızı açısından birbirinden farklı özellikler gösteriyor. Hangi bitkinin nasıl bir toprak derinliğinde iyi gelişim göstereceği, güneş mi gölge mi sevdiği gibi konuları detaylıca araştırmadan çok fazla çeşit bitki ile ilgilenmeye çalışmak büyük sorun oluşturabiliyor. O yüzden önerim özellikle yeni başlayacaklar için çok fazla çeşit bitki yetiştirmeye çalışmaktansa yetişme koşullarına dair araştırma yapabildikleri bitkileri tercih etmeleri ya da dere otu, soğan gibi yetiştirilmesi kolay bitkiler ile başlayıp daha sonra bahçelerini kademeli olarak genişletmeleri.
Kent bahçeciliği politik olarak ele alındığında, bize neler anlatıyor?
Kent bahçeciliğinin politik olarak ne anlam ifade ettiğini belki de en güzel anlatacak söz, Deleuze’un “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur” sözü. Kentlerde yaşamlarımız bir çok farklı iktidar aracı tarafından biçimlendirilmeye çalışılırken, bize sunulan veya mecbur bırakıldığımız yaşamların dışında alternatif bir yaşamı var etme çabasının, kent yaşamının mekanik ritmine yapılacak her türlü müdahalenin oldukça politik olduğunu düşünüyorum.
Kendi dışında üretilen ürünler olmasa varlığını sürdürme kudretinden yoksun kentlerde tarımsal üretimin artması ve kentlerin dışa bağımlılığının azalması kentlerde yaşayan bireyler açısından özgürleştirici bir durum, ve dışa bağımlılığı azalmış bireyler arasındaki ilişkileniş ve kültürlenişin de şu andan çok farklı olacağı aşikar.