G-7YN0JE445C

Oku

Hēdonē: Moda Dünyasına Etik Bir Dokunuş

Hedone by Emiliano Vittoriosi, Berlin, 2023

Hēdonē nedir ve neyi amaçlamaktadır?

Hēdonē, el yapımı kıyafetlerin değerini, kalite ve etik üretimi insanlara fark ettirmeyi hedefleyen bir moda markasıdır.

Kendi moda markanı yaratmaya ne ilham verdi ve “Hēdonē” ismini nasıl seçtin?

Moda ve ilgili endüstrilerde yüksek düzeydeki sömürüye tanık olacak kadar uzun süre çalıştım. Zamanla bu beni yıprattı ve COVID-19 pandemisi sırasında baskı altında tükendim. Bu kültürden uzaklaşmaya karar verdim ve kendi göbeğini kendin kesmek gerektiğini fark ettim. İşte buradayım, dürüst bir marka yaratmaya çalışıyorum, kendime karşı dürüst olurken aynı zamanda moda endüstrisinde adil çalışma koşulları için mücadele ediyorum.

İsim arayışım sırasında, bana en yakın olan şeyleri, gerçekten önemli olan ve beni ayakta tutan fikirleri aramak için içsel bir yolculuğa çıktım. Bu yolculuğun sonucu Hēdonē oldu. Onun bir kadın tanrıça olmasını seviyorum. Haz tanrıçası. Eros ve Psyche’nin -dünyevi aşk ve Ruh- birlikteliğinden doğan. İşimde de bu birliği arzuluyorum. 

Hayattaki en büyük amacım mutluluk. Ve yaptığınız şeylerden haz almak, mutluluğu bulmanın anahtarı. Benim için Hēdonē bunu temsil ediyor.

Sözlerinden anladığım kadarıyla, Hēdonē sadece yeni bir moda markası değil, aynı zamanda endüstrinin sosyal ve politik sonuçlarına da bir yanıt. Bu perspektifi açar mısınız?

Evet, bu doğru. Hızlı moda endüstrisi, insanların gözünde giysilerin cazibesini ve değerini yok etti.

Hızlı moda, aşırı tüketim kültürünü körükleyerek, dünyamızda büyük ekolojik etkilere neden olan kocaman bir atık yığınına yol açtı. Tüketici tarafında, mükemmel durumdaki giysiler sırf yeni trendlere yer açmak için atılıyor. Üretim tarafında ise, fiyatlandırma stratejilerini korumak veya aşırı üretim nedeniyle büyük miktarlarda giysi atılıyor.

Markanız sürdürülebilir uygulamaları nasıl teşvik ediyor ve moda üretiminde sömürüsüz bir yaklaşımı nasıl sağlıyor?

Markamda sürdürülebilir uygulamaları teşvik etmek için birkaç adım atıyorum. İlk olarak, kumaşların %90’ını stok fazlası olarak kullanıyorum, yani zaten üretilmiş ancak küçük miktarlarda kalan kumaşları kullanıyorum. Çoğu şirket için bu karlı olmazdı ve bu parçaları atmayı tercih ederlerdi. Ancak çöpe gitmelerindense ben onlara yeni bir hayat veriyorum.

İkincisi, sadece talep üzerine üretim yapıyorum. Bu şekilde hem ihtiyaç fazlası üretimi önlerim, hem de sınırlı kumaş miktarlarımı asla satılmayacak olan ürünler için kullanmam. Aynı zamanda, kişiselleştirilmiş ve esnek bir hizmet sunuyorum: müşterimin bedenine mükemmel olarak uygun olacak şekilde sipariş edilen giysiyi yapabilirim ve dahası müşterilerimin isteklerine göre özel ayarlamalar yapabilirim. Son olarak, her parçayı kendim yapıyorum, bu şekilde yolda kimseyi sömürmemeyi garanti altına alıyorum ve en iyi kaliteyi sağlayıp uzun süre kullanılacak ürünler üretiyorum. Benim için sürdürülebilirlik aynı zamanda kalite demektir. Bir ürünü ne kadar uzun süre kullanabilirsem, o kadar az yeni şey alırım. Ayrıca, bir ürün uzun süre dayanacak şekilde yapıldıysa, muhtemelen uzun yolculuğu boyunca bir şeyleri bozulsa bile tamir edilebilir.

Hedone by Emiliano Vittoriosi, Berlin, 2023

Atölyende tipik bir günün nasıl geçiyor ve bu yaratıcı sürecini nasıl şekillendiriyor?

Atölyemde tipik bir gün diye bir şey yoktur diyebilirim. 😉

Yapılacak işlerin bir listesiyle günümü planlarım ve devam eden projelere göre ayarlamalar yaparım. Bu şekilde planlamamda esnek olabilirim ve gerektiğinde işler arasında küçük oynamalar yapabilirim. Ama atölyemde geçirdiğim en keyifli günler, bir şeyler üzerinde kendi ellerimle çalıştığım günlerdir. İster üzerinde çalıştığım bir sipariş olsun, ister yeni tasarımlar geliştirmek olsun veya ister satış stantlarım için hazırlık yapıyor olmak olsun.

İlginç bir şekilde, elime aldığım iş ne kadar sıkıcıysa, bir şeyler yaratmaya, yeni bir tasarım veya iş birliği gibi şeylere dalma isteğim o kadar güçlenir. Bu yüzden ‘yapmam gerekenler’imi bitirip, ‘yapmak istediklerime’ odaklanmaya çalışırım.

Ana akım modaya alternatif bir vizyon peşindeyken karşılaştığınız engeller nelerdir ve benzer hayalleri ve hedefleri olan diğerleri için ne tavsiyede bulunursunuz?

Bu çok uzun bir yolculuk. Ve bunu en başında ne kadar bilirseniz bilin, bu yolu yürümek hala çok zordur. En büyük zorluk, tasarımlarınızı sevecek ve ücretini ödemeye istekli yeni müşterilere ulaşmaktır.

Ve bence mesele satın alabilme gücü ile ilgili değil. Ürünün değerini anlamakla ilgili. Birçok insan, binlerce kilometre ötede üretilen, ucuz üretilmiş, seri üretim giysilere alışkın ve bu algıyı değiştirmek zaman alıyor.

Size şunu söyleyebilirim, yine de yapın. Çünkü endüstrinin ne kadar kötü olduğunu insanlara öğretebileceğimize ve bir alternatif olduğuna inanmasaydım çoktan vazgeçmiş olurdum.

Okurlarımız ürünlerinizi nerede bulabilir ve çalışmalarınız hakkında daha fazla bilgi edinebilir?

Beni Instagram’da @hedone_berlin adresinde bulabilirsiniz ve ürünlerim web sitemde: www.hedoneberlin.com. İnsanlar Berlin’deki bir sonraki açacağım stantta beni bulabilir (tüm güncellemeler IG’de) veya atölyemi Kreuzberg, Berlin’de ziyaret etmek için bana DM & e-mail atabilirler.

Ayrıca stil, sahne tasarımı ve kostüm tasarımı projeleri üzerinde de çalışıyorum, müzik videoları, canlı performanslar ve film prodüksiyonları için müzisyenler ve sahne sanatçılarıyla iş birliği yapıyorum. Markam ve projelerim hakkında güncel bir web ve sosyal medya varlığını sürdürmeye çalışıyorum, bu yüzden Instagram’da beni takip ettiğinize emin olun!

Hēdonē
@hedone_berlin

Röportaj: Dorothea Tomsits (the founder of Hēdonē)

Röportajı gerçekleştiren: Tevfik Hürkan Urhan
Çeviri: Tevfik Hürkan Urhan


Buy Me A Coffee

Keşfedilmemiş Topraklar: Bir Longplay’in Yapılışı

HAFTW


HAFTW, 2021 yılında Türkiye ve Almanya’dan üyelerin oluşturduğu, Berlin merkezli post-indie ve Neue Türkische Welle grubudur. Müzikleri, Neukölln’un kaotik enerjisini Türk şiirinin içsel hüznü ile harmanlamaktadır. Sesleri—hem duygusal rahatlama sağlayan hem de çelişkili—gelecek albümleri “Unknown Territories”den “One by One” adlı single ile sergilenmekte olup, Detriti, Cold Transmission ve Oraculo Records gibi etkili indie plak şirketleriyle yaptıkları yayınlarla tanınmıştır. Avrupa genelinde dinamik canlı performanslarıyla övgü toplayan ve film ile televizyon projelerinde yer alan HAFTW, müzikal sınırları zorlamaya devam ederken, izleyicileri dönüştürücü bir kültürel yolculuğa davet etmektedir.


Öncelikle, LP’nize neden ‘Unknown Territories’ adını verdiniz?

HAFTW: Müzikal yolculuğumuzun en başından beri post-punk ve gotik gibi türlere yerleştirildik. Bu tarzda müzik yapıyorduk, belli plak şirketleriyle çalıştık ve kendimizi goth çerçevesinde bulduk, ama belli bir kategoriye uymak bizim bilinçli bir kararımız olmadı. Hiçbir sahneye ya da türe karşı bir sorunumuz yok, ama dürüst olmak gerekirse, müzikal yolculuğumuzun pek az şeyi planlı ya da kasıtlıydı.

Keşfetmek, daha az bilinen yollara sapmak ve bu süreçte kaybolmayı kucaklamak istedik. Belki de biraz fazla kaybolduk. Sonuçta iki yılımızı aldı! Haha.

Şaka bir yana, bakış açımızı gerçekten şekillendiren an, David Bowie’nin bir sözüyle karşılaştığımızda oldu. Şöyle bir şey diyordu:

“Çalıştığınız alanda kendinizi güvende hissediyorsanız, doğru alanda çalışmıyorsunuz demektir. Her zaman kendinizi yeteneklerinizin ötesine taşıyacak kadar suya girin. Ayaklarınızın zemine tam değmediğini hissettiğinizde, heyecan verici bir şey yapmaya en yakın olduğunuz yerdesinizdir.”

Bu söz bize tamamen bilinmeyene adım atma cesareti verdi, algılanan tüm sınırları yıkıp müziğin bizi nereye götürebileceğini görmemizi sağladı.
 

Neden başka bir EP ya da single yerine bir LP üzerinde çalışmaya karar verdiniz?

HAFTW: Bir LP’nin bize tam anlamıyla keşif için bir tuval sunacağını hissettik. Bir single, bu keşif sürecini tam ölçekli olarak gerçekleştirmeye izin vermezdi. EP ise daha önce yaptığımız bir şeydi ve bizden bir yenisini yapmamız bekleniyordu, ama bu gerçekten bilinmeyeni keşfetme sürecinin doğasına uymuyordu.

Bir şekilde, keşfettiğimiz alanların tamamını bir haritaya dönüştürme olasılığı da sundu. Bu, kulağa garip gelse de, daha bütüncül hissettirdi.

Yeni sanatçılar için single çıkarmak, bir takipçi kitlesi oluşturmak ve dikkat çekmek için şiddetle tavsiye edilir. Ama biz, LP seçerek bu beklentiden kurtulmayı ve bizim için doğru hissettiren şekilde yaratmayı özgürleştirici bulduk.

Bir LP üzerinde çalışmanın en farklı yönü ne oldu?

HAFTW: Şarkıların sayısı, bir LP’yi daha geniş ölçekli bir proje yapıyor. LP’nin keşif temelli yaklaşımı da bazen bireysel şarkılar için net bir referans noktası bulmayı zorlaştırıyor. Amacımız sınırları yıkmak ve bu süreçte kaybolmaktı, ama bu da keşiflerimizin sonuçlarını yorumlamayı zorlaştırdı. Genel olarak beklediğimizden daha uzun sürdü. Dürüst olmak gerekirse, bu süreç daha da uzun sürebilirdi ama bir yerde bir bitiş çizgisi belirlememiz gerekti ki yeni keşiflere yer açabilelim. Yayınlanacak şarkılardan daha fazlası elimizde kaldı. Belki bunları ileride bir gün yayınlarız.

Son olarak, diğer sanatçılar, ses mühendisleri ve teknisyenlerle çalışmak, bu LP için önceki projelerimize kıyasla farklı bir süreçti. Aynı zamanda onların müziğe ve bizim şarkılarımıza yaklaşımını gözlemlemek için eşsiz bir fırsattı.

Yıllar içinde LP’lerle olan ilişkiniz nasıl değişti? Eskiden onları almak nasıldı, şimdi dinlemek sizin için nasıl bir deneyim?

HAFTW: LP satın almayı her zaman sevdik. Bu, adeta bir deneyim satın almak gibi. Plak çalara yerleştirip bilinçli bir şekilde çalıyorsunuz ve sanatçının yarattığı farklı bir dünyaya yolculuk ediyorsunuz. Ayrıca birine LP hediye etmek de harika bir şey bence. Arkadaşlarınız, onları etkileyen bir deneyimi sizinle paylaşmaya davet ediyor.

LP bir konsepttir, başından sonuna kadar bir bütünlük taşır. Kendi içinde sizi farklı yerlere götürebilir, ama bütün olarak tamamlanmış bir yapıya sahiptir. Ve her dinlediğinizde, o anki deneyiminizden yeni bir katman eklenir. Farklı insanların anılarının ve duygularının büyülü bir koleksiyonudur.

Kendi LP’miz içinse, adeta kendimizin arkeologları gibiyiz. Aslında bu, her sanatçı için geçerli. Yaratımın büyülü süreci sona erdiğinde ve sanatçı kendi eserine geri döndüğünde, bu süreç hem ürkütücü hem de zorlayıcı olabilir. Sürecin bu kadar içinde olan biri olarak, eserinize dair algınız değişir. Bazen olgunlaşır, gelişir ve büyür; bazen ise o parçayla süregelen bir mücadele içinde bulabilirsiniz kendinizi.

Geçmişteki kendimize sevgi ve şefkat duyuyoruz. Bu şarkıları dinlemek ve son iki yılda Berlin’in sayısız sokağında onlarla yürümek, bir anlamda geçmişteki benliğimizi kucaklamak, anılara dönmek ve kendimizi büyürken izlemek gibi. Bu deneyim, kategorik sıfatların ötesinde, tamamen yeni bir yolculuk.

Son olarak, LP sizce eski jenerasyonlara ait bir kalıntı mı? Genç sanatçılarla yaşamaya devam edecek mi?

HAFTW: Genç nesiller de bunu keşfediyor. Genç sanatçılarda bunu görebiliyorsunuz. Belki de medya bu kadar değiştiği için LP dinleme kararı eskisi kadar bilinçli bir tercih değil. Plak çaları açıp bir LP dinlemek, dijital tüketim için bir düğmeye basmaktan çok daha ritüelistik bir deneyim. Ama bu, genel olarak bir konsept fikrini bozmaz.

LP, bir baştan sona bir hikaye anlatır ve her dinleyişinizde farklı bir anlam kazanır. Bence bu nedenle, LP’ler her zaman bir şekilde yaşamaya devam edecek.

Söyleşi: HAFTW
@haftw.music

Söyleşiyi gerçekleştiren: Yiğitcan Erdoğan
Çeviri: Yiğitcan Erdoğan

Buy Me A Coffee

Burası Olmalı

Lea Drescher


2017-2022 yılları arasında Lea Drescher, Ortadoğu ve Almanya arasında Kürt hikayeleri üreten ve dağıtan Berlin merkezli mîtosfilm film yapım şirketinde çalıştı. Ayşe Polat’ın Berlinale 2023’te prömiyer yapan ve Alman Film Ödülleri 2024’te En İyi Film için Bronz Ödül alan ‘Kör Noktada’ adlı filmde Yapım Yönetmeni olarak görev aldı ve birkaç yıl boyunca Kürt Film Festivali Berlin’i koordine etti. 2024 yılında, ilk orta uzunlukta belgesel filmi olan ‘Burası Olmalı’ ile Berlin Medya Üniversitesi’nde Görsel Antropoloji M.A. programını tamamladı.

‘This Must be the Place (Burası Olmalı) ’ – hayal ile gerçek arasında bir yerde
Kırgız hemşirelerin Almanya’ya göçü üzerine antropolojik bir film

Bişkek’e giden aktarmalı uçuşumu kaçırdım.
Havaalanında internet olmaması ve yolculuğun bitmek bilmez gibi görünmesi canımı sıkıyor. Elimde Cengiz Aytmatov’un “Çocukluğum” adlı kitabı var. Zaman ve konfor bakımından benim seyahatimin yorucu olduğunu düşünmek aslında absürt; hele de kitapta küçük Aytmatov’un Kırgız dağlarında köyden köye banknot taşıyarak yaptığı, günler süren yürüyüşleri okuyunca. Saatlerce, günlerce soğuk sulardan geçerek yürümüş o. (…)
Kırgızistan dağlarını göreceğim için sabırsızlanıyorum (…) Bişkek yolculuğu bu akşam saat 20.00’de devam edecek. O zamana kadar güneşli İstanbul sokaklarında dolaşarak stresimi atmaya çalışıyorum. Birdenbire Bişkek için ayırdığım zaman çok kısa, projem ise çok ağır ve aynı zamanda anlamsız gelmeye başlıyor. (…) Bunu ne için yapıyorum (diploma almaktan başka)? Beni neyin beklediğini bilmemek kötü düşüncelere kapılmama yol açıyor şu anda. Gözlemem hazır.

saha notu, 05.04.2024, İstanbul, bistro

2024 baharında yaşadığım şehir olan Berlin’den Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e seyahat ediyorum. Görsel Antropoloji bölümündeki mezuniyet filmim için Kırgızistan’dan Almanya’ya göç eden hemşirelerin hikâyelerini araştırıyorum. Kırgızistan’da EDUVISO programının katılımcılarıyla tanışmak istiyorum.

EDUVISO şirketi 2019’dan bu yana Kırgızistan’daki tıp kolejleriyle iş birliği yaparak gençleri Alman iş piyasası için hemşire olarak yetiştiriyor. Hemşireler, Almanya’nın doğusundaki Saksonya eyaletinde, özellikle yaşlı bakımı alanında çalışmak üzere Dresden ve Pirna gibi şehirlerde işe yerleştiriliyor. EDUVISO ülke çapında liselerde programını tanıtıyor. Bugüne kadar Dresden ve yakınlardaki Pirna kasabasına yaklaşık bir düzine hemşire yerleştirilmiş. Programa yüzlerce genç katılmış, ancak kaçının gerçekten göç edeceği henüz belirsiz. Almanya’da tam yetkin bir hemşire olarak tanınmak için yıllar süren süreçleri ve çeşitli sınavları tamamlamak gerekiyor. Özellikle Almanca sınavlarını geçmek pek çok katılımcı için büyük bir zorluk teşkil ediyor.

Kırgızistan’daki araştırmamla, katılımcıların gelecek hayallerini, göçe hazırlanırken karşılaştıkları zorlukları ve onları ülkelerini terk ederek Almanya’da hemşire olarak çalışmaya iten sebepleri yakından anlamak istiyorum. Almanya’yı uzaktan nasıl hayal ediyorlar?

Bişkek’e gitmeden bir yıl önce final projem için konu ararken dedemi kaybettim. İlk kez duygusal olarak yakın olduğum biriyle vedalaşıyordum. Kısa süre sonra anneannem bir huzurevine yerleşti. Artık kendi başına yaşayamadığı gibi, aile de Almanya’nın dört bir yanına dağılmış durumdaydı.

fotoğraf, 25.08.2023

Onu yeni evinde güneşli bir öğleden sonra ziyaret ediyorum. Oldukça keyifli görünüyor; balkondaki ayçiçeklerini gösteriyor, karşı avludaki canlı hayattan gülümseyerek bahsediyor ve ona bakan Kamerunlu bir hemşireden söz ediyor. Burada çalışan pek çok hemşirenin yurt dışından geldiğini söylüyor.

Birkaç ay sonra anneannem de vefat etti. Ömrünün çoğunu birlikte geçirdiği dedemin yokluğu, vücudunu hızla güçsüz düşürmüş gibi geldi bana.

İşte göç ve bakım konusunu böylece araştırmaya başlıyorum. İnsanlar yeni bir ülkeye gelecek hayalleriyle göç ediyor, burada ise yaşamlarının büyük kısmını geride bırakmış, başkalarının desteğine ihtiyaç duyan insanlara bakıyorlar.

Şu anki istatistiklere göre, 2049 yılına kadar Almanya’da 690.000 bakıcı açığı öngörülüyor. Yurtdışından hemşire işe almak, bu açığı kapatmak için uygulanan stratejilerden biri. Federal İş Kurumu analizlerine göre 2017-2022 arasında yabancı uyruklu bakım çalışanlarının oranı neredeyse iki katına çıktı.

Ekonomik olarak daha zayıf ülkelerden insanlar, ekonomik olarak güçlü ülkelere bakım sektöründe çalışmak üzere göç ediyor; kapitalizmin küresel boyuttaki bu olgusuna “global bakım zincirleri” deniyor. Genel olarak erkekler daha fazla göç ederken, bakım alanındaki emek göçü çoğunlukla kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor.

“Etnomanzara (ethnoscape) ile içinde yaşadığımız hareketli dünyayı oluşturan insan manzarasını kastediyorum; insanların bir yerden ayrılma gerçekliği ya da bir yere gitme fantezisiyle yüzleştiği bir dünya bu.”

Arjun Appadurai, Anthropologist, ‘Disjuncture and Difference in the Global Cultural Economy’, 1990: 7

EDUVISO katılımcılarının Dresden ve Pirna’ya yerleştirildiğini öğrenince, doğudaki sağa kaymayı düşünmeden edemedim. Önceki Doğu Almanyayı oluşturan eyaletlerde, sağcı partiler özellikle yüksek oy alıyor. Ancak sağa kayış ve yabancı nefreti (zenofobi) yalnızca doğuyla sınırlı değil, 2025 Almanya genel seçimlerinin işaret ettiği üzere Almanya genelinde de artıyor.

Sadece kaygılandığım için değil aynı zamanda artan hoşnutsuzluğu ve bunun yükselen sağ ile olan ilişkisini anlayabilmek amacıyla Pirna’ya gidiyorum ve burada yaşlılarla sokaklarda ve bakım evlerinde, yerel halkla ise barlarda sohbet ediyorum. Almanya’daki bakım sistemi ve göç konusundaki kaygıları ve istekleri ilgimi çekiyor.

Lea: Pirna’da hayatını nasıl hayal ediyorsun?
S: Buradaki gibi telaşlı ve aceleci değil, sakin bir hayat.
(…) Umarım… yani duyduğum kadarıyla (gülüyor),
Almanya gerçekten harika, işler orada daha
kolay ve insanı mutlu ediyor.

kayıt 08.04.2024, Bişkek

“Huzurevleri, Doğu Almanya döneminde bugünkü kadar donanımlı değildi ama bu önemli değildi; insanlar orada saygın bir yaşam sürüyordu. Mutfakta bulaşığa yardım edebilir, bir işle meşgul olabilirlerdi… Şimdilerde ise… Yaşlı insanlara nasıl davranıldığını biliyor musun? O yüzden dedim ki: ‘Huzurevi hariç her yer olur.’”

kayıt, 02.07.2024, Pirna 

Belgesel film ‘This Must Be The Place (Burası Olmalı)’ (45 dk), göç hazırlığındaki Kırgız hemşirelerin bakış açısını, Pirna’nın küçük kasabasındaki yaşlılar ve pub misafirlerinin perspektifini ve bir belgeselci olarak mekânlar arasında dolaşan kendi bakış açımı iç içe geçiriyor.

Göç ve bakım emeği etrafındaki karmaşıklığa yaklaşabilmek için araştırma sürecimde karşılaştığım farklı sesleri ve mekânları bir araya getiriyorum. Geleneksel saha araştırmalarında olduğu gibi tek bir yere odaklanmak yerine, gözlem ve katılımı farklı alanlara yayıyorum (multi-sited ethnography).

Bu filmi, kesin cevaplar vermekten ziyade, sorular soran ve izleyiciyi düşünmeye davet eden bir izlenimler mozaiği olarak görüyorum.

Lea: Yaşlandığınızda nerede yaşamak istersiniz?

Öğrenci 1: Tabii ki Kırgızistan’da.

Öğrenci 2: Şu an bir şey diyemem. Zaman gösterecek.

Öğrenci 3: (gülümseyerek) Açıkçası Almanya’da. Bir huzurevinde… Böylece çocuklarınıza ve torunlarınıza yük olmazsınız.
(gülüşmeler)

kayıt, 28.04.2024, Bişkek, A2 Seviye Almanca Kursu

Konuştuğum EDUVISO katılımcıları birkaç yıldır Almanca öğreniyor fakat bazıları sınavları geçmekte zorlanıyor. Aynı zamanda Almanca, benim için de araştırma sürecinde kilit bir rol oynuyor. Katılımcıların Almanca bilgisi olmadan, en azından şimdilik aramızda sözlü iletişim kurmam mümkün olmuyor; çünkü ne Rusça ne de Kırgızca konuşabiliyorum. Bir yandan da dil engellerinin iletişimimizi nasıl sınırladığını da fark ediyorum. Genel olarak, röportaj ortamlarının ötesinde birlikte vakit geçirmek, öğrenme sürecime büyük katkı sağlıyor. Şehri dolaşırken bana mekânları gösteriyorlar, köydeki ailelerini ziyaret ediyoruz, birlikte arabayla dağlara gidiyoruz ya da müzik dinliyoruz. Bu anlar, birbirimizi daha iyi tanımamızı sağlıyor.

Dün gece Bişkek havaalanına vardığımda, T., S. ve Z. (üç EDUVISO katılımcısı) beni arabayla aldılar. Karanlığın içinde otelime doğru ilerlerken farklı müzikler açtılar: Kırgız müzikleri, İngilizce şarkılar ve ayrıca Kerstin Ott’un ‘Die immer lacht’ (Her zaman gülen kişi) adlı Alman pop şarkısı.
saha notu, 07.04.2025, Bişkek

Pirna da benim için yeni bir şehir olsa da burada, insanlarla önceden tanışmadan, spontane bir şekilde iletişim kurabiliyorum. Bunun mümkün olmasının nedeni, ortak bir dili paylaşıyor olmamız.

Kasaba, Elbe Nehri’nin kıyısında, tepelerle çevrili, huzurlu bir konumda yer alıyor. Kırgızistan’da çekim yaparken gözüm sürekli dağlara, hayvanlara ve çiçeklere takılırken, Pirna’da daha çok metinlere ve sembollere odaklanıyorum; çünkü burada dili konuşabiliyor ve sosyo-politik bağlamı daha iyi anlayabiliyorum. Özellikle seçim afişleri ve yoldan geçen insanların konuşmalarından duyduğum kesitler dikkatimi çekiyor.

G. ve S. ile (birkaç hafta önce Pirna’ya yeni gelen Kırgız hemşireler) nehir kıyısına doğru yürüyorum. Birkaç genç bisikletleriyle yanımızdan geçiyor. Çocuklardan biri, Gigi D’Agostino’nun “L’amour toujours” şarkısının ritmine uyarak “Deutschland den Deutschen, Ausländer raus” (“Almanya Almanlarındır, yabancılar dışarı”) diye şarkı söylemeye başlıyor.

saha notu, 02.06.2024, Pirna

Altı hafta boyunca Bişkek bana daha tanıdık gelmeye başladı ve sürekli aynı yerlere dönüp durdum. Özellikle hayvanların olduğu yerlere… Neredeyse kurumuş olan nehir yatağında güvercinler suya girip yıkanıyor, bir öğleden sonra su kenarındaki çalılıkların arasında anneleriyle birlikte küçük yavru köpekler gözlemliyorum. Belli ki birkaç gün önce doğmuşlardı. Parkta sincaplar insanların arasında sıçrayarak dolaşıyor.

Hayvanların varlığı, yeni bir yere ve yeni insanlara alışmaya çalışırken bana tuhaf bir şekilde huzur ve rahatlık veriyor.

Daha sonra, Pirna’da, yeni gelmiş iki hemşireyle tanışıyorum. Bir röportajın ardından birlikte nehir kenarına gidip kazları izliyoruz. Onlar da Kırgızistan’daki kazları hatırlıyor. Gençler ve yaşlılar, farklı insanlar burada, gürültücü hayvanların arasında vakit geçirmekten keyif alıyor gibi görünüyor. Kısa bir an için bile olsa, bir yerin, dili ne olursa olsun tüm canlılar tarafından paylaşılabileceğini hissediyorum.

G: Hem endişeli hem de mutlu hissediyorum, biraz da üzgünüm. Çünkü yakında Almanya’ya uçacağım ve evet, Almanya’da yeni bir hayata başlamaktan korkuyorum. Ama umarım her şey yolunda gider.

kayıt 08.04.2024, Bişkek

Lea Drescher
@dr.escha

Buy Me A Coffee

Kendinin Arkeoloğu Olmak

Yiğitcan Erdoğan

Yiğitcan Erdoğan, profesyonel kariyerine 16 yaşında bir video oyun dergisinde yazar olarak başladı. On yılı aşkın bir süre hobi gazeteciliği yaptıktan sonra, 2019 yılında ilk kurgu eseri olan Zamanaltı adlı podcast tiyatrosuyla çıkış yaptı. Edebiyatın dışında, hem online hem de sahnede gerçekleştirdiği panel programlarıyla da tanınmaktadır.

Geçenlerde can dostum Kubi Öztürk ile yine bu Dolmusch sayfalarında hikayesine rastlayacağımız HAFTW albümü Unknown Territories’den konuşuyorduk. Kubi bu albümü yapıyor olmaya dair o an hissettiği şeyi anlatmak için şu teşbihe başvurdu: Kendinin arkeologu olmak.

Bu noktada durdum, arkadaşımın koluna heyecanla vurdum ve Berlin sokaklarının genel olarak endişe ile karşıladığını üzülerek kabul ettiğim bir desibelde bağırarak bu lafa dair coşkumu Kubi’ye duyurdum; çünkü ben de şu sıralar üzerinde uğraştığım şeyle ilgili aşağı yukarı buna benzer bir şey hissediyordum. Büyük Tufan’dan söz ediyorum.

Büyük Tufan hayatına 2020 yılının sonlarında bir fikir olarak başladı. Yazdığım ve hayata geçirdiğim ilk radyo tiyatrosu olan Zamanaltı, bitmek üzereydi ve ben bir başka can dostum İlkin Taşdelenin o zamanlar Çayyolu’nda bulunan evinde camdan dışarı bakıyordum. İlkin’lerin beşinci kattaki o evinde Çayyolu’nun sıralı apartmanlarına tepeden bakan güzel bir şehir manzarası vardı. Bir anda yağmur yağmaya başladı. Elimde bir içecek tuttuğumu hatırlıyorum, fakat bu detayı bu fotoğrafa sonradan ekleyip eklemediğime dair kesin bir şey söyleyemiyorum. Emin olduğum tek şey, yağmur yağmaya başladı ve ben manzarayı izlerken bir anda kendimi şunu düşünür buldum: Ya bu yağmur hiç dinmezse?

Büyük Tufan bu temel fikirden yola çıktı ve dünyaya gelirken ilk önce zamanın ruhuna çarptı. Pandeminin tam göbeğinde olan ben, bir süredir kıyamet-sonrası edebiyatın güncellenmesi gerektiğini düşünüyordum. Farklı medyalarda Mad Max, The Walking Dead, The Road ve The Last of Us gibi örneklerini gördüğümüz bu janrın en sık karşımıza çıkan desenlerinden biri janrın isminde gizlidir: kıyamet-sonrası

Bu tip eserlerde ana hikayemiz kıyametin kendisi yaşandıktan sonra akmaya başlar. Hatta çoğu zaman hikayen ilk olarak kıyametin öncesinden küçük bir kuple göstererek başlar, sonrasında zamanda ileriye atlar ve kıyametle kökünden değişmiş toplum seyirciye gösterilerek kontrastlama yapılır. Fakat çok az hikayede bu atlanan zaman, yani kıyametin kendisi gösterilir. 

Halbuki pandemi süreci de bize göstermiştir ki kıyametler tekil, milat gibi öncesi ve sonrasının kesin olarak ayrılabilecekleri nokta olaylar değillerdir. Kıyametler uzun süren süreçlerdir ve yine pandemi bize göstermiştir ki, kıyametlerin kendisi de epey ilginç ve anlatılmaya değer hikayelerdir.

Hiç dinmeyen bir yağmur fikri, İç Anadolu’da bir camdan dışarıya bakarken gelen bir ilhamla birleşince elbette insanlık tarihinin en çok tekrar eden kıyamet motifine varmak da çok zor olmadı. Anadolu ve çevresinde yaşamış tüm medeniyetlerin, bugün pek çok tarihçinin Akdeniz’in Karadeniz’e taşmasına atıfta bulunduğunu düşündüğü bir Büyük Tufan hikayesi vardı ve zaten global bir iklim krizindeki dünyanın çok büyük ölçekte bir Büyük Tufan hikayesi yaşaması ihtimali de uzak gibi gözükmüyordu. 

Sonrasında bunun üzerine tema oturdu. Gerçekten de bir Büyük Tufan daha yaşanırsa, masada iki ihtimal vardı: Ya bu Dünya’da kalınacak, ya da bu Dünya’dan gidilecek ve yeni bir gezegende yeni bir yaşama başlanacaktı. Hikaye bu iki farklı kararı alan iki ana karakter üzerinden şekillenmeye ve tematik olarak bir gitme ve kalma diyalektiğine oturmaya başladı. Bu da benim hikayeye şahsi bir seviyeden bağlanmamı sağladı; çünkü benim de hem kendi Türkiye’den gitme kararımla, hem de devamlı işime gelmeyen yerlerden sadece işime gelen zamanlarda gidiyor olma kararımla hesaplaşıyor olmam gerekliydi. Büyük Tufan bu hesaplaşmaları yapmama olanak tanıdı ve hikaye bir noktada kendi rayında ilerlerken, başka alegorilerle de karşılaştı. 

Büyük Tufan’ın ilk senaryosu 2021’in Ocak ayında yazıldı, ilk bölümü 2021’in Aralık ayında kaydedildi ve dinleyicilerle 2022’nin başlarında buluştu. 2024 yazında ise son bölümü Yarından Sonra yayınlandı ve 61 bölümlük ömrünü sonlandırdı. Ve şu an, hafta hafta tefrika edilen bir roman olarak tekrar yazılıyor ve okunuyor.

Bu da bana, Kubi’nin deyimiyle, kendimin arkeologu gibi hissettiriyor.

Büyük Tufan’la ilgili şu an özel bir heyecan hissetmiyorum. Büyük Tufan’ın satır aralarında kendime sorduğum soruların cevabını uzun süre önce aldım ve edebi olarak denemek istediğim çoğu şeyi halihazırda denedim. Bir insanın kendine yazar diyebilmesi için gereken apoletlerden birinin de bir roman yazmak olduğuna dair çocuksu inanışımı bir kenara bırakırsak, Büyük Tufan’ı eşelemek için duygusal bir sebep de hissetmiyorum aslında. Bin sene önce inşa ettiğim ve sonrasında kullanılmadığı için toprağın altında kalmış tapınağımı tekrar diş fırçalarıyla temizleyerek ortaya çıkarmak bana altında kalan tapınağı da çok taze hatırladığımdan heyecan verici gelmiyor.

Ama yapıyorum, çünkü iş bunu gerektiriyor.

Başka başka sebepler de söyleyebilirim; ben bu romanı tefrika ederek akmasa da damlayan bir gelir kaynağı oluşturuyorum, yine hafta hafta yayınlandığı için satın alan okuyuculara bir gönül borcu hissediyorum, belki bir gün bir yerde fiziksel olarak yayınlanacağını umut ediyorum… ama günün sonunda bunların hepsi aynı yere çıkıyor. Büyük Tufan’ın radyo tiyatrosu olarak bitmesinin ardından ben Büyük Tufan’ı romana dönüştüreceğimi biliyordum; çünkü iş o zaman da açıkça bunu gerektiriyordu; ve şimdi işin bu noktasında alınan heyecanın azalması bir şey ifade etmiyor. Çünkü dünyanın her yerindeki her sanatçı biliyor ki, sanat yapmaya başlamak bir zorluk içermiyor. 

Asıl zorluk, işi bitirmekte yatıyor. 

Yiğitcan Erdoğan

instagram: @beggarandchooser

Yayınlanmış Eserleri

Büyük Tufan Kapak Tasarım: İlkin Taşdelen

Buy Me A Coffee

Sven Pfizenmaier ile Bir Şöyleşi

Sven Pfizenmaier


Sven Pfizenmaier, 1991 doğumlu, Alman çağdaş edebiyatın parlayan yıldızlarından biridir. “Draußen feiern die Leute” (2022) adlı romanı, yılın en iyi çıkış yapan eseri olarak Aspekte Edebiyat Ödülü’ne, Alman Edebiyat Fonu’nun Kranichsteiner Edebiyat Teşvik Ödülü’ne ve Hannover Eyalet Başkenti Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 2024’te, ikinci romanı “Schwätzer” edebiyat sahnesine çıktı. Sven Pfizenmaier Berlin’de yaşamaktadır.


Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Yazmayı kendinizi ifade etmenin temel yolu olarak seçmenize ne ilham verdi?

Bu serüven üniversite yıllarımda Don DeLillo’nun “White Noise” adlı romanını okumamla başladı. O güne kadar edebiyatı yapabileceğim bir şey olarak görmemiştim, halbuki ilgiliydim (üniversitede Alman ve İngiliz Filolojisi okudum), çocukken küçük hikâyeler bile yazmıştım. Fakat gençlik yıllarımda yazıya ve okumaya ilgimi kaybettim çünkü edebiyatın üst sınıfa ait bir şey olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden film yapmaya karar verdim. Ancak “White Noise”u okuduktan sonra fikrim yeniden değişti, çünkü edebiyatın eğlenceli olabileceğini gördüm. Sonrasında tekrar okumaya başladım ve yazmaya olan sevgimi yeniden keşfettim.

Kendinizi belirli bir türle tanımlamaktan kaçınsanız da, hem okuyucularınız hem de siz eserlerinizde “büyülü gerçekçilik” unsurları olduğunu belirtiyorsunuz. Bu etkiyi oluşturan temel anlatısal ve tematik özellikleri nasıl tanımlarsınız? Kişisel ve kültürel deneyimleriniz bu unsurların eserlerinizde ortaya çıkışını nasıl şekillendirdi?

Ailem ben doğmadan kısa bir süre önce Kazakistan’dan Almanya’ya göç etmiş, dolayısıyla Rus dili folkloru, batıl inançlar, bozkırdaki köy yaşamından tuhaf hikâyeler ve Alman kültüründen çok daha fazla doğaüstü fikirlere yakın olan bir gelenek içinde büyüdüm. Bu yüzden “Büyülü Gerçekçilik” ile tanıştığımda ona çok yakın hissettim ve hemen bu doğaüstü unsurlar ile günlük yaşamın karışımının gerçeğe yaklaşmak için mükemmel bir yol olduğunu hissettim. Bu tarz anlatının insanların duygularına çok daha uygun olduğunu düşünüyorum.

“Am Himmel über Neukölln sind die Sterne unsichtbar. Eine Kuppel aus Milch verschleiert den Glanz der Meteore, die auf dem Weg zu ihrem Ende hier vorübersegeln. Für die Straßen spielt der Weltraum keine Rolle, das Auge Galileo Galileis schiebt sich durch den Flaschenhals in den Schaum des Bieres. Jemand nimmt einen Schluck daraus, schaut zum Wettbüro. Dort steht ein Mann im Hemd und wischt sich die Tränen von der Wange. Hoch über ihm, im Dachgeschoss der Mall, werden Gespräche an der Hantelbank geführt. Ein Ratschlag für die Muskeln, vier Silben für das Herz. Der Zapfhahn spuckt Magnesium.”

Sven Pfizenmaier

Üslubunuzun şekillenmesinde hangi edebi akımlar veya başka sanat dallarından etkiler rol oynadı?

En erken etkilerim video oyunlarıydı, özellikle de beni çocukken büyüleyen Final Fantasy VII. Bu oyun, kılıç kullanan, canavar avlayan ve gezegenin yaşam enerjisini sömürerek para kazanan büyük bir şirketi hedef alan eko-terörist bir grubun hikâyesi. O dönem elbette bu hikâyenin politik mesajlarını anlamıyordum, ancak modern teknolojiler ile fantezi unsurlarını birleştiren, açgözlülük, sevgi ve dostluk gibi konuları komik ve korkunç öğelerle harmanlayarak anlatan bu oyun beni derinden etkiledi. Oyunu defalarca oynadım.

Günümüzdeki en büyük etkilendiğim alan ise sinema oldu; filmleri çok seviyorum, özellikle korku filmlerini. Ama her tür filmde sevdiğim bir şeyler bulabiliyorum. Çok sevdiğim o kadar çok film var ki, sadece birkaçını saymak yanlış olur.

Berlin’in edebi dünyanız üzerindeki etkisini nasıl tarif edersiniz? Şehir metinlerinizde hangi şekillerde kendini gösteriyor?

Berlin’in yazılarım üzerindeki etkisi, burada birbirinden çok farklı hayatların bulunmasıyla alakalı. İyi ve kötü, fakirlik ve bağımlılık, aşırı gece hayatı, “nerdler”, âşıklar ve aktivistler gibi çok farklı gerçekliklerin iç içe geçtiği bu ortamda kendi yerimi bulmaya çalışmak sürekli olarak kendimi, yaptıklarımı, yaşam şeklimi ve yazma biçimimi sorgulamama neden oluyor.

“Als die Apfelschorlen geleert waren, bestand Gewissheit darüber, dass es keinen Kuss mehr geben würden, kein Wiedersehen, nur ein aufmunterndes Wort. Der Mond leuchtete am Himmel, doch das Licht, in dem sie standen, kam von der Laterne. Ein Lächeln, eine Umarmung, ein Gruß, die Augen. Warme Luft, die Sterne, volle Bäume, vertrocknete Böden. Am Horizont eine Wolke und auf beiden Heimwegen die leise Ahnung, etwas falsch gemacht zu haben.”

Sven Pfizenmaier

Düzenli bir yazma rutininiz var mı? Yaratıcı süreciniz ve ilham kaynaklarınız hakkında biraz bilgi paylaşabilir misiniz?

Katı bir rutinim yok, ancak yazdığım dönemlerde sabahları her gün çalışırım, çünkü sabahları en iyi şekilde üretirim. Öğleden sonraları ise çoğunlukla sadece okurum. Bazen haftalarca hatta aylarca neredeyse hiç yazmadığım dönemler oluyor. Bu zamanlar dışarı çıkma, insanlarla tanışma, gün doğumundan sonra eve gelme gibi şeylere ayırdığım zamanlar. Yazma aşamasında çok fazla yapmadığım şeyler bunlar. Yazdığım dönemlerde genellikle alkol kullanmam, spor yaparım, her gün yazarım. İşim bittiğinde ise her şeyi bırakırım ve yazmayı hiç düşünmem. Yazmaya uzun aralar vermeye ihtiyacım var, aksi takdirde iyi yazabileceğimi sanmıyorum.

Alman edebiyatının daha çok kültürlü bir yöne doğru evrildiğini düşünüyor musunuz? Türkler Almanya’daki en büyük azınlığı oluşturuyor, onların Alman edebiyatındaki katkılarını ne kadar görünür buluyorsunuz? Türk kökenli yazarların ve kültürel motiflerin edebiyat üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca Almanca yazan hangi Türk yazarları takip ediyorsunuz?

Evet, en azından yirmi yıl öncesine kıyasla edebiyatın daha çok kültürlü bir yöne doğru evrildiğini düşünüyorum. Tabii Almanya hâlâ çokkültürlülüğe karşı nefretin bolca bulunduğu bir ülke ve edebiyat sahnesi de bundan muaf değil. Ancak göçmenlerin ve onların çocuklarının hikâyelerine olan ilginin arttığını düşünüyorum. Yakın zamanda Aras Ören’in Berlin Üçlemesi’ni okudum, Berlin’e geldiği dönemi anlatan şiirlerden oluşan bir seri (sanırım 70’lerde gelmişti). Bu röportajı yaparken Cemile Şahin, Kommando Ajax romanıyla Almanya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden birine aday gösterildi. Kitap çoğunlukla Hollanda’da geçen, Kürt bir aile ve sanat hırsızlığı üzerine bir soygun hikâyesi. Birkaç hafta önce okudum ve gerçekten harika, bayıldım.

Şu anda hangi gelecek projeler üzerinde çalışıyorsunuz? 

Yeni bir roman yazmaya başladım ama henüz emin değilim. Arkadaşlarımla farklı projeler üzerine konuştuk, bir tiyatro oyunu, bir çizgi roman gibi. Bugünlerde çalışmak biraz belirsiz geliyor; Almanya’da faşizm tekrar yükselişte ve buna karşı mücadele edilmesi gerekiyor. Şu an kendi işlerimden daha çok bu konuda endişeliyim.

“In der Nacht ihres Falls kletterte der westdeutsche DJ Westbam gemeinsam mit Hunderten anderen über die Berliner Mauer. Oben angekommen, drehte er sich um, um der Person hinter sich hochzuhelfen, und da stellte sich heraus, dass es sich bei dieser Person um den lettischen DJ Eastbam handelte. Auf der Mauer stehend reichte Westbam Eastbam die Hand. Ein Triumph, der Jubel, die Freiheit. Menschen zogen ihre Warnwesten über und begaben sich hinter schweres Gemäuer. Wummernde Gravität. Liebe in der Dunkelheit, die Pupille ein See. Das Jahrzehnt des Raves war angebrochen.”

Sven Pfizenmaier

Söyleşi: Sven Pfizenmaier

Söyleşiyi gerçekleştiren: Tevfik Hürkan Urhan
Çeviri: Tevfik Hürkan Urhan

Buy Me A Coffee

Kış Üçlemesi

Tevfik Hürkan Urhan


Tevfik Hürkan Urhan, ODTÜ İktisat Bölümü mezunudur. Humboldt Üniversitesi’nde sosyal bilimler alanında yüksek lisansını tamamlamıştır. Şu anda bağımsız gazetecilik ve yayıncılık faaliyetleri yürütmektedir.

HİSSİZLİK

Hiçbir şey hissetmiyordu. Kuzey Avrupa’da bir şehirde kışın ortasında, atletle dışarıda dikiliyordu. Fakat hiçbir şey hissetmiyordu. Soğuk dahil. 

Hani öyle varoluşsal krizden nihilizmden falan değil. Beş dakika önce iki çizgi speed bir çizgi de keta yapmıştı. Muhtemelen o yüzdendi. Ama emin de değildi hani belki de kalp kırıklığındandı bir ihtimal. Düşük bir ihtimal. Birkaç adım attı ve anladı. Evet evet, sadece kafası çok güzeldi o yüzden hissetmiyordu. Büyük bir drama değildi yani.

Yan yatırılmış küçük bir girişi olan eski bir silodan birkaç sıçan çıktı. Omzuna dokunup iyi misin diye sordu bir tanesi? İyiyim dedi hiçbir şey hissetmiyorum.

-bu senin için iyi bir şey mi kötü bir şey mi diye sordu, en yakın dostu olan sıçan.

-Nereden hissettiğime bağlı olarak değişirdi eğer hissedebilseydim dedi.

-Dans edelim mi?

-Olur.

Böylece tüm sıçanlar içeriye dans etmeye gitti. Yarı yoldayken geri döndü siloya sıçanlardan biri. Biraz önceki konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Hava çok soğuktu, hala hissediyordu demek ki. Bu onun için kötü bir şeydi. 

12.2021- Burdur

ACINASI

Siz hiç sadece bir günde tüm arkadaşlarınızı ve sevgilinizi kaybettiniz mi? Ben ettim. Öyle alelade bir şey de yapmadım hani. Hatta hiçbir şey yapmadım. 23 Ocak günü birdenbire çevremde kim varsa benimle konuşmayı bıraktı. Yani küstüler gibi değil önemsemeyi bıraktılar. O günden beri ben yokmuşum gibi davranıyorlar.

Başlarda biraz zordu, şimdi gitgide alışıyorum. Hatta ne yalan söyleyeyim bundan gizli bir keyif alıyorum. Sonradan aldığım keyifteki zavallılığın farkına varıp kendime kızıyorum. Acınası bir haldeyim. Daha da acınası, acınası halimden keyif alıyorum. 

Sevgilim evden çıkarken, ben son zamanlarda iyi değilim galiba dedim. Cevap bile vermedi. Zaten beklememiştim. Sonra en yakın dostumu aradım, telefonu açmadı. Açmasını ummamıştım bile. Ben de n’apıyım, akıl sağlığımı korumak için kendimi zorla günlük aptal doğa yürüyüşüme çıkardım. 

Yaşlı bir kadın önümde yürürken düştü. Kaldırayım dedim, o pis ellerini üstümden çek dedi, kendi işimi kendim görürüm, senin gibi birinden yardım alacak değilim dedi. Haklıydı, ben kimim ki insanlara yardım etmeye çalışıyorum. 

Bir çocuk parkının önünden geçtim, çocuklar arkamdan gülme nezaketini bile göstermediler. Direk yüzüme karşı, oracıkta gözlerimin içine baka baka dalga geçtiler. Göz yaşlarımı zor tuttum. Çabucak uzaklaştım.

Bir banka oturdum. O kadar önemsenmiyordum ki, bu dünyada var mıyım yok muyum onu bile sorgular hale gelmiştim. İşte öyleyken böyle. Peki insanlar neden beni önemsemeyi bıraktılar biliyor musunuz? Benim bunu öğrenecek veya keşfedecek cesaretim yok. Ben böyle yaşamaya devam edeceğim. Dediğim gibi bundan hafif bir keyif bile alıyorum. 

23.01.2022 – Charlottenburg- Berlin

SIKIŞMIŞLIK

Göçmendi. Kira kontratı bir, iş sözleşmesi iki, oturum izni ise üç aya bitiyordu. 

Ev bulmak için düzenli bir gelir göstermeliydi. İş bulmak için makul süreli bir oturum izni gerekiyordu. Oturum izni için ise bir kira sözleşmesine ve ikametgaha sahip olmalıydı. 

Dolayısıyla hiçbir sorunu çözülemiyordu. Bürokratik soslu, paranoyak ve nur topu gibi bir trilema. Göçmensen böyle şeyler mümkündür. Sıkışmışlık belli aralıklarla tekrar eden bir varoluş halidir. 

Ev, iş ve bir şehirde kalabilme hakkı… Sorunlarım ne kadar da temel sorunlar diye düşündü. Öte yandan ise çok mu şeyler istiyorum acaba diye de bir yandan suçluluk duyuyordu. Aynı anda ve utanmadan bu iki düşünce bir arada var oluyordu. 

Ne yaparsa yapsın suçluluk duyacaktı. 20’lere hoş geldiniz. Bu on yılımızda, sıkışmışlıklar içinde kayboluruz ve üstüne de bundan suçluluk duyarız. Çağımız sıkışmışlık ve suçluluk çağıdır. Kolektif ilerleme ve gelişme illüzyonumuz korona ölçeğine göre 19 şiddetinde bir depremle yıkıldı ve tüm jenerasyon altında kaldık. Geçen yüzyılın enkazına sıkıştık. 

Git gide nefes almamız zorlaşıyor. Oturum izinlerimiz bitiyor, kiralarda enflasyon alıyor başını gidiyor, dijitalleşen dünyada göçmene düşen dijital çöpçülük oluyor. 

Sonuç olarak akmıyordu, sıkışmıştı.

24.02.2022 (Kıyamet Günü) – Berlin

Tevfik Hürkan Urhan
@hurkan.urhan

Buy Me A Coffee

İki Kimlik, Tek Ses: Kanye Ost ve Karel Ott’un Yükselişi

Kanye Ost nam-ı diğer Karel Ott nam-ı diğer KO


Kanye Ost, namı diğer Karel Ott, diğer adıyla KO, 1986’da Doğu Berlin’de (Alman Demokratik Cumhuriyeti) doğdu. Ostberlin Androgyn için rapçi, Bistro Palme için ise şarkıcı ve söz yazarıdır.

Müzikal yolculuğunuza baktığımızda, okuma gruplarında gitar çalan bir adamdan yükselen bir rap yıldızına dönüşümünüz dikkat çekici. Bu köklü değişimi tetikleyen nedir? Sanatçı olarak evriminizdeki önemli kırılımları bizimle paylaşabilir misiniz?

Küçükken, özellikle ailemin önünde Karel Gott’un “Biene Maja” başlık melodisini söylemeyi çok severdim. Muhtemelen ebeveynlerimden ve Schlager (geleneksel Alman halk müziği) müziği seven büyükannemden aldığım aşırı olumlu geri bildirimler yüzünden, küçük yaşta şarkıcı olma hayalleri kurmaya başladım. 12 yaşındayken ilk gitarımı aldım ve ilk şarkılarımı yazmaya başladım. 16 yaşından itibaren farklı rock gruplarında çaldım, genellikle şarkı sözlerini yazdım, şarkı söyledim ve gitar çaldım.

2010 yılında arkadaşlarım Sarah Bosetti, Daniel Hoth, Karsten Lampe ve ben, “Couchpoetos” adında bir okuma sahnesi başlattık, burada arkadaşlarım en yeni şiir-slam metinlerini sergiledi, ben de ayda bir veya iki kez en yeni şarkılarımı “gitar çalan adam” olarak seslendirdim.

2016’da Daniel ile birlikte çok vakit geçirip sigara içiyorduk ve “Ostberlin Androgyn” olarak Couchpoetos sahnemizde iki rap şarkısı yapma fikrini bulduk. Başlangıçta sadece eğlenceli bir fikir olarak ortaya çıktı, ancak seyircinin tepkisi, Ostberlin Androgyn rap ekibinin özel ve benzersiz olduğunu ve farklı sanatsal kimliklerimizin geçmişe kıyasla daha radikal bir şekilde ifade edilebileceğini açıkça bize gösterdi. Seyirci bizi bağrına bastı ve Ostberlin Androgyn olarak kendimizi ciddiye almamız gerektiğini öğretti.

Bu nedenle, bunu gerçek bir proje haline getirmeye karar verdik ve ilk EP’mizi kaydetmeye başladık. EP’yi 2017’de yayınladık ve 2018’de Fusion Festival’de bir konserimiz olmuştu bile, o zamanlar her şey çok hızlı gerçekleşti.

Fotoğraf: Sebastian Hermann

Rap’i özgürleştirici bir güç olarak tarif ettiniz, gerçekten akışı ve özgürlüğü hissettiğiniz bir tür olarak. Rap’te sizi bu kadar derinden etkileyen nedir? Bu müziği benimsedikten sonra işler nasıl bu kadar hızlı ilerledi? Ve Ostberlin Androgyn nasıl bir proje olarak bir araya geldi? Grubun vizyonu ve Kanye Ost olarak sizin rolünüz hakkında hikayeyi paylaşabilir misiniz?

16 yaşından beri rap dinliyorum, o zamanlar ana müzik ilgilerim punk ve rock’tı. Dinlediğim Alman rap’i oldukça ham ve yoğundu—Westberlin Maskulin’de Kool Savas ve Taktloss, Aggro Berlin’de Sido, B-Tight, Bushido ve Fler, ayrıca MOR, Prinz Porno ve daha sonra KIZ vardı. Genellikle Batı Berlin’in yeraltı rap’ine ilgi duyuyordum. Onun sertliğini ve doğrudan mesajlarını beğeniyordum. 90’ların sonlarında Batı Berlin “savaş rap’inin” lirik kalitesi, o zamanlar Hamburg ve Stuttgart’tan çıkan daha popüler eğlenceli veya “bilinçli” hip-hop’tan çok daha keskin ve zekiceydi.

Tek sorun içerikleriydi. Antifa arkadaşlarımla bu müziği paylaşmak rahat hissettirmedi çünkü Batı Berlin yeraltı rap’inde sık sık şiddet içeren, seksist ve homofobik sözler vardı. Bu sanatçılar provoke etmeyi amaçlasa ve savaş estetiğinin bir parçası olarak sert sokak dili kullansalar da, bazen ironik olsa bile, problematik fikirleri pekiştirmeye devam ediyordu. Ama buna rağmen, bu tarz rap’i sokaktaki kredibilitesi, Berlin tarzındaki sertliği ve yeraltının çekiciliği nedeniyle diğer, daha sıkıcı Alman rap’lerine tercih ettim.

Ostberlin Androgyn adını doğrudan Westberlin Maskulin‘e bir oyun olarak düşündük. Hem Daniel hem de ben Berlin-Hohenschönhausen’de, Doğu Almanya döneminden bir ‘Plattenbau’ mahallesinde büyüdük, bu yüzden “Doğu Berlin (Ost Berlin)” kimliğimizin önemli bir parçasıydı. İkimiz de erkek olduğumuz için, “Maskulin”‘i “Feminin”‘e çeviremezdik, bu yüzden daha yumuşak ve daha akışkan, geçişken bir cinsiyet temsilini sunan “Androgyn”‘i seçtik.

Ostberlin Androgyn ekibimizin adını belirledikten sonra, uygun rapçi alter egoları aramaya başladık. İsmim, Kanye Ost, neredeyse anında aklıma geldi—Kanye West’in benzersiz prodüksiyon ve rap tarzını beğenirdim, ve isim grubun adının tersine dönme ilkesini takip etti (…ve bugünkü Kanye West hakkında konuşmayalım, hehe). Daniel’in alter egosu, Gregor Easy, aslında bir Freudyen kayma sonucuydu—aile üyesi DIE LINKE politikacı Gregor Gysi’yi anmak istemişti ama yanlışlıkla bir “G” çıkardı, ve Gregor Easy doğdu!

İlk rap sözlerimizi yazmadan önce, zaten ekibimizin adını ve alter egolarımızı seçmiştik. İçerik açısından, Doğu Alman kimliklerimiz üzerine bir tarih sonrası perspektifle odaklandık. Gregor Easy’nin babası Eski Doğu Almanya Devletinin ordusunda, “Nationale Volksarmee (NVA)” askeriydi. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Batı Almanya’nın eski Doğu Almanya’yı devralması sonrasında alkolizmden öldü. Ailem, Doğu Berlin’e taşındıklarında kendilerini sosyalist öncüler olarak görüyordu. 1986’da doğdum ve Doğu Alman gizli servisi, Ministerium für Staatssicherheit (Stasi) için çalışan bir babayla ve öğretmen olmak için Marksizm-Leninizm, Rusça okuşmuş olan bir anne ile büyüdüm.

Eski Doğu Almanya’dan birçok kişi, 1990’dan itibaren uyum sağlamak zorunda kaldıkları kapitalist dünyada yönlerini bulmakta büyük zorluklar yaşadı. Bu sorunlar ve bunun yanı sıra kendi tarihimize dair ironik ve nostaljik bakış açıları, şarkı sözlerimizin merkezi noktalarında yer alır.

Sanatsal üretimlerimizin başka bir önemli yönü ise toksik erkekler olmadan doğrudan ve “sert” olmak istememizdir – bu yüzden cinsiyetçi veya homofobik dil kullanmıyoruz ve örneğin kadınlar veya gay insanlar yerine zengin çocuklar ve diğer sinir bozucu insanları eleştirmeyi tercih ediyoruz.

Gregor Easy’nin pis herifleri komik bir şekilde eleştirmesi ve kendi uyuşturucu kullanımı tarihimi dürüstçe anlatan şarkı sözlerimiz, bizim bir yeraltı rap ekibi olarak ciddiye alınmamızı sağladı.

İlk EP’mizi plak olarak 2017’de yayınladığımızda, parçamız “Takeover 2017” için bir müzik klibi çekmek istedik ve arkadaşımız, yapımcı Spoke’tan bunu yapmasını istedik. Çekim sırasında güçlü bir bağ ve iyi hisler yaşadık. Spoke o zamanlar zaten beatler üretiyordu, ve sonrasında 2018’den 2021’e kadar ekibimize üye ve yapımcı olarak katıldı.

Spoke, 2017’de Freilauf Festivali için bize bir konser ayarladı, orada gelecekteki menajerimiz eq:booking ajansından Donna ile tanıştık, o müziğimize aşık oldu ve bizim için birçok konser ayarladı.

Sonraki yıllarda birkaç kaset ve plak (sonuncusu, “Im Osten nichts Neues”, Hamburg’daki Audiolith kayıt şirketinden çıktı) yayınladık ve birçok konser vererek tura çıktık. Sonra korona pandemisi geldi ve Almanya’da yeraltı müziğini ve kulüp kültürünü (biz de dahil) mahvetti. Bu günlerde yine yeni bir albüm üzerinde çalışıyoruz ve 2025 sonuna kadar çıkarmayı umuyoruz.

Diğer projeniz, Bistro Palme, tamamen farklı bir türü keşfediyor. İki müzik türünde var olmaya sizi çeken nedir? Her biri için farklı bir yaratıcı enerji mi hissediyorsunuz yoksa beklenmedik şekillerde birbirini besliyorlar mı? 

Dinleyici olarak her zaman tüm müzik tarzlarına açık oldum ve sanatçı olarak ise genellikle aynı anda iki veya üç farklı projede yer aldım. Bu yüzden benim için ayrı müzik dünyaları arasında gerçek bir bölünme yok, sadece farklı duyguları farklı stiller aracılığıyla ifade edebileceğiniz tek büyük bir müzik alanı var.

Bir insan her gün aynı şarkıyı dinleyerek veya aynı duyguları hissederek uyanmaz. İnsanlar bir çok farklı duygu yaşar ve hayatlarının farklı aşamalarından geçer. Bazı günler ‘death metal’ dinlemek isteyebilirsiniz; diğer günler ‘hyperpop’ modunda olabilirsiniz. Bu, kim olduğunuzu değiştirmez. Sanatçı olarak benim için de aynı: Farklı duygularım var ve kendimi farklı müzik stilleri aracılığıyla ifade edebilirim, tek ve aynı sanatçı olarak.

Dürüst olmak gerekirse, bu yaklaşım bana tamamen doğal geliyor, bu yüzden aynı anda hem yeraltı ekibinde bir rapçi hem de oyunbaz bir rock büyük bandosunda bir şarkıcı olma fikriyle mücadele etmiyorum.

30 yaşında rap yapmaya başladığımda, sahnede ne kadar özgür hissettiğime şaşırdım; elimde gitar olmadan ve o tipik “gitarlı üzgün beyaz adam” imajı olmadan. Başlangıçta gerçekten Ostberlin Androgyn’e odaklanmak istedim ve gitar çalmam gerekmediği için mutlu oldum. Ancak gitarla şarkı bestelemek benim için asla geride kalamadı ve Bistro Palme, bu şarkıları kanalize edebileceğim projeydi. Bistro Palme’yi neredeyse Ostberlin Androgyn ile aynı zamanda arkadaşlarımla başlattım. Ancak, Bistro Palme sekiz müzisyenden (kontrbas, çello, keman, gitar, saksofon, flütler, davul ve klavyeler çalan) oluştuğu için, üretim ve yayınlama süreci çok daha uzun sürüyor ve daha fazla enerji gerektiriyor. Sonuç olarak, Bistro Palme Ostberlin Androgyn’e kıyasla daha az çıktı sağladı, ama her zaman var oldu. Sadece biraz daha “gizli” arka planda diyebilirim. Bu günlerde odak noktam tekrar Bistro Palme’e kaydı. İlk albümümüzü, Es geht voran!, Kasım 2024’te vinilde yayınladık ve oldukça sık canlı çalıyoruz.

Ostberlin Androgyn’de ben “Kanye Ost” iken, Bistro Palme’de “Karel Ott”ım, dolayısıyla her iki projede de hala “KO”yum. Bu iki kişilik arasında güçlü bir bağ var, ancak elbette sahnede farklılar. Kanye Ost biraz daha vahşi, kaotik, mizah dolu ve kendine zarar verici iken, Karel Ott biraz daha olgun, düşünceli ve felsefi.

Sonuç olarak, bu olan biten farklı yaratıcı enerjiler ile ilgili değil. Her iki projeye de koyduğum tek ve aynı yaratıcı güç. Fark daha çok, belirli bir zamanda içinde olduğum “mod” veya seçtiğim özel odakla ilgili.

Ostberlin Androgyn ve Bistro Palme başka bir unsur aracılığıyla da birbirine bağlanıyor., Bu da her ikisinde de radikal denecek kadar dürüst şarkı sözleri kullanmamdır. Pop müziğinde sık sık hayatı ve yaşadığımız dünyayı şekerle kaplama eğilimi vardır—çok fazla romantizasyon ve iyi hissettiren içerik bulunur. Örneğin, depresyon hakkında tatlı, melodik bir şarkı yapmayı ve ağlayan bir yüzün bir güzelliğe sahip olabileceğini söylemeyi hatta Berlin Duvarı’nda ölen insanlar hakkında bir rap parçası yazma fikrini seviyorum. Tabuları yıkmak, hem kişisel hem de toplumsal travmaları ele almak ve çoğu insanın deneyimlediği ama nadiren tartıştığı mücadeleler hakkında konuşmak, tüm bunlar beni bir sanatçı olarak ilgilendiriyor… ve aynı zamanda da iyi bir terapi deneyimi olan biri olarak! 😀

Fotoğraf: Sebastian Hermann

Doğu Berlin’in etkisi işinizde açıkça görülüyor, sanatsal kimliğinizin içine işlenmiş. Doğu Berlin’de büyümek müziğinizi, şarkı sözlerinizi ve yaratıcı vizyonunuzu nasıl şekillendirdi? 

Öncelikle, kişisel çocukluk anılarım (ve ebeveynlerim tarafından sosyalizm ve eski Doğu Almanya devletindeki hayat hakkında genellikle olumlu konuşulup düşünülmesi) ile bir yandan, daha sonraki (kapitalist) çocukluğumda okulda eski Doğu Almanya devleti ve Stasi hakkında okumak zorunda kaldıklarımız arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Doğu Almanya genellikle nasyonel sosyalizme benzer totaliter bir sistem olarak sunuldu. Filmlerde ve medyada ‘Ministerium für Staatssicherheit’‘te çalışan insanlar genellikle soğuk ve doğuştan kötü figürler olarak gösterildi. Ailemde bazı üyeler Stasi için çalışıyordu ve kendi deneyimlerimden biliyordum ki onlar, kapitalist zafer anlatılarının tarif ettiği canavarlar değillerdi.

Aynı zamanda, okuldan, medyadan ve çağdaş tanıklardan, ailemin Doğu Almanya hakkındaki aşırı olumlu görüşlerinin de gerçeğe çok yakın olmadığını öğrendim. Gerçeğin arada bir yerlerde olduğunu hissettim ve hayatım boyunca onu aramaya devam ettim. Bu gerçek arayışı kesinlikle sanatsal görüşlerimi şekillendirdi – her zaman şarkı yazmanın bana bunu oturup üzerine çalışmaktan daha yakın hissettirdiğini düşündüm.

Benim kuşağımın, farklı toplumsal sistemlerin çatışması ve dönüşümü üzerine benzersiz bir perspektifi var. Doğu Berlin’de doğduk, erken çocukluğumuzu sosyalist Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde geçirdik ve sonra 1990’da “Die Wende”yi yaşadık, bu da kapitalizmi toplumumuza bir anda çarptırdı ve herkesin hayatını kökten değiştirdi. İnsanlar işlerini ve kimliklerinin bir parçasını kaybetti; birçoğu içinde bulunduğu dünyayı artık anlayamadığı için kendi hayatına son verdi. Benim kuşağım öncesindeki nesil tamamen sosyalist bir zihniyetle sosyalist bir dünyada şekillendi. Benim kuşağım sonrasındaki nesil tamamen kapitalist bir dünyada büyüdü. Ama bizim kuşağımız her ikisini de yaşadı ve bir sistem çökebilir, ama hayat yine de devam eder öğrendik. Bu bilgi—dayanıklılık ve hayatta kalma—sanatımda merkezi bir rol oynuyor olabilir. Bizim için felaket ve çöküş normaldi, bu da rahatsız edici konuları keşfetme eğilimimi açıklayabilir.

Yeniden birleşme sonrası, Batı Almanya’dan şirketler ve bireyler, Doğu Almanlardan ekonomik olarak faydalandı. GDR’den çoğu insan, sert “özgür” pazarın nasıl işlediğini gerçekten anlamıyordu—biraz Deutsche Mark almak her zaman iyi bir anlaşma gibi görünüyordu. Günümüzde önceki Doğu Almanya cumhuriyetinde bulunan tüm evler, işletmeler ve endüstriyel yapılar batılı şirketlerin veya bireylerin mülkiyetinde. Bugün bile, 2025’te, Doğu Almanya’da yaşayan insanlar aynı iş için Batı’dakilere kıyasla yaklaşık %15 daha az ücret alıyor. Doğu Alman olmak hala sık sık adaletsizlik hissiyle ve kaybeden olarak konumlandırılmakla ilişkilendiriliyor. Diğerlerinden daha az güç ve paraya sahip olmama rağmen sesimi duyurmayı ve alanımı geri kazanmayı sağlamak, sanatım için büyük bir motivasyon olabilir.

1993’te Berlin-Hohenschönhausen’da okula başladığımda, arkadaşlarım ve ben özel Bundesliga logolu Coca-Cola kutuları toplardık ve bu kapitalist çöpleri yatak odalarımızın dolaplarının üstünde gururla sergiledik. Doğu Almanya’da çok fazla maddi zenginlik yoktu, bu yüzden Coca-Cola kutuları bile bize değerli görünüyordu. Doğu Almanya’da birçok şey kıttı, bu yüzden arabanızı tamir etmeniz gerekiyorsa, doğaçlama yapmak zorundaydınız. Bu deneme-yanılma ruhu—bir çözüm bulana kadar çözüm bulmayı umarak denemek—tam olarak müzik yapma şeklimdir. Bu muhtemelen aynı zamanda neden farklı müzik stilleri ürettiğimi de açıklar, başka bir deyişle cevapları veya çözümleri bulmanın tek bir yolu yoktur, bu yüzden aynı anda farklı yaklaşımları deniyorum. 

Özellikle Türk-Alman sanatçılar olmak üzere, göçmen rapçiler, bugün bildiğimiz Alman rapini şekillendirmede kritik bir rol oynadı. Alman rapinin her zaman çok kültürlü olduğunu mu düşünüyorsunuz, yoksa bir zamanlar Türk-Alman sanatçılar bu müzik türünün merkezinden dışlanmış mıydılar? Alman rap ana akımı ile Türk-Alman rap arasında bir ayrım görüyor musunuz, yoksa zamanla bu sınırlar bulanıklaştı mı?

Daha önce belirttiğim gibi, Alman rap’ini ilk dinlemeye başladığımda, genellikle Batı Berlin’den gelen ve göçmen rapçiler tarafından domine edilen savaş rap’ine ilgi duydum, bunlar arasında Türk-Alman sanatçı Kool Savas da vardı. Ironik olarak, bana göre aslında sahnede kenarda kalan beyaz Alman sanatçılar olup, Alman savaş rap baloncuğu içinde kendi yerlerini kazanmak zorunda kaldılar. Gözümde, Alman rap’i esas olarak göçmen sanatçılar tarafından yaratıldı ve şekillendirildi.

İlk dinlediğim Alman rap parçası, 1992’de Heidelberg merkezli Advanced Chemistry grubunun Fremd im eigenen Land (“Kendi Ülkemde Yabancı”) şarkısıydı. Bu şarkıda Torch ve Toni-L, Alman pasaportlarına sahip olmalarına rağmen Alman gibi hissetmediklerini, Almanya’da göçmen olarak ayrımcılığa maruz kaldıklarını anlatıyorlar.

Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, Alman rap’inin her zaman göçmen kökenli sanatçılar tarafından yönlendirildiğine inanıyorum. Yıllar içinde tür önemli ölçüde evrildi ve çeşitlendi, öyle ki bugün herkes rapçi olabilir. Başarılı olma açısından, bir göçmen kökenli olmak artık eskisi kadar belirleyici bir rol oynamıyor.

Son yıllarda en başarılı Alman rap sanatçıları arasında göçmen kökenliler var. Haftbefehl Kürt, Shirin David Litvanyalı ve İranlı kökenli, Eko Fresh Türk kökenli, Capital Bra Ukraynalı ve Bushido Alman-Tunuslu—liste uzayıp gidiyor.

Hip-hop, muhtemelen Almanya’daki tek müzik sahnesidir ki gerçekten göçmen perspektiflerini ve deneyimlerini, hem kalite hem de miktar açısından, Almanya toplumunun gerçekliğini yansıtan bir şekilde otantik olarak temsil eder.

Röportaj: Kanye Ost aka Karel Ott aka KO
Instagram: @kanye.ost @bistropalme @ostberlin.androgyn

Röportajı gerçekleştiren: Tevfik Hürkan Urhan
Çeviri: Tevfik Hürkan Urhan

Buy Me A Coffee

Psikanaliz Sohbetlerinin Hikâyesi – Sanat, Arzu ve Psikanaliz üzerine bir Söyleşi

Oğuzhan Nacak


Lacancı psikanaliz alanında uluslararası faaliyet gösteren IF-EPFCL’e bağlı Psikanaliz Araştırmaları Derneği’nin kurucu üyesidir ve başkanıdır. Bahçeşehir Üniversitesi Klinik Psikoloji yüksek lisans bölümünde psikanalitik teori ve pratiğe yönelik dersler vermektedir. Luis Izcovich’in “Sapkınlıkta Aşk, Arzu ve Jouissance” adlı kitabını dilimize kazandırmıştır. Psikanaliz Defterleri, Birikim gibi çeşitli mecralarda yayımlanmış yazıları mevcuttur. Psikanalitik kavramların detaylı bir şekilde ele alındığı Psikanaliz Sohbetleri Podcast Serisi’nin yürütücüsüdür. Şu anda ise Nişantaşı’nda bulunan kendi ofisinde psikanaliz ve süpervizyon pratiğini sürdürmektedir

“Psikanaliz Sohbetleri” podcast serisini nasıl hayata geçirdin ve bu projeye başlamanı ne motive etti? Podcast’in yayınlanmasından sonra dinleyicilerden gelen geri bildirimler seni nasıl etkiledi?

Öncelikle bu röportaj için sana ve DolmusXpress’e teşekkür ederek başlayayım. Türkiye ve Almanya arasında kurmayı amaçladığın bu entelektüel köprüyü oldukça değerli buluyorum. Seni de ODTÜ’deki yıllarımızdan beri tanıdığım için şunu söyleyebilirim ki muhtemelen benzer motivasyonlarla hareket ettik! Biraz açayım:

Psikanaliz genel olarak üzerine çok şey söylenen, yer yer indirgemeci bir tarzda yaklaşılan (modası geçmiş, heteronormatif, iktidarın destekçisi, normalize edici vs.), yer yer teorik olarak çok karmaşık görüldüğü için uzak durulan, yer yer ise aşırı idealize edilen bir disiplin. Aynı zamanda teorik zorluğu nedeniyle de, her entelektüel alanda olduğu gibi, kendi içerisinde çeşitli güç ve iktidar odakları oluştuğunu birinci elden gözlemlediğim bir alan. Teorinin karmaşıklığı ve uygulamanın belirli bir deneyim gerektirmesi nedeniyle bilgiyi tekelinde tutmaya, kendisini alandaki tek otorite gibi konumlandırmaya gönüllü birçok sözde efendinin cirit attığı bir mecra. 

Bu podcasti yapmaktaki en önde gelen motivasyonlarımdan birisi öncelikle klinik alandaki kişiler için, sonrasında ise psikanalizle şu ya da bu saikle ilgilenen kişiler için söz konusu kuramı daha erişilebilir bir hale getirmekti. İlk bakışta nüfuz etmesi oldukça zor görünen çeşitli psikanaliz kavramlarını bir miktar daha anlaşılabilir hale getirirken dinleyiciler için bilgiyi erişilebilir kılmaktı, tabii kendi anladığım kadarıyla. Ve psikanalitik teori ve pratikte ilerlemek isteyen kişiler için bir kalkış noktası oluşturarak psikanaliz camiasındaki erişilebilirlik problematiğine alternatif bir çözüm sunmaktı.

Bir diğer önemli motivasyonum ise Freud sonrası diğer tüm psikanalistlerden ayrı bir yerde gördüğüm ve Türkiye’deki kimi klinisyenlerin bazen haklı ama çoğu zaman haksız sebeplerle hakkında çeşitli önyargılara sahip olduğu Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın öğretisini tanıtmaktı. Lacan’ın erişilmesi zor konuşma ve yazım tarzını ve Türkiye’deki ana akım psikanaliz camiasının pek de aşina olmadığı görüşlerini bir miktar anlaşılır hale getirerek hem klinik uygulamada hem de dünyayı anlamlandırma konusunda sunduğu araçları dinleyicilere ulaştırmaktı. Lacan’ın psikanalizi bir “burjuva rüyası” olmaktan nasıl çıkardığını, çeşitli ideallerle ve normlarla özdeşleşmeyi öğütleyen Freud sonrası psikanalitik akımlarla girdiği teorik ve pratik tartışmaları, psikanalizin hedefinin özneyi kendi arzusu yönünde harekete geçirmek olduğu yönündeki güçlü vurgusunu göstermek istedim.

Doğrusunu söylemek gerekirse tüm bu motivasyonlarım en baştan beri var olsa da yapacağım işin oldukça sınırlı bir kitleye hitap edeceğini ve kendi doğrultusu olan niş bir proje olacağını düşünüyordum. Ama öyle olmadı… Çok ciddi bir ilgi gördü, Spotify’da en çok dinlenen podcastler listelerinde bazen ilk 10’a kadar girdi. Şu an ise yaklaşık 50.000 takipçisi var, son zamanlarda pek düzenli bölüm koymuyor olmama rağmen. Zaman içerisinde meslektaşlarımın da katkı sunduğu bir alan haline geldi. Tabii bu ilgi benim bu projeye daha fazla sarılmama neden oldu diyebiliriz. Beni en çok sevindiren şey ise Lacancı psikanalize yönelik gerek Türkiye’deki Lacancı psikanaliz camiasındaki kişilerden kaynaklanan gerekse Lacan’ın sansasyonel karakterinden kaynaklanan çeşitli önyargıların törpülendiğini görmek oldu.

Podcast serinde sanat ve edebiyat ile arzu arasındaki bağlantıyı nasıl kurguladın?

Aslında bu podcast serisi boyunca henüz en az değinebildiğim alanlardan birisi psikanalizin sanatla olan yakın ilişkisi. Farklı konular bağlamında gerek sinemadan gerek edebiyattan örnekler kullansam da psikanalizin edebiyatla ilişkisini ele aldığım bir dosya haricinde bu ilişkiye pek odaklanamadım. Bu dosyayı ilerletirken ise yol beni dilin sınırlarını konuşmaya, yani ölüm, yas, huzursuzluk gibi ele alınması oldukça zor konulara getirmişti. Fakat bu konuları konuşmaya başladığım tarihlerde 6 Şubat Maraş depremi gerçekleşti ve bu konuları başka bir zamanda konuşmak üzere bir kenara bırakmıştım. Dolayısıyla şimdilik yarım kalmış bir dosya diyebilirim  (37-46 arası bölümler).

Bu soruyu yanıtlamak için bir miktar teoriye değinmem gerekecek: Lacan dile çok özel bir önem atfeder ve insan öznelliğinin dilin bir etkisi olarak ortaya çıktığını söyler. En basit anlamda biyolojik varlığımız yasanın ve kültürün taşıyıcısı olan dilin cenderesinden geçer ve bu karşılaşmanın sonuçlarını önceden kestirebilmek mümkün değildir. Her bir insan yavrusunda bu karşılaşma farklı sonuçlar doğurur. İşte Lacan’a göre öznellik bu karşılaşmanın ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Buradaki özne kavramını ise bilinçli olarak kararlar veren, bilinçli bir şekilde eyleyen gibi bir anlamda almamak gerekli. Lacan için özne dediğimizde anlamamız gereken şey bilinçdışının öznesidir. Özne örneğin bir kişiyi kadın olmayı seçmeye iten, ona çeşitli durumlarda kaygı hissettiren, onu çeşitli açmazlarla tekrar tekrar karşı karşıya getiren bir faildir.

Dil varlığa bir eksik boyutu dahil eder. Dille karşılaşıldığı andan itibaren insan sadece ihtiyaçları olan bir varlık olmanın ötesine geçmiştir. O artık ihtiyaçlarını dile getirmeye çalışan, yani talep eden bir varlıktır fakat ihtiyaçla talep hiçbir zaman tam olarak örtüşmez. Talep karşılanır fakat bir şeyler hep eksik kalır. İşte Lacan’ın arzu formülasyonu tam olarak burada ortaya çıkar. Lacan’a göre arzu, bir öznenin ihtiyaç duyduğu şeyle talep ederek elde ettiği şey arasındaki uyuşmazlığın ve gerilimin sonucudur. Bu yüzden arzu tatmin olan bir şey değil daha ziyade özneyi hareket geçiren bir şeydir. Bir tür motor güçtür, itici güçtür.

Sanat ve arzu teması çerçevesinde, Lacancı psikanaliz ile sanat arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsun?

Dil bir yandan arzuyu ve öznelliği ortaya çıkarırken bir yandan da birtakım sınırlara sahiptir. Dil insan deneyiminin tümünü ele almaya muktedir değildir, insan öznelliğinde dilin erişimine kapalı bir alan mevcuttur. Lacan bunu “Gerçek” olarak adlandırır ve bu kavramı dille ilişkili olan Simgesel düzenin ötesine konumlandırır. Dilin sınırlarını anlamanın en kestirme yollarından birisi ise ölüm, ayrılık, yas, anksiyete gibi ele alınması zor deneyimlerin karşısında insanların kendilerini ifade etmekte yaşadığı zorluktur. Bir şeylerin sınırına gelindiğinde sözcükler bizi terk eder, deneyimlerimizi anlamlandırma ve aktarma konusundaki yarım yamalak estetiğini neredeyse tümüyle yitirir. İşte sanat tam bu noktada devreye girer: Adlandırılamaz olanı, anlamlandırılamaz olanı, Lacan’ın ifadesiyle Gerçek her ne ise onu ele alma girişimidir. Arzu da tatmin olmaması ve hep bir eksikle ilişkili olması bağlamında dilin erişimine tümüyle açık değildir. Bu yüzden her bir sanat eseri bir tür arzunun dışavurumu olarak ele alınabilir. Örneğin Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eseri boyunca arzusunu yakalamaya çalışan ama hep bir kayıpla/eksikle karşılaşan bir kahraman görürüz.

Buradan çıkarmamız gereken önemli bir sonuç ise şudur: Lacan için arzunun peşinden gitmek bir tür hedonizme yönelmek değildir. Lacan’a göre arzu eksik olmaya yazgılıdır ve bir özne eksikle olan ilişkisini farklı bir şekilde ele alabildiği ölçüde, onu geri döndürmeye çalışmaktan vazgeçip onun sunduğu imkanlardan faydalanmaya gönüllü olduğu ölçüde arzusunun peşinden gitmiş olur.

Lacan’ın teorilerinde öne çıkan “arzu” kavramı, senin yaratıcı süreçlerinde nasıl bir rol oynuyor? Kendi deneyimlerinden yola çıkarak, sanat ve arzu temasının yaratıcılığa katkılarını nasıl ifade edersin?

Bu soru Freud’un ortaya attığı üç imkânsız mesleği aklıma getirdi: yönetmek, eğitmek ve psikanaliz etmek. Bu podcastin eğitmekle ilgili bir yönünün olduğu su götürmez bir gerçek. Dolayısıyla güçlü bir imkansızlıkla ilişki olan bu projenin psikanalizin yayılması ve aktarılmasıyla ilgili bir arzudan dayanak aldığını söyleyebilirim sanırım. Ama bir yandan da hiçbir zaman nihai bir hedefe ulaşmayacağını bildiğim bir arzudan. Podcasti hangi noktada sonlandıracağımı henüz bilmesem de emin olduğum tek nokta aklımdakilerin tümünü anlatamadan sonlandıracak olduğum.

Türkiye’de psikanalizin genel durumunu nasıl görüyorsun? Özellikle Lacancı yaklaşıma ne kadar ilgi var?

Türkiye’de psikanaliz, özellikle post-Freudyen olarak anılan psikanaliz oldukça güçlü bir geleneğe ve kurumsallığa sahip. Bu benim çok değerli bulduğum ve Lacancı psikanalizin de bir gün -farklı tarzlarda da olsa- erişmesini umduğum bir durum.

Lacancı yaklaşım ise görece yeni. Lacancı yaklaşımın Türkiye’ye girişi klinikten ziyade felsefe, kültürel çalışmalar, sinema gibi alanlar üzerinden oldu. Bu durum sadece Türkiye’de değil tüm Anglofon dünyada böyle. Fakat Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca konuşulan yerlerde ise Lacan’ın görüşleri çok daha etkili ve güçlü.

Lacancı yaklaşımın Türkiye’deki durumu ise yavaş yavaş daha iyi hale geliyor diyebilirim. Ama en baştan itibaren birçok çatışmayı ve bölünmeyi de içinde taşıyan bir tarafı da var maalesef. İlk soruya tekrar dönecek olursam bu podcasti yapmaktaki temel amaçlarımdan birisi de odağı Lacancı alandaki bu çatışmalardan teorinin kendisine çekmekti. Teorinin sunduğu zenginliği ve uygulama konusundaki imkanlarını göstermekti. İstatistikler iyi yönde veriler sunsa da ne kadar başarılı olduğumu zaman gösterecek.

Türkiye’de Lacan’ın teorileri ne kadar biliniyor ve etkili oluyor? Kendi gözlemlerin neler? Türkiye’de Lacancı yaklaşıma dair tartışmaların seyrini ve bu alandaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun?

Türkiye’de henüz teorik bir tartışma yok, dediğim gibi daha giriş aşamasındayız. Ama uluslararası alanda faaliyet gösteren çeşitli Lacancı kuruluşların Türkiye’ye çok canlı bir ilgisi olduğunu birinci elden biliyorum. Avrupa’da genç nesil psikanalizle Türkiye’deki kadar canlı bir şekilde ilgilenmiyor, bunu çok net bir şekilde farklı psikanalistlerden duydum. Bu açıdan baktığımızda Türkiye bir gelecek vadediyor, bu alanda güçlü bir potansiyel taşıyor diyebilirim.

EPFCL (École de Psychanalyse des Forums du Champ Lacanien), ECF (École de la Cause Freudienne), ALI (Association Lacanienne Internationale) gibi uluslararası anlamda söz sahibi Lacancı psikanaliz kurumlarının Türkiye’de faaliyet göstermeye başlamış olmasını ise oldukça önemli buluyorum. Umudum zaman içerisinde birlikte hareket etmenin imkanlarını genişletmek ve git gide ayakları daha fazla yere basan bir alan inşa etmek.

Gelecekte sanat, arzu ve psikanaliz temaları etrafında bir proje gelistirmeyi dusunuyor musun?

Evet, tabii. Belki de bu röportaj vesilesiyle yarım bıraktığım psikanaliz ve edebiyat dosyasına geri dönerim ve kapsamı bir miktar daha genişleterek psikanaliz ve sanat ilişkisini daha derinlemesine ele alırım. Neden olmasın?

Röportaj: Oğuzhan Nacak
@psikanalizsohbetleri

Buy Me A Coffee

Sadaf Bazaar’ın İmgeleri ve Diğerleri

Varlığa gönül yeter, yokluğa sözün biter. 

Esrarengiz bir alem Sadaf Bazaar, kendini kanıtlayan ve kendini yalanlayan. Hayatın, onun içindeki müziğin; ikiliğini olumlayan, hayatın parçası olan herhangi unsurun, tam anlamıyla onun yapısını taşıyacağını hatırlatan. 

Yumuşak ve nazik bir şekilde koyu bir perdenin kalkmasıyla başlıyor albüm, bin hece duraksarken, bin gece uyanıyor. 

                                                 Derin bir nefes. 

Liflerine ayrılıyor notalar ve insan sesiyle buluşuyor göz, dil sürçmeleri. Tekrar bir nefes. Tek bir renk var belki Bin Gece’de fakat onun onlarca tonu bekliyor bizi. Sessiz başlangıç kendini bir boşluğa ve çözünmeye bırakıyor, sesin keşfi, müziğin bir uyku objesine dönüşü, rüyaya çalan gerçeklik ve Anadolu pınarı. Kendini bir diğer, tanıdık ama alabildiğine başka olan bir düzlüğe, eski bir el yazmasına bırakıyor. Burada renkler hareketleniyor, çoğalıyor, birbirlerine karışıyorlar. Kahverengi, sarı, bej, zaman zaman mavi ve yeşil bir papirüs karşılıyor bizi.

yeniyim ve eskiyim

geçmişim ve geleceğim 

sarım kahveye kahvem siyaha 

siyahım pembeye çalar 

kendimden başka neyi bulur da söylerim? 

Bu his deryasında bir balığım, telleri izleyerek dönerim doğduğum kuytu irkintilere. 

Bir dönüş yolu görünüyor.

Nereye dönüyoruz? 

Bütün bunlar bir kavanozun iki elin arasında çalkalandığı ve içindekinin köpürdüğü gibi çalkalanıp köpürüyor içimde. 

Beni çalkalayan eller nerede? 

El yazmalarına dönüyoruz. Orada kırlar, alabildiğine uzakta duran ufuk çizgisine kadar uzanan yeşil çimenler ve gölgeleri var. Gökyüzü nane yeşili, mavi, pembesiz olmaz. Bir ahşap ev, tek odalı. İçinde bir masa, meşeden. Masanın üzerinde bir el yazması duruyor. Kapıdan içeri giriyoruz, yaklaştıkça tutuşmaya, tütmeye, kendi kendini yemeye başlıyor papirüs. Uzakta durup izlemek en vicdanlısı olurdu belki, fakat hareketlerimiz vicdana başvuramadan kendiliğinden gelişiyor ve belki bir cevher, bir devam etme olasılığı masaya yaklaştırıyor ben’i.

Papirüs için için, dışın dışın, için dışın yanıyor; hayvanlar bağırıyor, denizler çıldırıyor, dağlar titriyor ve depremler oluyor içindeki semada. Orada bir yaşayış var fakat alevler kapatıyor görüşümüzü. Yalnız ateş. Kendi kendine yanıyor ve sönüyor papirüs. Masada tozları kalıyor, sonra onlar da gaibe karışıyorlar.

.

İnsan fanidir, insanı insan yapan ve yaşadığı hayatı hayat kılan ölümüdür belki de. Her şey yamulur, yerinden olur ve yok olur. Zaman bedenlerimize acımasız davranır, hasta oluruz, eklemlerimiz güçsüzleşir, fiziksel tahammülümüz azalır. Fakat beden neyi söyler başka? Rüyalar, gerçeğin nakışlarının dizile geldiği kök hücre, çürüyen tenimizden başka ne söyler? Ölüm, beden için bir elveda, son nefes gibidir, fakat bedeni mekânda tutana ne demeli? 

Bir yangın kucaklıyor bizi yeniden, bu sefer daha yavaş, yalnızca için için yanan. 

Bu yangın sevgisiz değil, aksine sevgiden taşmıştır

                                                    nasıl? 

Ölümlüğümüzü sevgiyle kucaklıyor ve övüyor yangın. İnsan ve süreklilikle ağaran gün, bize ne söyler? Aralarında kopmaz, birbirine bağımlı bir halat çekili; anlam bir seçenek değil günün renklerindeki düş parelerinde.

Düşler kendilerini kabuslara, kabuslar büyük bir bardak suya suysa kendini uykuya bırakır yeniden. Bir tepecikten öteki tepeciğe, bazen incecik bir güle, bazen bir çöle uçarken yolu bulduran verilmiş hediyelerdir. Bu örnekte; sesi takip ediyoruz çöl patikalarında. Çölse, yolculuğun hudutsuz bir örneği, insan vicdanını kırıp yok edebilecek güçte ve sessizlikte. 

                              Bir çöl divanı bu. 

sudan yoksun kan, bala döner; şekerlenir güneşin altında 

bir gölge, 

bir dinlenme

özlemi ve hatırasıyla geçer 

dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar.

Gölge kandadır, dinlenme kanda.

Bal; kanda. 

Bal bir emek ürünüdür. 

Sessiz bir oyun oynanır;

bilinmeyen bir dilde seslenir için içime,

duyulamaz sesi, tadılamaz şekeri.

Artık nefes almaya ne zaman ne de mekân var durduğumuz yerde. Uzaktan bir ses, bitmiş bir defterin bordoya çalan rengini betimliyor. Renk, bir soruyu ortaya çıkarır. 

bir kıpırtı eklemleri titreştirir; 

titreşim bir sese sebep olur.

ses tanıdık; 

mekân yabancı, 

varlık tanıdık;

beden yabancı. 

Bir sır ortaya çıkıyor;

Mai.

Ateşten, buzdan, sesten ve cız eden bir içten medet umarak kendini açık ediyor. Geleceğin dokularının habercisi bir rüya başlıyor sonra, sembollerle süslenmiş duvarları; taştan. Anlaşılmayan fakat içten bilinen bir doğru, yola ışık tutuyor, labirentin derinliklerinde ilerliyoruz; bu bir rüya olmalı. 

bu bir rüyadır belki de. 

bu bir rüya mı yoksa? 

sanırım bu bir rüya. 

evet. bu bir rüya.

Labirent bir ritmi üsteliyor adımlarımıza, ritmin eşliğinde bir melodi duyuluyor büyük kapının ardından;

Rüyaya hoş gelmiştiniz!

Kapının arkasında ne olabilir diye düşünmeye bir an kalmadan kapı açılıyor. Artık zaman etki eden bir mefhum değil zihne. Büyük, kor edici bir ışık karşılıyor hareketi. Titreşimiyle yıkılıyor; kolların tutuşturulduğu omuzlar. 

Sarı, beyaz; ışıktan bir oda. Işık gözleri kör edici bir güçle yakıyor.

Her şey bağışlanıyor ve unutuluyor. Bir başlangıcın, yeni bir rüyanın habercisi olmalı bu kor, bu ateş, bu ölüm.

.

Gözlerimizi kırlarda, sahillerde, dağlarda, büyük Güney Amerika şehirlerinde, ormanlarda açıyoruz. Bu sefer yeşil ve yeşilin imgeleri karşılıyor bizleri, bir labirentin hatırası var zihnin gerilerinde. Akşamın yelinde sokaklarda, sahillerde, ormanlarda yürüyoruz, içimizde olağan bir sevgi ve alışıldık bir güvenle. Yapraklar onu, su onu, taşlar onu, böcekler onu, gökyüzü onu, beden onu, alın onu, yalnızca onu söylüyor. 

Bir cevap duyuluyor;

aramadan bul beni

Nehir Akfırat

Buy Me A Coffee

Konak ve Ev

Eski, sessiz bir mahallenin tam ortasında zamanın tozu ile kaplanmış pencereler ve harabe duvarlarıyla büyük bir köşk dururdu. Bu ev bir zamanlar hayatla doluydu ancak şimdi geçmişin bir hatırası gibi görünüyordu. Bir zamanlar kahkahalar ve sıcak sohbetlerle yankılanan bu evde şimdi yalnızca birkaç genç yaşıyor. Bu gençler, eski evi yeni bir yuvaya dönüştürmeye karar vermişlerdi.

Köşkün bahçesinde kurak ve cansız bir arazi vardı. Diğerleri için belki bir anlamı yoktu ama onlar için bu toprak sadece bir parça toprak değildi. Birlikte burayı güzel bir bahçeye dönüştürme sözü vermişlerdi. Öyle bir yerdi ki burada birlikte hayatın zorluklarını umut ve aşkla doldurabileceklerdi.

Haftalar geçti ve işler başladı. Her zaman toprakla uğraşan Ayşe, dikkatle çeşitli çiçekler ve bitkiler dikiyordu. Ahmet ve Serim çoğu zaman onun yanında duruyor ve toprağa bulanmış elleriyle Ayşe’nin sohbetlerini dinliyorlardı. Kıvanç ise eski ağaçların kurumuş dallarını kesmekle meşguldü. Ayşe, toprak ve bitkiler dünyasında kaybolmuşken yeni ağaçlar dikiyor ve suluyordu.

Gece olduğunda herkes yorgun ve toprak içinde konağa dönüyor, birlikte oturuyor; günlük sorunlardan, hayallerinden, çocukluk anılarından ve birlikte kuracakları gelecekten konuşuyorlardı. Birbirlerinin yanında sadece ev arkadaşlığı değil, çok daha fazlasını bulmuşlardı. Aşk ve çaba aralarında derin ve sonsuz bir ilişki yaratmıştı. Aşk sadece birbirilerine değil, bu küçük bahçeye, bu eski eve ve elleriyle inşa ettikleri her şeye duyulan bir aşktı.

Zaman geçti ve bahçe yavaşça canlandı.

Çiçekler toprağın içinden çıkmaya başladı. Bir zamanlar kurak ve cansız olan köşk bahçesi şimdi yeşil ve yaşam dolu bir yer haline gelmişti. Her sabah uyandıklarında ilk gördükleri şey kendi elleriyle yarattıkları güzellikti.

Ama her şeyden daha fazlası, bu yeni ve huzurlu yerin çaba, bağlılık ve aşkın; eski ve harabe bir köşkün ortasında bile yeni bir dünya yaratabileceğini hatırlatıyor olmasıydı. 

Artık onların, anılar ve elleriyle inşa ettikleri umutlarla dolu bir yerdi.                   

Ev:


Ev güzel bir kelimedir. Ülkemize, yaşadığımızı yere, baba ocağı ve hatta sevdiklerimizin kalbine atfedebiliriz. Benim için ev kendimi güvende hissettiğim yerdir. Duyguların kelimelerden çok daha karmaşık olduğunu hiç düşündünüz mü? Kelimeler duyguları anlatamaz ama burada duygularımı ifade etmek için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. 

Evden ayrılırken kendimi hasta ve bir büyük hiç gibi hissettim. Korku yıllardır yaşadığım bir duygudur. Evet, terk edilmiş hissettim ve artık bütün kalbimle yeter diyerek kendimi güvende hissedebileceğim bir yerde olmak istiyorum. 

Evimiz hep insanlarla doluydu hep güzel sohbetler, hep yeni şeyler öğreniliyordu, hep yardımlaşmak, birlikte tecrübe kazanmak; ama bunların hepsi ne yazık ki benim bavuluma sığmadı. Kafam karışıktı hiçbir şey bilmiyordum, istemiyordum ya da artık hiçbir yerde yaşamıyordum. Aslında yoktum. Ev benim için kayıptı, belki de kaybetmiştim. Evimden uzakta bir yerde ve evsizlik mevsiminde kendimi bir konakta buldum.  

Sessizliğim, konağın sessizliğinde boğulmuştu. Uzun zamandır evden uzaktayım ve konuşmayı bile belki unutmuştum. Duyguların kelimelerden daha karmaşık olduğunu söylediğimi hatırlıyorum siz de hatırlıyor musunuz acaba? Tıpkı, o büyülü köşkte kendi zihnimde kaybolduğum zamanki gibi. Evet büyülü, inanın bana abartmıyorum. Yüz yıllar süren insan yaşamıyla dolu eski konağın, yüksek duvarlar ve kubbe şeklinde çatısı ….

İşin ilginç tarafı ilk defa bu konağa adım attım ve şimdi bu hikâyeyi oradan size anlatıyorum.

Konağın sahibi kemikli suratlı, masum ve nazik bir insandı. Konak insanlardan dolu içimde, garip hisler yaratıyordu, dejavu olmuşum… Huzur ve hayat dolu insanlar, ay canım benim, hayatla ne güzel dans ediyorlardı, sanırım onlara hayat veren bu konaktı. Yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibiydim. İnsanların birbirini sevdiğini unutmuştum ve birlikte ne kadar güzel parladığımızı da unutmuştum. Tüm bunlar bana konak ve halkı tarafından bir kez daha hatırlatıldı.

Işık insanları, parlıyorlar ve belli ki bu parlaklık iç huzurun sonucudur, yargılamamanın sonucudur. Kendini ve insanları olduğu gibi kabul etmenin, kabullenmenin sonucudur. Ne kadar iyiyim ve tüm bu insanlar, ne kadar benim. Biliyor musunuz ben ve ben sürekli birbirimizle konuşuyoruz ve eğer dostluk araya girmezse nasıl dayanabiliriz?

Amaneh Abyar

Buy Me A Coffee