G-7YN0JE445C

Oku

ERKEKLER // Sanat Yapımının Etobur Hâli

Şimdi, arkadaşlarım ve ben bir kısa film yaptık. 

Toplamda tüm süreç elli beş günlük bir pre-prodüksiyon, beş günlük bildiğin prodüksiyon ve aşağı yukarı on beş günlük de bir post-prodüksiyon sürdü. Bu günlerin hepsi faturası kesilebilir iş saatleriyle dolu değildi. Yazım Nisan sonunda başladı. Yazma işleminin kendisi taş çatlasın iki saat sürdü. Bu iki yalnız saatin ardından ilk müsvedde çıktı. Takiben geçen birkaç gün de metnin tashihiyle geçti, böylece ikinci müsvedde çıktı, bu da insanlarla paylaşılarak aniden oksidize edildi. Onların fikirleri üçüncü müsveddeyi çıkarttı. 

DAHA FAZLA

İsmail Türküsev ve Komedinin El Kitabı

İsmail’in Moda’daki evindeyiz. Haziran ayı bitti bitecek, İstanbul inanılmaz pis sıcağına teslim olmuş. Bir önceki gece İsmail’le Euro 2020’nin en güzel akşamını izlemişiz. Bir iki saat sonra İsmail kalkıp, Socrates Dergi için kaydettiği podcastin çekimlerine gidecek. Bilgisayarı açıyorum. Kayıt programını çalıştırıyorum. “İsmail” diyorum, “gel; röportajı aradan çıkaralım”. Altı senelik dostluğun sonunda gelen rahatlık bu.

İsmail Türküsev bir komedyen ve dijital içerik üreticisi. Kendisiyle de bu konular üzerine sohbet etme niyetim var. Dolmuş ekibi elime bir takım sorular tutuşturmuş. Bir takım sorular da benim aklımda var. Ağzıma ilk düşen soruyla açılışı yapıyorum. İsmail yaptığı işin tanımından genel olarak memnun mu? Komedyen, yaptığı işi tam olarak karşılayan bir tabir mi?

Komedyen çok karşılıyor aslında” diyor İsmail, “ama komedyen bir şeyi karşılamıyor halkta. Yani komedyenim dediğin zaman şey oluyor aslında: ‘Yani tamam da başka ne yapıyorsun? Hani ben de balık tutuyorum ama söylemiyorum bunu’ gibi.”

Elbette bir komedyenle röportaj yapacaksanız, cevapların ciddi bir bölümünde şaka bulmayı kabul etmeniz gerekiyor. Ben İsmail’i yeniden ciddiyete davet ediyorum. İsmail burada Türkiye’ye ait bir tepkiden bahsediyor; Türkiye’de komedyenliğin ciddi bir meslek olarak algılanmadığını ifade ediyor. Ben de bir takip sorusu olarak bunun değişip değişmediğini soruyorum.

Tabi, çok uzun zamandır değişiyor bu.” diye yanıtlıyor İsmail, “Ben biraz altın döneminde girdim aslında, yükselişine denk geldim.

Bu tam aradığım pas, çünkü ben zaten İsmail’e komedyenliğe nasıl başladığını sormak istiyordum. Soruyorum. Muhabbet kırılmadan istikametinde akmaya devam ediyor.

Ben zaten mizah yapıyormuşum yıllardır, çeşitli mecralarda. Aslında radyoyla girdim bu işe.” diyor. İsmail burada Türkiye’de çok popüler olan komedi programı O Tarz Mı’dan bahsediyor. O Tarz Mı, Can Bonomo, Can Temiz ve İsmail Türküsev üçlüsüyle 2015 yılında radyoda hayatına başlıyor. 

Zaten üçümüz arkadaştık ve herkesin o yaptığı geyiği, yani aramızda yaptığımız muhabbetleri radyo programı yapsak ne güzel olur’u yaptık.” diye anlatıyor İsmail o günleri, “ama işte aramızda bir tane yapan bir insan olduğu için; yani daha önce radyoculuk yaptığı için demiyorum, genel olarak yapan bir insan Can Bonomo olduğu için; o yapıyor. Yapınca bize de yaptırdı. 

O Tarz Mı, hayatına bir radyo programı olarak başladıktan sonra dijitale geçiyor ve uzun yıllar boyunca Türkiye’nin en çok dinlenen podcast programı oluyor. İsmail bunun aslında O Tarz Mı ekibinin takip etmediği bir şey olduğunu ifade ediyor. 

“Bir anda da hiç tahmin etmediğimiz bir şekilde de podcastte öncü olduk.” diyor, “Çünkü dijitale hızlı geçtik, çünkü gençtik ve radyolar farklı konjonktüre girmeye başlamışlardı Rock FM satılmıştı falan. Sonra Spotify’ın yükselişiyle beraber Spotify’a koymaya başladık ve çok uzun süre kendimiz de burada podcast diye bir kategori olduğunun, buranın tartışmasız lideri olduğumuzun farkında değildik.

O Tarz Mı, İsmail’in hayatında önemli bir dönüm noktası bu yüzden. Daha öncesinde reklam sektöründe metin yazarı olarak çalışan İsmail, böylece performans sanatlarına geçiş yapmış oluyor.

Evet kurdun dişine kan değdi yani.” diye muhteşem bir Türkiye deyimiyle açıklıyor İsmail bu geçişi. Spesifik olarak da O Tarz Mı’nın ilk canlı performansından söz ediyor. “Üçüncü dördüncü senemizde O Tarz Mı Live yaptık IF Beşiktaş’ta ve 1500 kişi geldi. 1500 kişinin önünde O Tarz Mı icra ettik ve O Tarz Mı’da benim rolüm aşağı yukarı pervasız şaka yapan adam zaten. Ve ben 1500 kişinin önünde söylediğim şeylere gülünmesinden gerçekten çok etkilendim. 1500 kişinin kolektif kahkahasını hayal etmek ve duymak çok farklı şeyler gerçekten.”

İsmail bunu deyince yakın zamanda izlediğim Friends Reunion bölümündeki aktör Matthew Perry geliyor aklıma. Perry, canlı bir seyirci kitlesi önünde çekilen Friends’de şakaları tutmadığı zaman, gülünmediği zaman büyük bir anksiyete yaşadığını ve ancak kendisine gülündüğü zaman bir çeşit bütünlük hissettiğini anlatıyor. Bunu hatırlatıp İsmail’e soruyorum: Kahkaha aramak bir tasdik arayışı mı?

İsmail gülüyor ve “Yok, iyi sevgi aldım ben büyürken hiç onunla alakası yok.” diye cevap veriyor. İsmail genel olarak hayatta kahkaha arıyor, onun mizacı bu. Matthew Perry’nin ifade ettiği hissin ters tarafı, yani şakalarına gülünmediği zaman oluşan anksiyete ise İsmail’e göre komedyenin erken geliştirmesi gereken bir kalkan. 

3-4 şakamın kötü gitmesinin diğer 7-8’i denemem için engel teşkil etmemesi gerektiğini biliyordum.” diyor İsmail, “Bir de oransal olarak iyi bir yerdeydim diye düşünüyorum. 6-7’sinde güldürüyorsan 2-3’ü yakıyorsun. İnsanlar tolere ediyorsa sen de tolere edilebilir olduğuna ikna oluyorsun.

O zaman bizim şaka konuşmamız lazım. Şaka nedir onu konuşmamız lazım. Lafa İsmail’e daha önceden takip ettiği komedyenler olup olmadığını sorarak başlıyorum. Klasikleri, bilindik isimleri izlediğini söylüyor. Komedyenliğe başladıktan sonra o gözle tekrar izleyip izlemediğini soruyorum; “Tabii ki” diyor. Peki ne fark ediyor icracı gözüyle standup gösterisi izlediğinde?

Bu adamın bunu söylerken ne düşündüğü empatisi çok yoğun olmaya başladı. Çünkü kendini karşı konulmaz bir şekilde yerine koyuyorsun ve bunu niye yaptığını, bir sonrakinde neye hizmet edeceğini, buradan neye geçeceğini görüyorsun.”

İsmail ipleri görüyor yani. Yani standup epey inşa bir alan, onu anlıyor.

Çok. Zaten bir de öyle bir ikiliği var. Ne kadar rahat ve doğaçlama gibi hissettirirse o kadar iyi oluyor ve o his için de tam tersine o kadar tutarlı ve planlı olması gerekiyor. Komedyen şakasına güvenmiyor bazen ve hemen “işte bu da böyle bir şakaydı” falan diyor sonunda, işte o gerçekliği kırıyor seyirci nezdinde. Seyirci o zaman geriliyor, çünkü ona bir şey yapıyormuşsun gibi oluyor. Ama ideal olan hep beraber bir şey yapıyormuşsun hissi. Burada bir mühendislik var, bir sistematiği var hisleri gerçekliğe döndürüyor.

Ancak bu bariz gücü unutturmak zor, çünkü Jerry Seinfeld’in de isabetle belirttiği gibi standup gösterisinde konuşan sadece tek bir kişi var. Diğer herkes susuyor. İsmail bu güç yüzünden seyirci – icracı ilişkisinin özel olduğunu düşünüyor.

Seyircinin sana cephe almaması için hem onların yanında onlarla kaynaşık olman gerekiyor hem de bir yandan da otoritenin sınırlarını çok tatlı sert bir şekilde çizmen gerekiyor; aksi takdirde anlıyorsun ki seyirci her zaman senin dostun değil.”

Ne zaman dostu peki?

Güldürdüğün zaman. Güldürdüğün zaman öyle bir dostun ki hatta o zaman söylediğin her şeyin arkasında duruyorlar. Ne zamanki sen inanmadı, o inanmadı, gülmediniz; o zaman zaten söylediğin şeyin içini sorgulamaya başlıyor.

Sahnede olmak ve sahnedeki tek kişi olmak elbette garip bir dinamik, bu garip dinamiğin merak ettiğim bir kısmı daha geliyor aklıma İsmail ile konuşurken. İsmail underground ile ana akım arasında bir yerde gidip geldiği için, bir yandan Zorlu PSM ve BKM gibi cilalı sahnelerde; bir yandan da Aylak gibi barlarda sahne alıyor. Bir tarafta seyirciden birkaç santim yüksekte duran bir komedyen, bir tarafta içkili bir ortam. İkisinin farkını soruyorum.

Sahne ne kadar yüksek olursa beklenti o kadar artıyor, izleme şekli o kadar değişiyor. Seyircinin ne kadar rahat olduğu çok önemli. Önünde bir masa varsa, fıstığını içeceğini önüne koyabiliyorsa ona göre daha rahat oluyor.” diyor İsmail. 

İkisi arasında kendisi için bir fark olup olmadığını soruyorum ben de bunun üzerine. Doğal olan soru bu gibi geliyor.

Yani aslında ikisini de belli bir ölçüde yapabiliyor olmak lazım. Ben mesela Sahne Beşiktaş diye güzel bir tiyatro sahnesinde çok gerilmiştim. Çünkü çok yukarıdaydık seyirciden, tam bir tiyatro ışığı vardı ve sahne çok büyüktü. Bir de tiyatro düzeneğindeydi salon, ve o düzenekte seyirci tiyatro izliyormuş gibi davranıyor. Kendini çok içinde hissetmiyor olayın. Kahkaha da bir katılım ya? Katılımı minimize ediyor. Gel gelelim barlarda ve sahne-seyirci çizgisinin çok belirgin olmadığı yerlerde çok daha rahat oluyor. Ama bu sadece underground standup’ta olabilecek bir şey. Öteki başka bir şey.

Konu bunun üzerinden o sahnenin kullanımına da geliyor. İsmail’le bir süre farklı standupçıların nasıl bu sahneyi doldurduklarını konuşuyoruz. İsmail söyleme dayalı standup gösterilerini sevdiğinden, Bo Burnham gibi olayı ışık, gölge ve müzik şovuyla besleyenleri standup’tan uzakta bir yerde görüyor. Sahneyi pantomim ya da yatay hareketlerle dolduran Cem Yılmaz ya da Dave Chapelle gibi örnekleri ise kendisine örnek alıyor ve bunun bu performansta ileri düzey bir yetenek olduğunu söylüyor.

Ben üç farklı açı olduğunda bile biraz şuraya anlatayım biraz buraya anlatayımın endişesini yaşıyorum.” diyor dürüstçe. “Adam 360 derece yapıyor. Cem Yılmaz mesela, üç katlı mı orası kaç katlı? Biraz balkona da anlatıyor, sağına soluna dönüyor. Zaten artık metnine ve icrana o kadar iyi hakimsin ki, üstüne bir de çevreyi kontrol ediyorsun. Ben daha anlattığım şeyde bile yeterince ustalaşmadım ki bütün çevrelerde aynı şekilde icra edebileyim, o artık bir sonraki seviye.”

Söz metinden açılınca İsmail’e metin yazım sürecini soruyorum. Her şeyin, doğaçlama araları ve interaktif kısımların dahi önceden yazılmış olduğunu söylüyor.

Doğaçlamaya gireceğim yerler belli. Burada, buradan bir şey çıkarsa buradan devam edeceğim çıkmazsa ötekisine geçeceğim gibi. İnteraktif yerler belli.” diyor, ama ekliyor: “Tabi her gösterinin kendisine has bir yaşanmışlığı da oluyor. Laf atan, başka tepki veren vesaire. Bazen bazı yerlerde benim söylediğim bir şeyi o anki refleksimle farklı söylememden dolayı şaka başka bir hâle geçiyor. Alıp onu bir sonraki gösteride kullanıyorum.”

O zaman şakaların bir ömrü var. Doğup, büyüyüp, değişiyorlar. Peki ölüyorlar mı?

Ben diyelim bir şaka yazıyorum ve o şakanın artık hit olduğunu fark ediyorum, her zaman gülünüyor her zaman çalışıyor. Onu bir süre yapıyorum, çünkü yaparken kendim de gülüyorum. Kendim gülmediğim bir şeyi eğlenceli bir şeymiş gibi anlatmak zaten zor. O şaka bir enstrüman ya, o şakayı yaptıkça daha iyi yapmaya başlıyorum. Daha iyi yapma süreci bittiğinde şaka zirve yapmış oluyor ve o zirve noktasından sonra şakayla ilgili yeni bir şey keşfetme ihtimali bitiyor, bitince de beni heyecanlandırmayı bırakıyor. Öyle olunca da şaka ölüyor bir noktada.

İsmail bunu dediğinde benim aklıma Louis CK, oradan da alt-J’in yemin-vari şarkıcığı Ripe & Ruin geliyor. Hayatın dengesi gibi, şakaların da ömrü iyi meyvelere benziyor. Nadıc oluyor. Viran oluyor. Bunun ışığında biraz pandemiden söz ediyoruz İsmail’le. Yeni başladığı komedi kariyerinin tam başında, tam mesai işinden hayallerine doğru sıçramışken gelen pandeminin onu ne kadar maddi ve manevi zorladığından konuşuyoruz. İsmail bu süreyi yazarak, mutlaka bir gün döneceğine inanarak geçiriyor. Bir buçuk yılın ardından da, bu satırların kaleme alındığı 2021 yazında; yavaş yavaş sahnelere geri dönmeye başlıyor. Bir fark gözlemleyip gözlemlemediğini soruyorum.

Bir sikkoluk var.” diyor gülerek. “Sadece bende değil, tüm dünyada var sikkoluk. Herkes gülüyor ama tedirgin gülüyor, sadece standup için değil genel hayatta. O tedirginlik bize de yansıyor. Bakkala da yansıyordur yani.

Benim biraz farklı bir fikrim var bu konuyla ilgili. Yakın zamanda yaptığım bikininin tarihi araştırması aklıma geliyor. Orada konuyla ilgili bir tarihçi, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra korsetlerini atan, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra mayolarını ortadan kesen kadınların davranışında bir ortak zemin olduğunu; büyük kriz anlarından sonra insanların bir beden ve zevk kutlamasına giriştiğini anlatıyor. İsmail’e bunu söylüyorum, COVID sonrasın da böylesi bir reaksiyon beklediğimi anlatıyorum. Bu yaz o yaz mı?

Bilmiyorum, bu yaz biraz daha toplamayla geçecek gibi geliyor bana. Çünkü çok yara aldı insanlar, direkt şu anda bikinin altını da attım noktasına gelinebilecek mi bilmiyorum. Belki sonraki yaz. Bir noktada öyle bir deşarj yaşanacak illa ki.” diyor. Sonra da belki bunu demesinden ötürü, belki de laf lafı açtığından; pandemi sonrası katıldığı açık mikrofon seanslarındaki bir gözlemini paylaşıyor benimle. 

Bir sürü genç insan görüyorum açık mikrofonlarından örneğin. Çok ofansifler. Zehir zemberekler. Bu komedik anlamda bir devrim getirecek mi, yoksa hepimizi sikecekler mi bilmiyorum. Genç arkadaşlar tabii bilmiyorlar, ama ben daha altı ay önce bazı şakalarımdan vazgeçmek zorunda kaldım birkaç baskı yüzünden. Hapse girenler, linç yiyenler, hayatı tepetaklak olanlar oldu. Gençler sel gibi gelip o bariyerleri yıkarsa bize de umut ışığı olur tabi.

Biz bu röportajı yaptıktan sonra bir önceki gün Pride yürüyüşü olduğu için sokaklarına polis bariyerleri çekilmiş İstanbul’a atıyorum kendimi. Hava pis, hava yapış yapış. Havada garip bir umut kokusu var. İnsanların yüzleri gülmüyor, çünkü gerçekten de o yaz bu yaz değil belki de. Ama ileride bir yaz var. Ben ve bir buçuk senelik pandeminin ağırlığı altından çıkmaya hazırlanan tüm insanlar bunu biliyor. Gençler ya da kendini genç hissedenler, fark etmez. Birilerinin gerçekten de sel gibi gelip o bariyerleri yıkması gerekiyor. 

İsmail’le tekrar buluşacağım yere varıyorum. Bilgisayarımı çıkarıp yere oturuyorum. İstanbul pis. İstanbul yapış yapış. İstanbul’un sokaklarında bariyer var ve İstanbul’un sahneleri sel olup tüm bunların üzerinden akacak su damlaları için hazır bir şekilde bekliyorlar. 

Estetik tek şart. Diğer her şey serbest.

Röportaj: Yiğitcan Erdoğan

MOKOROS: Eğitim Alanında bir Sosyal Girişim Denemesi

  • Mokoros Projesinden henüz haberdar olmayan birine, bu projeyi nasıl tanıtırdınız?

Mokoros eğitmen gerektirmeyen, eğlenceli ve erişilebilir öğrenme araçları üretmek amacıyla; bir araya gelmiş arkadaşlar tarafından kurulan bir araştırma-geliştirme ve sosyal girişim projesidir. Özellikle kamu yararı sağlayacak konularda (ekoloji, toplumsal cinsiyet vb.) insanlara ihtiyaçları olan bilgileri fırsat eşitliği çerçevesinde kendileri öğrenebileceği şekilde sunmayı amaçlamaktadır. Bunu da, oyunlar, videolar, interaktif medya araçları, deneyim alanları, öğrenme programları ve materyalleri üreterek yapmayı planlıyoruz.

  • Bu projeye başlarken nasıl sorunlaştırmalara, ihtiyaçlara, amaçlara, kaygılara ve duygulanımlara sahiptiniz? Bu projenin kurgulanma ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizlerle paylaşabilir misiniz? Sizi yola çıkaran ana motivasyonlar nelerdi?

Bir süredir öğrenme süreçleri ve tarzları üzerine düşünüyoruz. Örgün eğitim dışındaki öğrenmeler ilgimizi çekti. Özellikle yaygın öğrenme metotlarının çok önemli ve faydalı olduğunu, hiyerarşik olmayan ve katılımcı odaklı eğitimlerin çok değerli olduğunu gördük. Bunun dışında doğrudan bir öğrenme amacı olmadan akranlardan öğrenmenin de güzel bir kaynak olduğunu fark ettik. Bu noktada ise erişilebilirlik ve fırsat eşitliği hakkında problemler ortaya çıkıyor. Bu tarz eğitimler çok kısıtlı ve çok az kişi faydalanabiliyor. Biz bu eğitimleri kişilerin kendi kendine ve ya akranlarından öğrenebileceği hale getirerek yaygınlaştırmayı istiyoruz. Bu şekilde isteyen herkesin yararlanabileceği kaynaklar oluşturmak istiyoruz.

  • Mokoros bu noktaya gelene kadar nasıl sorunlarla karşılaştınız ve bunları aşmak için ne gibi süreçler yaşadınız, çözümler geliştirdiniz?

Bizim Mokoros olarak yaptığımız her çalışma aynı zamanda bizim için de bir öğrenme deneyimi oluyor. Yaptığımız her projede, farklı problemlere çeşitli araştırmalar yaparak yaratıcı çözümler bulmaya çalışıyoruz. Şu zamana kadar “Binbir Kare” adında bir resimli masal kitabı yapma oyununu tamamladık. Süreç içinde, oyuna kural oluşturma konusunda bazı problemler yaşadık. Sonrasında basitleştirmeler yaparak bu sorunu çözdük. 

Daha sonra Sivil Düşün desteğiyle “Mokoros Takvimi”’ yaptık. Bunun boyutlarının ve içeriğinin fazla olduğunu gördük. Gelecekteki takvimlerin tasarımında buna dikkat edeceğiz. Basımı ve dağıtımı ile ilgili zorluklar yaşadık. Bunları hem ilişkilerimizi geliştirerek hem de gönüllülerin desteğiyle aşmayı başardık. 

DRC için “Uzay Kurgu” adında bir oyun tasarladık. Bunun geniş bir yaş kitlesine bilim ve teknoloji konusunda öğrenme deneyimi sağlaması gerekiyordu. Bu yüzden kısa süre içerisinde çok fazla araştırma yapmamız gerekti. Şimdi de, çocukları yaratıcı sanatsal üretimler yapmaları konusunda destekleyen bir animasyon projesi ile uğraşıyoruz. Bununla ilgili de yaşadığımız problemleri çözerek ve öğrenerek ilerliyoruz.

  • Proje bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

Bir anlamda kendimizi bir “araştırma geliştirme şirketi” olarak görüyoruz. Bu yüzden her işimizde yeni şeyler öğreniyoruz. Her işimizde bize destek olan çok fazla insanla karşılaşıyoruz. İnsanların gönüllü olarak bize destek olması bizi çok mutlu ediyor. Yaptığımız işlerle ilgili çok güzel geri dönüşler alıyoruz. İleride de farklı paydaşlarla bağlantılarımızı geliştirerek ve ortaklıklar kurarak elimizden gelen her alanda erişilebilir öğrenme araçlarını kullanıcılara sunmak için sabırsızlanıyoruz.

  • Projeye yakın çevresinde ne gibi etkileşimlere neden oldu? Nasıl tepkiler aldınız?

Yakın çevremizdeki arkadaşlarımız bize bu süreç içerisinde her konuda destek oldular. Zaten yaptığımız her iş hakkında önce onlardan fikir alıyoruz. Sonrasında da içerikler, mekanikler, testler, ilişkiler oluşturma, dağıtım ve yaygınlaştırma konularında bizden desteklerini hiç esirgemediler. Buradan tekrar bize destek olan arkadaş ve gönüllülerimize çok teşekkür ediyorum.

  • Gelecekte Mokoros’u hangi doğrultuda ilerletmek istiyorsunuz? Hangi amaçlara sahipsiniz?

Mokoros’un çok farklı alanlarda çok fazla paydaşla birlikte kendi vizyonu üzerine çalışmaya devam etmesini istiyoruz. Eğitimde fırsat eşitliği, erişilebilirlik ve nitelikli eğitim konularında topluma faydalı olmak istiyoruz. Kamu yararına olacak konular hakkında kişilerin eğitmensiz bir şekilde öğrenme deneyimi yaşayacakları araçlar üretmek istiyoruz.

  • Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Benzer girişimlerde bulunmak isteyenlere ne gibi tavsiyesiniz olur?

Öncelikle zorluklarla karşılaştığımızda pes etmememiz gerekiyor. Uyumlu ve mümkün olduğunca geniş bir ekip oluşturmak çok önemli. İhtiyaçları doğru belirlemeli ve planlamaları buna göre oluşturmalıyız. Sürdürülebilirlik konusunun üzerine düşünülmesi gerekiyor. Bunun dışında misyonunuzu ve vizyonunuzu her zaman hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyoruz.

  • Mokoros’un bir dayanışma çağrısı var mıdır? 

Gönüllülerimiz ile olan ilişkilerimizi arttırmak istiyoruz. Bizim özellikle kendimizi geliştirmemiz için gönüllülerin desteğine ihtiyacımız var. Bu yüzden gönüllüler ve bizlerden oluşan bir öğrenme topluluğu oluşturmayı planlıyoruz. 2021 yılında bunun çağrısını yapmayı planlıyoruz. Bununla ilgili bizle dayanışma göstermek isteyenler olursa çok mutlu oluruz.

İnternet sitemizi incelerseniz ve bizi sosyal medya hesaplarımızdan takip ederseniz çok seviniriz.

Röportajı gerçekleştiren: Tevfik Hürkan Urhan

Her Absence Fill the World – Inside, Outside

Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.

KUBİ
  • Müziğiniz aracılığıyla oluşturduğunuz estetiğinizin ana bileşenlerini tarifleyebilir misiniz bizlere? Şimdiye kadar ne tür sanatsal, kültürel ve sosyal girdiler müziğinizi besledi ve “Her Absence Fill the World” ortaya çıktı?

Kubi: Benim için “Her Absence Fill the World”, geçmiş deneyimlerimizin, girişimlerimizin, başarısızlıklarımızın ve yönelimlerimizin tamamını bir araya getiren sezgisel bir dışavurumu. Farklı uluslar aşırı köklerimizi, estetiğimizi ve ideolojilerimizi birleştiren bir projedir.

Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.

Sascha: Buna çok güzel söylendiği için ekleyeceğim hiçbir şey yok. Sadece, belki de ben bu projenin bir şekilde tüm geçmiş benliklerim tarafından şekillendirildiği fikrini beğeniyorum. Ortaya çıkan müzikte kendime ait o kadar çok anıyı keşfedebiliyorum ki bazen şaşırıyorum. Aynı zamanda onlardan her zaman kendimin bir parçası olmalarını talep etmediğim halde. Bunun utançla ilgili olup olmadığını bilmiyorum. Bu oldukça mahrem bir mevzu ve geçmiş kimliklerim gün ışığına çıktığında bazen kendimi kırılgan ve savunmasız hissetmeme neden oluyor – ve birlikte müzik yaptığımız için bazen bunları tartışmak ve onların görülmesi gerçekten zor. Ama kendimizin sevmediğimiz yanlarını da kabul etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Onları sevmeyi ya da onlar hakkında olumlu hissetmeyi kastetmiyorum. Ancak, şunu ima ediyorum: kimlik dediğimiz mozaiğin bir parçası oldukları için onları saklamama gücü inşa etmek

Photo Credit: Emrah Özdemir
  • Şimdiye kadar ki yolculuğunuz nasıl gidiyor? Yolda ne buldunuz?

Sascha: Bence yolculuğumuz en iyi yolculuklar gibi gidiyor – bir İtkaya’ya yolculuk gibi. Çok fazla neşe, çok fazla acı buldum. Biraz gurur ve güvensizlik… ve bunun tam olarak nereye varacağını bilmiyorum. Bana biraz sürekli bir şekilde büyümek / gelişmek gibi geliyor ve elbette bu her zaman iyi bir duygu değil. Ama bir şekilde duygularımızı müziğe bırakmaya çalışıyoruz ve bunun için sonuç benim için her zaman değerli.

  • Görünüşe göre pek çok müzik türünden girdiler kullanıyorsunuz. Müziğinizi türler açısından nasıl ele almayı tercih edersiniz?

Sascha: Müziğimizi genel olarak post-punk olarak ele alırdım. O kadar kolay değil, hala tarzımızı şekillendirdiğimizi hissediyorum – veya belki de bizden çıkanlara bağlı olarak kendi kendine şekilleniyor. Ama çoğunlukla bununla özdeşleşebilirim. Sanırım bir türe yönelik gerçek kategorizasyon, üreteceğimiz her şeyi ürettikten sonra yapılabilir.

Photo Credit: Emrah Özdemir
  • Neden şimdi?

Şimdi Değilse – Tracy Chapman

Şimdi değilse ne zaman?

Bugün değilse,

Öyleyse neden söz veriyorsun?

Gelmekte olan günler için ilan edilen bir aşk,

En fazla hiçbir şey kadar güzeldir.

Sabah gelene kadar bekleyebilirsin.

Yeni günü bekleyebilirsin.

Bekleyebilir ve bu kalbi kaybedebilirsin.

Bekleyebilirsin ve çok yakında pişman olabilirsin.

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

İngilizce Aslından Çeviren: Tevfik Hürkan Urhan

Dijital Sanat Devrimi: Balkan Karışman ile NFT üzerine bir söyleşi

Yaptığınız işleri hiç bilmeyen birine nasıl anlatırsınız?

Gerçek görüntüleri kullanarak ve onları manipüle ederek “türetken video sanatı” denilen bir türde işler üretiyorum.Generatif olarak da adlandırılan bu yaklaşım, sonsuz sonuçtan rastgele seçimleri mümkün kılıyor. Bu sayede işin son haline, eleme yaparak ulaşabiliyorum ve bu da süreci benim için daha heyecanlı kılıyor. Bu anlamda yaptığım işlere “deneme yanılmaya dayanan dijital yeni medya görselleri” diyebiliriz.

İşlerinizin kurgu ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizimle paylaşabilir misiniz?

Kullandığım bu yöntemin içeriğime iyi hizmet ettiğini düşünüyorum. Yaptığım sanat, tekniği ve ortamı açısından postmodern olarak kabul edilebilir. Tasarım estetiğim, dekonstrüktivist mimari, glitch-art ve op-arttan etkileniyor. Sanatımın içeriğine ve ana motiflerine gelecek olursak; sonsuzluk fikri üzerine tartışmaları tetikleyebilecek şekilde mekansal manipülasyonlarda bulunuyorum ve devamında da zaman algımızı sorgulamayı arzuluyorum.  Aksini algılasak da, zamanın başlangıcı veya sonu yok. Zaman tıpkı video sanatımdaki gibi, döngülü (loop halinde) ve sonsuz. Çalışmalarım izleyicinin varlığını gözetmeden döngüsel bir sırada dönüp duruyor. Bu bilinçli seçtiğim yaklaşım, sanatımın deklaratif olmak yerine yalnızca sürekli olağanlıkları yeniden yorumlayarak aktarmama destek oluyor. Sanat eserleri bu anlamda kendi kendilerine var olan parçalar olabiliyorlar.

NFT nedir nasıl işler?

Non-Fungible Token (NFT), en kısa tanımıyla başka bir eşi daha bulunmayan dijital varlıklardır. NFT’leri bir anlamda da, görsel, müzik, data, web sayfası, 3D obje ve benzeri verileri akıllı sözleşmelerle blockchain üzerinde tasdiklemek olarak düşünebiliriz. Bu anlamda NFT’leri koleksiyon parçalarına benzetebiliriz. Ben onları eskiden çok sevdiğim pokemon kartlarına benzetiyorum. Üzerinde kartın özelliklerini anlatan veriler var, görseli var. Kartın sabit bir parasal değeri yok ve kişiden kişiye el değiştirebiliyor. 

NFT nin yeni nesil koleksiyonculukta nasıl bir rol oynayacağını düşünüyorsunuz?

NFT platformlari kolektörler için daha liberal bir market oluşturuyor, hem kolektörün sanatçıya, hem de sanatçının kolektöre ulaşması kolaylaşıyor. Sanatçıların yerel sınırlarını ortadan kaldırıyor ve dünyanın pek çok farklı yerinden başka sanatçılarla ortak seçkiler içinde buluşmalarına olanak veriyor. Bu sayede koleksiyonlarin çeşitlilik içerisinde olmasını sağladığını düşünüyorum. 

Bir sanatçı olarak bu platformu tercih etmenizin altında yatan sebepler neler?

Sanatçı olarak dijital sanat platformlarını ve NFT’yi tercih etmemin sebebi fırsat eşitliği, sanıyorum benim gibi genç sanatçıların çoğu için ortaktır bu sebep. Konvansiyonel sanat marketinde sanatçının koleksiyoneri ile buluşması aracı kurumlar gerektirirken; NFT dijital sanat platformları bu bürokratik aşamaları ortadan kaldırıp, sanatçıyı izleyicisiyle en hızlı şekilde buluşturabiliyor. Bu da yeni başlayan ve henüz ismini duyuramamış yetenekli sanatçılara işlerini global bir şekilde gösterebilmeleri için olanak sağlıyor.

Hem sanatınız, hem de NFT platformu ile ilgili, ne gibi sorunlarla karşılaştınız? Bu sorunları aşmak için ne gibi yöntemler geliştirdiniz?

Özellikle yeni başlayan sanatçıların karşılaşacağı ilk sürpriz, işlem ücretleri olacaktır. İşin maddi boyutunun ötesinde bu işlem ücretlerinin neden verildiğini araştırdığımda ise bu ücretlerin kripto-madencilere ödendiğini ve bu madencilerin güçlü bilgisayarları kullanarak fazlasıyla elektrik enerjisi harcadığını gördüm. Bu sorun hem vicdanımı sızlattı hem de sistemin varlığının ekolojik etkilerini sorgulattı. Neyse ki her ağ çevreye zararlı değil ve bu işlem ücretleriyle yürümüyor. Ben de daha çok böyle platformlara yönelmeye çalışıyorum. 

Bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

NFT sürecimde bu noktaya gelene kadar, ki hala ilerleyecek çok yolum var, yaptığım sanatın dünyanın farklı yerlerinden çok değişik zevklere ve koleksiyonlara sahip çeşitli insanların ilgisini çektiğini, merak uyandırdığını ve takdir aldığını gördüm. Ayrıca dijital sanat platformları üzerinden bir sanat komünitesinin oluşturulduğuna tanıklık ettim. Dijitalleşen sanatsal aktivite, global işbirliklerine de olanak sağlıyor. NFT’ler, gelecekte çok daha iç içe olacağımız sanal gerçeklik ve oyun dünyalarındaki yerimizi hazırlıyorlar. Sanat dünyasının en çok konuşulan olayı olan NFT’lerin şimdilik tahmin edemediğimiz daha pek çok alanda da karşımıza çıkacağına inanıyorum ve bu alanların bizi nerelere götüreceğini heyecanla bekliyorum.

Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Yeni başlamak isteyenlere tavsiyeleriniz neler?

Platformlara ilk girdiğimde, yaptığım işlerin varlıksal ve ekonomik değerine emin olmadığım için kendimi konumlandırmakta zorlandım. Türkiye’deki sanat dünyasındaki gibi işlemeyen bu sisteme alışmak biraz zaman aldı. Geçmişe dönüp baktığımda, ilk işlerimi, biraz da bu furyanın yarattığı heyecanla, bir an önce elden çıkarmak derdinde olduğumu fark ediyorum. Şimdi ise, bu süreçlerin aceleye getirilmemesi ve sabırlı olunması gerektiğini düşünüyorum. Yeni başlamak isteyenlerin neden ve nasıl bu alanda var olmak istediğini düşünmesini, sosyal medya üzerinde paylaşılan rekor satışların onları duygusal olarak etkilemesine izin vermemelerini tavsiye ederim.

BERLİN’DE /NCOUNTERS/

  • /NCOUNTERS/ projesinden henüz haberdar olmayan birine, bu projeyi nasıl tanıtırdınız?

Selam dolmuş! Zor soruyla başladın… Tanımlamak zor fakat kabaca “Berlin´de yaşayan insanlarca sürdürülen politik bir görsel-işitsel alan” olduğumuzu söyleyebiliriz. Özellikle “emerging” sanatçılara yer vermeye, yüreklendirmeye çalışıyoruz. Sanatın sınırsızlığı üzerine kafa yorup, sanatçıların geçmiş tecrübelerinin çeşitliliğinden besleniyoruz. Bir “mapping” projesi denebilir belki de…Onun dışında röportajlar yapıyoruz, setler yayınlıyoruz. Yakın zamanda trackler paylaşıp premiereler yapacağız inşallah. Fikir çok…

  • Bu projeye başlarken nasıl sorunlaştırmalara, ihtiyaçlara, amaçlara, kaygılara ve duygulanımlara sahiptiniz? Bu projenin kurgulanma ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizlerle paylaşabilir misiniz? Sizi yola çıkaran ana motivasyonlar nelerdi?

Yetiştiğimiz kültürle mutlaka ilintili olsa gerek sanat ve sanatçı eylemliliklerden ziyade statü sembolleri olarak kullanılırdı bu sebepten olsa gerek yine kabullenip kendi yaptığımız işlerin arkasında durmak güçtü. Bazı başka “sanatçı“larin da benzer problemler yaşadığını fark ettik. Göçmen özne olmak elbette bu durumu daha da zorlaştırıyordu. Bir yüreklendirmeye mutlaka ihtiyaç vardı. Ek olarak insanların hikayeleri oldukça ilgi çekici, genellikle ortaya koydukları ürünlerden haberdar oluyoruz fakat ürünleri ortaya koyduran çeşitli koşulların görünürlüğü oldukça az. Oysaki bu süreçler de oldukça ilham verici olabiliyor. 

Fotoğraf: @anlayhnn
  • /NCOUNTERS/ bu noktaya gelene kadar nasıl sorunlarla karşılaştınız ve bunları aşmak için ne gibi süreçler yaşadınız, çözümler geliştirdiniz?

Pek çok sorun var elbette. Pandemi öncesinde beraberlikler olanaklıydı, görece daha kolaydı. Fakat mevcut koşullar içerisinde kendi komunitemizi diri tutmak bile çok olanaklı değil. Çok anlaşılabilir bir durum. İki kişinin dahi bir araya gelemediği distopik koşullarda bir kolektif sürdürmek çok anlamlı bir beklenti olmayabiliyor. Onun ötesinde, maddi olanaksızlıklar zorluyor. Bunu göçmen özneliğimiz doğrultusunda anlamaya çalışmak gerek. Belirsizlik söz konusu pek çok alanda. Doğrusunu söylemek gerekirse kalıcı bir çözüm üretebildiğimiz bir konu değil bu. Yaptığımız şeyleri sürdürebilmemiz adına maddi kaynaklar yaratmak şart. Birbirimizle bağlantılarımızı geliştirmek aklımızdaki fikirleri ortaya koyabilmenin tek yolu. Belki bu röportajla insanlara ulaşabilir ve beraber çalışabiliriz diye de umuyoruz.

Fotoğraf: @anlayhnn
  • Proje bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

İnsanların hikayeleri var ve duyulmaya değer. Temel bulgumuz bu. Projenin adında da oldugu üzere “karşılaşmalara” inanıyoruz. O nedenle çok da bir şey bulmaya çalıştığımız söylenemez. Net bir plan da yok, pek çok fikir, temenni ve manifesto var.

Fotoğraf: @anlayhnn
  • Projeye yakın çevresinde ne gibi etkileşimlere neden oldu? Nasıl tepkiler aldınız?

Yakın çevremizi politik estetik bir düzlemde örgütledi. Sıkı bağlardan bahsetmek zor olsa da NCOUNTERS etrafında örgütlenmiş sanatçılar, öğrenciler, göçmenlerden bahsetmek abartı olmaz bizce. İnsanlar bir şeylerin yapılabilir olduğunu görmüş olabilir belki de. Hayatta kalma düzeyinde mücadele verdiğimiz bu yeni vatan Almanya´da bir taraftan politik estetik bir oluşum kurmak kendi küçük dünyamızda devrimciydi. Bu yüzden, bir yüreklendirme olmuş olabilir diye düşünüyoruz.

  • Gelecekte /NCOUNTERS/ ‘ı hangi doğrultuda ilerletmek istiyorsunuz? Hangi amaçlara sahipsiniz?

Dediğimiz gibi net bir yol haritası yok. Fakat premiereler, releaseler yapan bir record label olmanın esiğindeyiz. Biraz daha görünürlük istiyoruz ki desteklediğimiz sanatçılara daha çok destek olabilelim, alan açabilelim. Üretken olmak istiyoruz kısacası. Bir de kendini sürdürebilen öz kaynaklarımız olsun istiyoruz temelde.

  • Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Benzer girişimlerde bulunmak isteyenlere ne gibi tavsiyesiniz olur?

Denemek gerek mutlaka. Fikirler, pratikler kadar heyecan yaratmayabiliyor insanlarda. O nedenle ilk taşı atmak vazifesi bazen bazılarımıza kalıyor. Sonrasında süreçler ve fikirler kendi örgütlenmelerini beraberinde getiriyor. O nedenle kolektif çalışmalarda dahi bazı süreçlerde bazılarımızın inisiyatifi alması gerekebiliyor. Bu cesaret kıran bir durum olmamalı. Onun dışında çok da hata denebilecek bir durum yok sanırım. Günün sonunda hepsi birer karşılaşma en nihayetinde.

Fotoğraf: @anlayhnn
  • Projeye dair belli güçlüklere yönelik olarak herhangi bir dayanışma çağrınız var mıdır? 

Açıkçası bir alan olma iddiasındayız. Bu nedenle insanların projeyi sahiplenip o alanı büyütmesi her şeyin önünde bizim için. Pek çok ihtiyaç var elbette fakat zorlu karanlık süreçlerden geçtiğimizin bilincindeyiz. Bundan ötürü şu an destek istemek için çok doğru bir an olmayabilir. Fakat eleştiriler, fikirler, üretimler çeşitli işbirlikleri bizi ileri taşıma noktasında faydalı olurdu.

  • /NCOUNTERS/ en nihayetinde bir tekno müzik projesiyken, nasıl bu kadar göçmen kimliği üzerinden politikleşebildi? Bu kendiliğinden bir süreç miydi? Yoksa en başından beri böyle mi kurgulanmıştı?

Çoğunlukla sosyal bilimler öğrencilerince domine edilen bir kolektif alanız. Göçmeniz. Doğal olarak politiğiz. Yaptığımız her şey de bu doğrultuda minimum düzeyde politik. Müziğimizde, projemizde, var oluşumuzda. Çok çaba sarf etmeksizin doğalında gelişti diyebiliriz. Aksi de çok mümkün görünmüyor .

  • Bu politikleşme süreci ne gibi destekler ve tepkiler aldı?

Politikleşme kimilerince radikal bulunurken kimilerince olumlu karşılandı. Yani etrafımızdaki beyaz ayrıcalıklı komunite çuvaldızı kendine batırdı belki de. NCOUNTERS’ ın parçası olmak minimum düzeyde politik bir uzlaşıyı zorunlu tuttu. Belki de bu, homofobik olmamak, ırkçı olmamak, beyaz ayrıcalıklı dünya düzenine eleştirel bir bakış açısından bakmak gibi çok minimum fakat varoluşsal bir uzlaşı. O nedenle NCOUNTERS ne kadar açık bir alan olsa da bir anlamda belki de kendini dayattı.

  • /NCounters/ politik bir söyleme sahip olmasına rağmen özellikle en başlarda beyaz heteroseksüel erkek sanatçılara ağırlıklı olarak yer verme gibi eleştirilere maruz kaldı. Bu eleştiri hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu eleştiri sonrasında bu durumu aşmak için neler yapıldı?

Çok anlamlı ve yerinde bir eleştiri elbette. Fakat bu ısmarlama bireysel işlerle önüne geçilebilecek bir eleştiri gibi görünmüyor. Komünitenin kendini dışarıya açması şart. Kimlik politikası yapmak değil maksadımız elbette, fakat kendi öznelliğimizden çıktık yola. Süreç içerisinde beyaz ayrıcalıklı sanatçılara da yer verdik. Açık bir alan olmaya çalışıyoruz ve son eylemlerimizle beraber, duruşumuz biraz daha netleşiyor gibi hissediyoruz. Biz de öğreniyoruz.

  • Pandemi süreci /Ncounters/‘ı nasıl etkiledi. Pandemi için belli hayatta kalma stratejileri geliştirebildiniz mi? Pandemi sonrası için ne gibi planlarınız var?

Pandemi karşılaşmaları gerçekten azalttı. Elbette zordu. İnsanları, komuniteyi motive etmek zordu. Fakat insanları üretken tutmak adına “Avoid NCOUNTERS” serisini yaptık. Fena fikir değildi açıkçası. Pandemi öncesinde rüzgâr bizden yana esiyordu, full-house bir parti yaptık. Pandemi sonrasında kaldığımız yerden başlamayı beklemiyoruz. Naif olurdu. Fakat yeni dünyaya uyum sağlayıp dans müziği sahnesini politikleştirmek için elimizden geleni yapacağız. 

  • Bir “trans-national” underground tekno projesi olarak /Ncounters/, Berlin gece hayatının ve parti kültürünün öyle ya da böyle bir parçasıydı. Görünen o ki pandemi Berlin’in gece hayatını geri dönüşü olmayacak şekilde etkiledi. Muhtemelen pandemi sonrası bıraktığımız gece hayatını bulamayacağız. Sizce bu dönüşüm ne yöne doğru olacaktır? Bazılarının da ifade ettiği üzere daha fazla metalaşmış, kontrol mekanizmaları oluşturulmuş bir alan olursa, bunun karşısında daha komünal ve liberteryan bir seçeneği savunan 90’ların illegal “rave”lerini andıran bir direniş pratiği örgütlenmeye çalışılacak mıdır? 

Açıkça söylemek gerekirse Berlin gece hayati üzerine büyük büyük cümleler kuracak kadar tecrübeli değiliz. Fakat son 3 senedeki gelişmeleri küresel gelişmelerin ışığında değerlendirirsek dans müziği sahnesinin ticarileştiğini söylemek yanlış olmaz. Çok yeni bir söylem de değil.. Ama çok umutsuz olacak bir durum da yok elbette. Değişime karşı statükocu olmak da anlamlı değil. Ticarileşen dans müziği sahnesine karşın, mutlaka yeni direniş alanları ve onların müzikleri olacaktır.

  • Neukölln yöresinden bir tekno okumak ister misiniz?

Hayatı ve dans etmeyi öğrendiğimiz ve sonra unuttuğumuz Neukölln sokakları… 

(Bpm: 140, Kick: 4/4, Yöre Neukölln) 

Karşılaşmalara açık olmak gerek sevgili dolmuş ve mutlak suretle denemek, denemek ve denemek.

https://www.ncountersberlin.com

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

Magnus Krüger: Resimle Doğu Berlin Estetiğine bakmak

  • Berlin’de doğup büyümüş bir sanatçı olarak, Berlin ve kendiniz arasında olan ve sanatınız içinde vücut bulan estetik ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

Benimle Berlin arasındaki estetik ilişki eserlerimde açıkça görülebilir. Şehrin doğusundaki Marzahn’da bir WBS 70 prefabrik binasının 11. katında büyüdüm. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından önceki yıllarda, Doğu Berlin sakinlerinin Marzahn’a taşınması özellikle çekiciydi. Dairede özel bir tuvalet, merkezi ısıtma vardı ve yan cephede kurşun delikleri (savaşın kalıntıları) yoktu.

Almanya’nın tekrar birleşmesinden sonra, birçok insan mutluluğunu Federal Cumhuriyetin diğer bölgelerinde bulmak umuduyla Marzahn’dan göç etti.

Ben ise 1990’da doğdum ve hala Doğu Alman Devleti’ne ait bir doğum belgem var ve bu nedenle kendimi doğu-sonrası (post-east) olarak adlandırmayı tercih ettim. Neden doğu sonrası? Yetiştirilme tarzım, okul eğitimim, gri gökdelen komplekslerinin gölgeli avlularında büyümem… Tüm bunlar ailemin anılarının ve Batı (Almanya)’nın etkilerinin iç içe geçip eridiği bir potadır. Artık orada yaşamıyorum ama eski mahallemi düzenli olarak ziyaret ediyorum.

Oraya sosyal anlamda hala dahil oluyorum ve bölgenin gelişimini takip etmeye devam ediyorum.

Bu nedenle, ticari veya endüstriyel odaklı bir nüfustan ziyade ağırlıklı olarak konutsal bir alan olan bu bir nevi uydu şehir, çalışmalarımda hala bir tema.

zahne-zeigen
  • Resimleriniz aracılığıyla oluşturmuş olduğunuz estetiğin ana bileşenlerini nasıl tariflersiniz? Şimdiye kadar tarzınızı ne tür sanatsal, kültürel ve sosyal girdiler besledi?

Tarzım; düşünceler, anılar ve derme çatma bileşenlerden oluşan bir girdap tarafından şekillendiriliyor.

Bazen otobiyografiktir, bazen de ben onu kendi gerçeğimi inşa etmek için bir vekil olarak kullanıyorum. Bir kolaj… Geleceğin sizin için neler hazırladığına dair bir korku, izolasyon, gerçeklerden kaçma, neşeli bir başarısızlık, geçmiş ve şimdinin karşılıklı oyunu, günlük hayatın iç bağlantıları ve kişinin kendi varoluşu hakkındaki haince şakadan oluşan bir kolaj.

am aas ergotzend
  • Sanatını icra etmen için seni teşvik eden duygulanımlar nelerdi? Neden resim sanatını araç olarak seçtiniz?  Resim yaparken nasıl duygulanımlanıyorsunuz? Bunu sanatınıza nasıl yansıtıyorsunuz?

Çocukluğumdan beri sanat benim için kirli günlük hayattan çıkış yolu olmuştur.

Bir terapi, bir sığınak, bir lanet ve bir lütuf.

  • Hangi sanat akımları ve sanatçılar sizin sanat anlayışınızın şekillenmesinde önemli roller oynadı?

Kübizm ve Ekspresyonizm gibi estetik normlara meydan okuyan sanat akımları benim için erken yaşlardan itibaren çok önemliydi. Ama aynı zamanda toplumla ilgili sorularda, DADA, Fluxus ve Viyana Eylemciliği gibi akımlar zekâ kıvraklığı, yeni alanlar keşfetme, sanatın ta kendisine saldırma, radikallik yoluyla bende kalıcı bir etki yarattı. Ancak Pop Art’ta olduğu gibi yeniden üretilebilirlik ve tekrarlama gibi unsurlar da çalışmamı etkiledi.

barriere

textum Dergi

https://textumdergi.net

Textum Dergiyi henüz bilmeyen birine nasıl tanıtırsınız?

Textum’un kuruluşunda ve hazırlık aşamasında beraber çalışan ekibi bir araya getiren başlangıç noktasına gitmek gerekirse, söze evvela ODTÜ’den, daha özelde de ODTÜ Siyaset Bilimi Topluluğu’ndan (SBT) başlamak gerekir. Hemen hepimiz farklı düzeylerde birer lisans öğrencisi iken parçası olduğumuz SBT’de birlikte pek çok iş yaptık. Okuma grupları, söyleşiler, atölyeler, sempozyumlar… Bu etkinlikler bizim için birer “akademik faaliyet” olmanın ötesinde başka bir anlama sahipti. Elbette böyle bir işlevi de vardı, akademik anlamda kendimizi ve birbirimizi geliştiriyorduk; fakat asıl olan bir dayanışmayı, bir “fikri” örgütlüyor oluşumuzdu. Bu sebeple SBT, gerek öğrenci temsilcililği tartışmalarında, gerek fakülte ile ilgili sorunlarda, gerek 1 Mayıs’ta hep en ön saflardaydı. Bu topluluğun bir parçası olarak bizler de oradaydık elbette.

SBT bizim için, emek verdiğimiz süre zarfında beraber yaptığımız çalışmalarla bir “öğrenci topluluğu” olmanın ötesinde bir “okul”, bir “ittifak” ve bir tür “örgüt” oldu: Akademik yetkinliklerini emekçilerin ve ezilenlerin lehine seferber etmeye çalışan, kendini bu anlamda hep bir tür taraf olarak gören, düşünce ile pratiğin birlikteliğine inanan bir topluluk. Textum’u da işte böyle bir düşünsel birlikteliğin meyvesi olarak görmek yanlış olmayacaktır. 

Textum’un hayata geçmesinde yer alanlar olarak her ne kadar zamanında bizi bir araya getiren ODTÜ ve SBT olsa da, mevcut kompozisyonumuzun çok daha çeşitli geçmişlere ve deneyim süreçlerine uzanan bir grup öğrenci ve akademisyenden oluştuğunu söyleyebiliriz. Textum ekibinin, ağırlıklı olarak sosyal bilimler alanında faaliyet yürüten, eleştirel düşüncenin farklı okullarından/yaklaşımlarından beslenen ve bu açıdan kendi içerisindeki tartışmayı da sürekli olarak canlı tutan bir ekip olduğunu belirtmek isteriz. Textum’un öznesinin bu mozaik yapısının, kolektif çalışmayı daha da verimli hale getiren bir nitelik taşıdığını da ekleyelim. Bu ekip açısından, birlikteliği sağlayan temel motivasyon ise ana akım düşünsel faaliyetin karşısında toplumsal gerçeklikleri ve sorunları gündemine alan eleştirel düşünceyi öne çıkarmaktır. Yıllar içerisinde paylaştığımız ve birer parçası olduğumuz etkinliklerin hammaddesi de işte bu eleştirel düşüncedir. 

Buradan hareketle, Textum’un dünyayı anlama ve değiştirme ufkuna mütevazı bir katkı yapmak için yola çıkmış, birtakım akademik kaygıları da gözeten ancak esas itibariyle emek mücadelelerini kendisine miras edinen ve harf harf dokuyarak bir adım daha ileri taşınmasına elinden geldiğince katkı yapmayı amaç edinen düşünsel bir egzersiz sahası olduğunu söyleyebiliriz.

Bu dergi projesine başlarken nasıl sorunlaştırmalara, ihtiyaçlara, amaçlara, kaygılara ve duygulanımlara sahiptiniz? Bu projenin kurgulanma ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizlerle paylaşabilir misiniz?

Aslında bu sorunun cevabı, bir önceki soruda tartıştığımız mesele ile de çok yakından ilişkili. Eleştirel düşünceye ve onun örgütlenmesine, hava kadar, su kadar ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Daha önce, yaptıkları işleri bir adım ileriye taşımak isteyen, bunların ötesinde bir arayışın peşinde olan bir ekipten söz etmiştik. Beraber çalışma geçmişi ve deneyimi olan, şimdiye kadar kolektif bir faaliyetin parçası olarak düşünmeye ve üretmeye çabalamış, tartışarak ve yeni sorular sorarak öğrenmeyi alışkanlık edinmiş bir ekipten oluşuyor textum. Böylesi bir faaliyetin bir şekilde hayatına devam edeceğini bilerek ve büyüyerek devam etmesini de isteyerek bu mecrayı kurduk. Bu düşünce ve üretim edimini daha fazla insanla paylaşabileceğimiz, dolaşıma sokabileceğimiz ve elbette benzer motivasyonları taşıyan insanların bir araya gelmesine vesile olmasını umduğumuz bir mecra bu. Dikkat ederseniz Textum’un kuruluşunda yer alan ekibimizi anlatırken bir şekilde aynı zamanı ve aynı mekânı paylaşmış, benzer motivasyonlar etrafında bir araya gelmiş bir “kuşak”tan bahsediyoruz aslında. Bu anlamda Textum, bizim için aynı zamanda bir “kuşak projesi”dir. Birlikte çalışma deneyimimizin yanı sıra, kuşağımızın duygudaşlığına, eleştirel ve düşünsel enerjisine olan inancımızla yola çıktık. Benzer bir motivasyonu taşıyan, benzer dertleri ve istekleri paylaşan, bizim gibi düşünmeye ve üretmeye çabalayan ve ya çabalamak isteyen insanları bir araya getirecek, bu minvalde ortaya çıkan ürünlerin dolaşıma gireceği bir yayın platformu oluşturmak istedik. Tam da böylesi bir arayışın sonucunda, “Bizim de sözümüz var!” demenin bir yolu idi aslında Textum. 

Dergi bu noktaya gelene kadar nasıl sorunlarla karşılaştınız ve bunları aşmak için ne gibi süreçler yaşadınız, çözümler geliştirdiniz?

Açıkçası dergiyi somut bir şekle sokmadan yaklaşık bir sene önce toplantılar yapmaya ve birtakım tartışmaları tüketmeye ihtiyacımız oldu. Ancak, bu tartışmaların seyrinden bağımsız olarak, gerek bir dergi olarak yayın hayatına başlayabilmenin azımsanmayacak bir iş gücü ve mesai gerektiriyor olması, gerek o dönemin pek çoğumuzun hayatlarında bazı köklü değişikliklere gebe olması sebebiyle bu projenin somutlaşması ve nihayet hayat bulması neredeyse bir yıl kadar zaman aldı. Bu çerçevede Covid-19 salgınının uzaktan çalışma-evde kalma şeklinde ortaya çıkardığı bazı sonuçların ve salgının daha güçlü bir şekilde ortaya çıkardığı olan biteni anlama ve yorumlama ihtiyacının textum’u hayata geçirme konusunda bizlere bir anlamda uygun bir ortam sağladığını ve bir süredir aklımızda olanı uygulamaya dökmek için bizleri dürttüğünü söylersek yanlış olmayacaktır. Salgın sürecinin başından itibaren hâlihazırda birbirimizle iletişim kurmaya ve hem Türkiye hem de dünya akademisinin başta salgına ve onun doğrudan ve dolaylı sonuçlarına olan yaklaşımlarını birlikte takip etmeye devam ediyorduk. Sonuçta, salgın sürecinin olumlu bir çıktısı olarak, önceden planladığımız ancak belli imkânsızlıklar sebebiyle hayata geçiremediğimiz textum, Haziran 2020 itibariyle yayın hayatına başlamış oldu.

Bu süreçte karşılaştığımız başka sorunlar elbette oldu. Özellikle çıkış için planladığımız ilk dosyamızın kapsamındaki pek çok yazı, insanlarla birebir veya toplu bir şekilde görüşmeyi gerektiren içeriklere sahipti. Bu çerçevede salgın dolayısıyla görüşmelerimizi sürekli olarak online bir şekilde gerçekleştirmek durumunda kaldık. Bu durumun, konulara daha derinlikli bir şekilde eğilmemizin önünde birtakım engeller oluşturduğunu söylemek gerekir. Benzer bir şekilde, yayın ekibi olarak gerçekleştirilmesi gereken bütün toplantıların da yine online platformlar üzerinden yapıldığını söylemek gerekir. Bu tür online toplantıların mekânsal mesafeleri aşmak açısından yararlı tarafları olsa da bu toplantıların bir arada, kanlı canlı yapılan tartışmalar kadar verimli olmadığını vurgulamak gerekir. Öyle ki bu röportajı bile internet üzerinden yapmak zorunda kalıyoruz.

Bu tip engellere ve dezavantajlara, yaz aylarının açık havada görüşmeye imkân veren koşullarında, hepimiz aynı anda olmasa da gruplar hâlinde yüz yüze görüşerek ve fikir teatisinde bulunarak çözümler üretmeye çabaladık. Böylelikle, ilk dosyanın imkânsızlıklarının ötesine geçebilen ikinci dosyamızın, düşünsel derinlik anlamında daha zengin bir içerikle oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Elbette ki bu çalışmaları sonraki dosyalarda geliştirmek ve daha da ileriye taşımak niyetindeyiz. 

Son olarak, online dergiciliğin yapısal birtakım problemleriyle de karşılaştığımızı söylemeliyiz. Bunların en bilineni, textum’un veri tabanında bazı durumlarda karşılaştığımız karmaşa halidir. Biraz daha açacak olursak, bazı sabahlar bir uyanıyoruz ki site içerisindeki metinlerin şekli bozulmuş, sırası kaymış ve buna benzer sorunlar oluşmuş. Ayrıca, kimi zaman siteye erişim kesilmiş olabiliyor. Bunlar esasında yukarıda da belirttiğimiz gibi online dergiciliğin teknolojik imkânlara içkin problemleri. Neyse ki zamanında yapmış olduğumuz bir takım yedekleme işlemleri bu gibi durumlarda imdadımıza yetişiyor ve bu tip küçük ancak can sıkıcı problemlerin üstesinden gelinebiliyor.

Dergi bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

Bu gerçekten çok güzel bir soru. Bir dergi veya benzeri bir yaratım sürecinin belki de en önemli getirisi yolda bulunanlar ve daha bulunacak olanlardır. Bu noktadan hareketle, textum bu noktaya gelene kadar yolda bulduğumuz ilk (ve belki en güzel) şeyin yeni çalışma arkadaşları olduğunu söylemeliyiz. Temellerinin ODTÜ’de SBT etkinliklerinde atıldığını söylediğimiz textum’un, hazırlık sürecinden bu yana pek çok insanı bu çalışmanın bir parçası haline getirdiğini söylemeliyiz. Bu çerçevede, yayın hayatına başladığımız anda oluşturduğumuz Textum Meclis, hem yeni fikirlerin tartışıldığı ilham verici bir mecra oldu, hem de her geçen gün genişleyen toplamıyla bizimle beraber yürüyen yol arkadaşlarımızın gücünü arkamızda hissettiğimiz bir yapıya dönüştü. Bizimle benzer duyguları, heyecanları ve düşünsel yaklaşımları paylaşan yol arkadaşları bulduğumuz için çok mutluyuz. 

Öte yandan, bu çalışmayla birlikte, her birimiz yeni ilgi alanları ve deneyimler edinmiş olduk. Öyle veya böyle, bir yayıncılık deneyimi bizimkisi. Çok çeşitli alanlarda tartışmaları izlemek, gelen yazıları okuyup değerlendirmek, çeviriler ve söyleşiler yapmak durumundayız. Hem içerik hem de biçim alanında çok çeşitli bir öğrenme süreci oluyor bu da bizim için. Özetle, yeni çalışma arkadaşlarımız ve giderek derinleşen bakış açımızla gün geçtikçe sağlamlaşacak olan bir yayın pratiğine doğru ilerleme gayesindeyiz. Bu minvalde, ilerleyen sürecin her açıdan yeni kazanımlar getireceğine inancımız tam.

Dergi projesi ve süreci yakın çevrenizde ne gibi etkileşimlere neden oldu? Nasıl tepkiler aldınız?

Genel olarak olumlu tepkiler ile karşılaştığımızı söylemek galiba yanlış olmaz. Özellikle yayımladığımız ilk dosyadan itibaren, başta akademik çevremiz olmak üzere, bizi yüreklendiren ve mutlu eden geri dönüşler aldık. Bunun yanında, yaptıklarımızdan ilham alan ve ortaya koydukları çalışmalarla textum’u büyütmek isteyen arkadaşlardan yeni yazılar aldık ve yayımladık. Bu sürecin en önemli çıktısı eleştirel pratiğin düşünsel sahada örgütlenmesine katkı sağlamış olmamızdır. Özellikle ikinci dosyamızla birlikte, halihazırda içerisinde bulunduğumuz bir kurumsal yapı olarak üniversiteye içeriden yönelttiğimiz eleştiriler, pek çok arkadaşımızın takdirini topladı. Bizleri cesaretimizden dolayı tebrik ettiler ve geleceğe daha umutla bakmamızı sağladılar.

Gelecekte hangi doğrultuda ilerlemek istiyorsunuz? Hangi amaçlara sahipsiniz?

Şimdiye kadarki kısa yayın hayatımızda ürettiklerimiz ve geri dönüşler yukarıda saydığımız hedefler doğrultusunda fena bir iş çıkarmadığımızı düşündürüyor. Bu doğrultuda çalışmaya ve üretmeye devam etmeyi, daha fazla insanın bu mecranın bir parçası olarak hissetmesini ve katkı yapmasını isteriz. Yayıncılık yapmanın, bir yayın platformu kurmanın kendisine içkin motivasyonu, doğal olarak ortaya koyduğunuz ürünlerin dolaşıma girmesi, okunması, tartışılmasıdır. Şimdiye kadar belirli bir okur kitlesine ulaştığımızı, yaptığımız işlerin farklı çevrelerde dikkat çektiğini ve artan bir ilgiyle karşılandığını görüyoruz. Elbette, çok genç, yeni kurulmuş bir dergi olarak yolun oldukça başındayız. Temennimiz bu ilginin devamlılığını sağlamak, daha fazlasını yaratmak ve bunu hak edecek işlerin altına imza atabilmek. 

Bundan sonraki süreçte de akademik, politik, toplumsal ilgileri ve dertleri olanların, bu minvalde söyleyecek sözü olanların, oluşturmaya çalıştığımız bu tartışma platformuna katkı sunması en büyük temennimizdir. textumun kapıları eleştirel toplumsal düşünceye katkı sunmak isteyenlere ardına kadar açıktır. Bu çağrı elbette öncelikli olarak kendi kuşağımıza yönelik bir çağrıdır. Çağımızın toplumsal krizlerinin yıprattığı, umutsuzlaştırdığı genç kuşağın kendini ifade edebileceği, tartışabileceği ve tam da sözü edilen toplumsal krizlere dair söz söyleyebileceği bir mecra bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç haline gelmiştir. Dolaysıyla bu tip mecraları yaratmak ve genişletmek textum açısından en temel hedeflerden biridir. 

Yayıncılık faaliyeti açısından düşünüldüğünde ise, zamanın hepimizi dijital mecralara yönlendirdiği gerçeğini hatırlamakta fayda var. Matbu yayının giderek daha seyrek başvurulan bir yöntem haline gelmesi textum gibi dijital platformlara olan ilgiyi artırmaktadır. Fakat dijital yayın yapmanın tek başına okuyucuya ulaşmayı sağladığını düşünmek yanlış olur. Burada üretilen çalışmaların niteliği oldukça önemli hale gelir. textum açısından bir diğer temel hedef de düşünsel, entelektüel açıdan nitelikli içerikler üretmektir. Dolayısıyla geleceğe ilişkin hedeflerimizden söz edildiğinde hem yaptığımız çalışmaların kolektif devamlılığını sağlamak hem de üretilen içeriklerin niteliğini artırmak istediğimizi vurgulamak isteriz.

Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Benzer işler yapmak isteyenlere tavsiyeleriniz neler olur?

Daha önce söylediğimiz gibi, bu uzun bir yolculuk, biz henüz bu yolun çok başındayız ve attığımız her adımda yeni şeyler öğreniyoruz. Bir hata değil bu belki ancak, sözünü ettiğimiz bir yıllık erteleme olmadan da bu işe girişebilirdik. Bu anlamda, bir “keşke” olarak kabul edilecekse eğer, keşke daha önce girişseydik bu işe, diyoruz. Öte yandan, iş yapmanın kendisinin önümüze koyduğu birtakım güçlükler var elbette. Daha evvel birlikte veya ayrı ayrı irili ufaklı çeşitli yayın işlerinde çalışmış olsak da derli toplu bir dosya çalışması ortaya koymanın ne kadar zorlu bir süreç olduğunu öğreniyoruz. Bu anlamda ilk dosyada yaptığımız hataları, ikincisinde yapmamak için elimizden geleni yaptık. İlerleyen çalışmalarda bu hataları giderek azaltacağımıza inanıyoruz.

Projeye dair belli güçlükleri aşmaya yönelik olarak herhangi bir dayanışma çağrınız var mıdır? 

Buna “güçlük” demek ne ölçüde mümkün, bilinmez; fakat bir dergi açısından en önemli başarılardan biri kendi okur kitlesini yaratmak olurdu herhalde. Biz de bu doğrultuda, daha çok okunmaya, paylaşılmaya yönelik bir çağrımızı her daim tekrarlıyoruz. 

Son olarak neler söylemek istersiniz? (Serbest alan)

Davetiniz için çok teşekkür ederiz. 

Dolmuş’a başarılar diliyoruz, yolunuz açık olsun!

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

Utancı Defet!

Utancı Defet!

2020

Tuval üzerine Regl Kanı

Başlık yeterince açık ve kelimelerinin birebir anlamıyla anlaşılmalıdır. Bu bir davettir!

Resimde yüzünüzü kızartan herhangi bir şey var mı? Resimde sizin için utançla ilgili bir şey var mı? Hayır mı? Harika! Benim oraya varmam biraz zaman aldı – eğer halihazırda varabilmişsem!

Şahsen kıl, mastürbasyon ve menstruasyon hakkında utanç hissederdim? Bu tabloyu yapmama neden olan, regl kanıma karşı duyduğum utançtı.

Bu utancın kökenini uzun zaman önce aklıma gelen bir düşüncede görüyorum: “Menstruasyon sırasında beni yalayan insanlar oldu, ancak oral seks sonrası aldığım birkaç öpücüğü saymazsak regl kanımın tadının neye benzediğine dair bir fikrim yoktu. Ve sonrasında bir rahatsızlık hissinin geldiğini hatırlıyorum. Ve işte oradaydı: “UTANÇ”.

Kahretsin! Bu insanlar benim kendi vücut sıvımı benden daha fazla kabul ediyor gibi görünüyor. Bunu istemiyorum! Sonra kendime şu soruyu sordum: bunu nasıl değiştirebilirim?

İlk Fikir: Elbette deneyerek. Bir dahaki sefere regl olduğumda adet kabımı çıkardım, ona baktım, parmağımı batırdım ve tadına baktım. Kanlı ve aslında gayet iyi. İlk adım tamamdı.

Daha sonra, tesadüfen regl kanıyla ilgili, onunla nasıl daha iyi bir bağlantı kurabileceğime dair fikirlerle dolu bir web semineri buldum. Beni yakalayan fikirlerden biri de resim yapmaktı!

Bu yüzden eczaneden her günün kanını ayrı ayrı depolamak için damlalıklar aldım ve bir süre sonra ilk tabloyu yaptım.

“Lanet olsun utanca” ön aşamasından hemen sonra, daha fazla boya üretmem gerekene kadar birkaç resim daha yaptım ve ardından ilginç bir his ortaya çıktı:

Regl olmak için sabırsızlanıyordum! Ve şaşırtıcı bir şekilde, sadece uzanarak ve adet görerek kendimi üretken hissettim. İşte bunu seviyorum!

Ve resim yaparken, yerde beni pek rahatsız etmeyen tamamen kanlı bir karmaşa vardı. Bu aradığım bir gelişimdi!

Bu tabloyu oluşturmak için kullandığım birkaç şey: kağıt, kanım (bir adetin her günü farklı bir kapta saklayarak), su ve fırça. Renklerdeki çeşitlilik, günden güne farklı tonlardan ve karıştırıldığı su miktarından kaynaklanmaktadır. Boyadıktan sonra renkler zamanla biraz değişti. Ve merak edenler için kokmuyor – gerçekten yaklaşırsam ve derin nefes alırsam, toprağımsı bir koku alabilirim.

İngilizce aslından çeviren: Tevfik Hürkan Urhan 

Maria Landmesser

Yok Oluş

Tevfik Hürkan Urhan

Bölüm 1

Korhan evinin penceresinden dışarıyı kesiyordu. Evi, Sakarya Caddesi’ni tam cepheden gören bir konumdaydı. Dolayısıyla tüm hengâmeyi gözlemleyebilmek için en doğru yerlerden birindeydi. Bilim insanlarının tam yirmi sekiz gün sonra Dünya’ya bir göktaşının çarpıp insanlığın sonunu getireceğini ilan etmelerinin üzerinden on üç gün geçmişti. 

Korhan için son zamanlarda işler pek de iyi gitmemişti. Neredeyse bir yıl boyunca varoluşu düşünmüş ve kendince onu aramıştı. Bir yılda geldiği noktada hiçbir yere ulaşamamış, kaderine sövüp dururken televizyondan haberi almıştı. Ona varoluşun sırlarını açıklamayan kaderi, bizzat “yok oluşun” kendisini armağan etmişti.

Korhan haberleri aldıktan sonra üzülmek bir yana içten içe sevindiğini fark etti. Bu göktaşı kaos, isyan, yıkılan paradigmalar, özgürlük ve yok oluş vaat ediyordu. Tüm bunlar Korhan için uygundu ve hoş gelmişti. Kronik olarak intiharın eşiğinde olan bir adam ancak bu kadar yaşama sevinciyle dolabilir ve sevinebilirdi. 

Haberleri alışından itibaren içine gömüldüğü düşüncelerinden sıyrılıp dışarıya bir göz atmak aklına geldiğinde epey bir zaman geçmişti. Acaba insanlar bu durumu nasıl karşılamıştı? Pencereden dışarı baktığında dehşete düştü. Hayat olağan akışıyla devam ediyordu. 

İnsanlardan umudu çoktan kesmişti ama bu kadarı onlar için bile fazla diye düşündü. Yirmi sekiz gün sonra ölecek olan biri nasıl hala işe gidip gelebilir? Henüz göktaşından haberleri yoktur belki veya durumun ciddiyetini kavrayamamışlardır diye düşünüp rahatlattı kendisini. “Hele biraz daha zaman geçsin bakalım” dedi içinden. Hala her şey “normalken” çıkıp yemek, su ve sigara almalıydı ve öyle de yapmıştı. 

Fotoğraf: Emrah Özdemir

Bölüm 2

Şimdi, aradan on üç gün daha geçtikten sonra, Korhan göktaşını ve yok oluşu daha akl-ı selim tahayyül edebiliyordu. Oturmuş, gene her zamanki gibi pencereden Sakarya Caddesini izliyordu. İnsanlar da durumu idrak etmeye başlamıştı ve dolayısıyla kaos kendini hafiften hissettiriyordu. 

Hala rutinlerinden çıkmayan insanlar da yok değildi hani. Örneğin hala polisler biricik devletlerinin çıkarlarını koruyorlardı, politikacılar itidal çağrıları yapıyordu ve din vaizleri kıyametin geldiğini ilan edip ibadete çağırıyordu. Fakat bu kimseler dışında herkes kendini kaosa ve yok oluşa teslim etmişti. 

Korhan dışarıda büyük bir ateşin etrafında dans eden, içen, söyleşen, eğleşen ve sevişen bir topluluk görüyordu. “Adeta eski direniş günleri gibi” diye geçirdi içinden ve evden çıkıp sanki tek ve büyük bir organizmaymış gibi devinen kalabalığa kendini teslim etti. 

İçti, dans etti, gülüştü, bir daha içti, muhabbet etti, muhabbeti sevdi, hoşlandı, sevişti, ayıldı, yükseldi… Ve düşündü uzun uzun… Dünya çok kısa bir süre sonra yok olacaktı. Bu sayede belki de hayatının en mutlu gününü yaşıyordu. Bu garip sayılabilecek duruma baktıkça kendini özel hissediyordu.  Oysaki, şöyle hızlı bir gözlemle çıkarılabileceği üzere diğer insanlardan pek de farklı sayılmazdı. İnsanların çoğunluğu bir süre sonra yok olacaklarının gayet farkındaydı. İşin ilginç yanı bazı kendini bilmez paranoyaklar hariç daha mutluydular. Bir anda zincirlerinden kurtulmuşlardı. Gelecek kaygısı, sorumluluklar, kompleksler, ahlak, devlet, güvencesizlik kısacası tüm baskı mekanizmaları anlamsızlaşmıştı. Oluşumları yüzlerce yıl alan bu mekanizmaların birkaç haftada yıkılıp gitmesi Korhan’ı zevkten dört köşe ediyordu. Son bir nefes çekip sigarasını öldürdü.

Günler akıp gidiyordu. İnsanlığın sonu hızla yaklaşıyordu. İnsanlık belki de avcı toplayıcı dönemlerinden beri en mutlu dönemini yaşıyordu. Biraz düşünebilenler insanlığın bunca zaman kendini nasıl acı çekmeye mahkûm ettiğini sorguluyordu. Cevap bulamıyorlardı. Göktaşı, idamlık bir mahkûmun son dileğini yerine getiren bir cellat gibiydi. İnsanlığın son dileği olan özgürlüğü onlara vermişti. Fakat bu, infazın gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyordu. Göktaşı bir giyotin kadar somut, yok oluş bir devrim kadar kaçınılmazdı. Ölüm ise kafaya takmaya değmeyecek kadar yakın. 

Göktaşı iyice yaklaşmış ve kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği kadar güzel bir manzara yaratmıştı. Çarpışmaya son üç gün kalmıştı. Dünya neşeye boğulmuş durumdaydı. Korhan yavaştan yok oluşu nerede ve nasıl karşılayacağını düşünmeye başlamıştı. Kesinlikle kalabalık bir yerde olmasını istiyordu. Diğer insanların son anlarını görmeliydi. Uzansa mıydı, yoksa ayakta mı olsaydı? Ne giymeliydi üzerine? Kafası güzel mi yoksa ayık mı olmalıydı? Tüm bunlara hemen karar vermesi gerekiyordu. Öyle alelade yok olamazdı. Peki ya son sözleri ne olmalıydı? “Aman Tanrım, ne kadar fazla yapacak şey var” diye söylendi Korhan. 

Fotoğraf: Kubilay Öztürk

Bölüm 3

Korhan uyumak ve planlanması gerekenleri ertelemek için evinin yolunu tuttu. Apartmanın kapısından evine kadar olan merdivenlerden çıkarken kafası allak bullaktı. Kapısının önünde biri uyuyordu. Onu uyandırmadan eve girmeye çalışırken tanıdı Yasemin’i.  Yasemin, Yasemin, Yasemin. Gökte aranırken yerde bulunmuştu her zamanki gibi, paspasta kedi gibi kıvrılmış yatıyordu. Korhan onu uyandırmak için hamle yaptığında içten içe bir rahatsızlık ve huzursuzluk hissetti. Göktaşı yaklaştığından beri ilk defa böyle hissediyordu. 

Bir an için Yasemin’i uyandırmayıp hayatına kaldığı yerden devam etmeyi düşündü. Fakat vicdanının sonrasında rahat etmeyeceğini fark edip, bu düşünceyi bilinçaltının derinliklerine geri yolladı. 

-Yasemin, Yasemin! Uyan hadi hasta olacaksın.

– Dur bir saniye (gerinip, esner). Korhan, sensin di mi bu! Ha, ha! Kelleşmiş ve çok zayıflamışsın zor tanıdım. 

– Yılların sana da pek şefkatli davrandığı söylenemez. Yaşlanmışsın.

– Korhancım yaşlanmak bireysel bir karar alıştır. Kimisi ellisinde yaşlanır, kimisi ise senin gibi yirmisinde. Yav Korhan, üniversite ikinci sınıfta yaşlanır mı insan? Bense ellisine geldiğim gün yaşlanacağım.

– Yasemin, geçen yıllar seni yaşlandırmış mı emin değilim fakat gördüğüm kadarıyla acımasızlığını oldukça beslemiş. Biraz dur be canım, ilk dakikadan gömme.

– Ayy evet ya, gene patavatsızlık yaptım değil mi? Ama uyku sersemiyim be, gelmek bilmedin. İçeri buyur etmeyecek misin beni?

– Pardon, dalmışım. Geç içeri hadi.

Böylece Yasemin ve Korhan eve girdiler. Korhan şaşırmış ve afallamıştı.   

“Demek yaşadığın yer burası ha, konumu baya iyiymiş.” diye başlattı Yasemin ikinci tur sohbeti.

  • Fena değil şehrin merkezinde yaşamayı seviyorum.
  • Evin içi de fena değilmiş, beğendim.

“Sağ ol” dedi Korhan. Yasemin yeni bir soru sormadı veya yeni bir muhabbet açmadı. İşte o anda, oluşan bu sessizlik anında Korhan, sohbetin var olmasını sağlayan öznenin Yasemin olduğunu anladı. Korhan oluşan bu can sıkıcı sessizliği bozmaya karar verdi. Fakat bir sorun vardı. Korhan’ın aklı bomboş bir tahtaya dönüşmüştü. Aklına sessizliği bozacak hiçbir şey gelmiyordu. 

Bozulmayan sessizlikler büyür. Büyüdükçe gerginlik artar. Gerginlik arttıkça panik olunur. Panik olundukça söyleyecek bir şey bulmak iyice zorlaşır. Bu böyle bir kısır döngüdür. Korhan bunu tecrübe ediyordu. Uzunca bir süredir karşılıklı susuluyordu. İyice gerilen Korhan tüm dikkatini toplayıp bu durumu sona erdirmeye karar verdi. Korhan kendini zorlarcasına düşündü: “Ne söyleyebilirim, ne söyleyebilirim?” Göktaşı!” 

İşte tam bu “evreka” anında, Korhan Yasemin’i gördüğünden beri yaşadığı sarhoşluktan sıyrılıp yok oluşa sadece üç gün kaldığını hatırladı. Yasemin aklını başından almış, göktaşını tamamen unutmuştu. Sonunda acemice sessizliği bozdu. “Yaşlanma konusunda daha fazla endişelenmemize gerek yok bu arada, en iyi ihtimalle üç gün daha yaşlanabiliriz.” Yasemin bu damdan düşercesine yapılan saptamayı anlamakta zorlanmıştı. 

-Ha sen, göktaşını diyorsun. Ben ona inanmıyorum ya.

-Nasıl yani?

-İnanmıyorum işte bayağı.

– O ne demek yav, öyle şey mi olur? Aha orada tam tepemizde görünüyor işte.

– Ben inanmıyorum, inanmak zorunda mıyım? Nasıl inanmazsın diye sorgulayamazsın ki insanları. İnanmak zorundalar mı? Öyle saçma şey mi olur. Benim atoma inanmayan arkadaşım var, hatta bunlar üç kardeşler. Küçük olanı da zamana inanmıyor. Öteki ise enflasyona inanmıyor.

– Enflasyon mu?

– Aynen enflasyon. Ben de kabul ediyorum bak bunu. Atoma veya zamana inanmamak tamam da enflasyona inanmamak bayağı güç. 

Ve yeniden sustular. Yeni bir sessizlik oluşmasına tahammül edebilecek durumda olmayan Korhan, lafı dolandırmadan hemen sadede geldi.

-Neden buradasın Yasemin?

– Hani insan Tanrı’ya inanmadığı halde ne olur ne olmaz diye dua eder ya, işte ben de o hesap, göktaşına inanmadığım halde hayatta değer verdiğim insanları görüp vedalaşıyorum.

-Yani, tecahül-ü arif?

-Hayır, daha çok hüsn-ü talil.

Korhan çok bahtiyardı.  Yasemin’in onu gerçekten olduğu gibi sevdiğini, değer verdiğini yok oluştan hemen önce, bir kez daha tecrübe etmek paha biçilemez bir şeydi. Yasemin kendi tarzında bunu söylüyordu ve gösteriyordu. O geceyi birlikte geçirdiler. 

Sabah kalktığında Yasemin’in gittiğini anladı Korhan. Zaten bunu bekliyordu, aksi daha zordu. Yasemin bir not bırakmıştı: “Görmem gereken başka insanlar da var. Sevgiyle kal.” Korhan artık aradığı huzuru da tam anlamıyla bulmuştu. Açıkçası artık varoluş da yok oluş da umurunda bile değildi. Yok oluşun ve varoluşun ötesine geçmişti. Kendini Epikür gibi hissediyordu. Ve neden öyle hissediyordu en ufak bir fikri bile yoktu.  Hep yok oluşa yaklaştıkça Nietzsche gibi hissederim sanıyordu oysa ki. Epikür nereden çıkmıştı şimdi. Bu hissi takip edip yok olana kadar Epikür’ün felsefesi üzerine okumaya karar verdi. Böylece nasıl yok olacağına da karar vermiş oldu.

Fotoğraf: Barış Pekçağlıyan

Bölüm 4

Korhan evde uzunca bir süre düşünceleriyle kaynaştı, zihni çok açıktı ve düşünceler adeta beynine üşüşüyordu. O kadar hızlı, açık ve cüretkâr düşünüyordu ki; birbiriyle yıllardır bağdaştıramadığı iki düşünce arasındaki köprüyü bir anda keşfediyor veya yıllardır olumladığı bir düşüncenin eksik yanını “şıp” diye görebiliyordu. Yasemin ona iki şey bırakıp gitmişti: huzur ve hüzün. Bu ikili Korhan’ın beynini hareketlendirmişti. Kafasını kaldırıp saate baktığında, “evet” dedi. “Zaman tamam.” Yok oluş artık kapıdaydı. En sevdiği kıyafetlerini giydi. En sevdiği üç-beş kitabı çıkarıp çantasına koydu. Çantaya bir şişe viski ve bir miktar sigara koydu. Artık hazırdı ve evden çıkıp yok oluşa hoş geldin diyebilirdi.

Apartmanın kapısından çıkan Korhan sanki bir festivale adım atmıştı. O kadar kalabalıktı ki, adım atacak yer yoktu. Korhan’ın keskinleşen zekâsı hemen insanları ve onların son saatlerini incelemeye koyuldu. İnsanlar göktaşını yılbaşını bekler gibi bekliyordu. Çoğu insan yok oluşu diğer insanlarla beraber karşılamak için bir araya gelmiş ve bu büyük kalabalığı oluşturmuşlardı. Göktaşı yaklaştıkça kalabalık büyüyordu çünkü insanlar yalnız ölme fikrine tahammül edemiyor, beraber ölmek istiyorlardı. Korhan bir türlü karar veremiyordu bu insanlar ölümden mi korkuyordu yoksa yalnızlıktan mı? Ölümden en çok korkanlar için bile, herkes aynı anda ölünce sanki ölüm eskisi gibi korkulacak bir durum olmaktan çıkıyordu. En azından Korhan’ın sezgileri bu yöndeydi. Bu durumda insanlar yalnızlıktan korkuyor olmalıydılar. 

Fakat hemen göktaşı mevzusundan önce süregiden yaşamı hatırladığında aslında durumun görünenden bir miktar daha karışık olduğunu anladı. O kadar yalnız ve sevgisizdi ki insanlar o iğrenç sistemin içinde yalnızlıktan korksalar, böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih etmeleri gerekirdi.  İnsanlar ölümden mi yoksa yalnızlıktan mı korkuyor da, yok oluştan hemen önce, bir araya gelme ihtiyacı hissediyorlar ikilemi Korhan’ı zorluyordu. İkilemi bir sentezle aştı: İnsanlar yalnız ölmekten korkuyorlardı. Diğer bir ihtimal, bu mevzunun Korhan’ın anlayabileceğinin çok ötesinde bir mevzu olmasıydı. Tüm bunları düşünürken çok bunaldı Korhan. 

Sık sık hissettiği insanlardan uzak olma isteğini ruhunun ve beyninin en derinlerinde hissetti. Yapamayacaktı Korhan, olmayacaktı. O kadar sevmiyordu ki insanları, son bir ayda yaşadıkları dönüşüm bile onları Korhan’a biraz olsun sevdirmeye yetmiyordu. Son bir haftadır planladığı insanların son anlarını gözlemleme planını bozması bir dakikadan az sürmüştü. Yeni planı doğaya gitmekti ve yok oluşu orada, doğa ananın kollarında karşılamaktı. Ankara’da doğa ana ile buluşabileceği tek bir yer vardı. Böylece ODTÜ ormanlarına doğru yola koyuldu. Acaba daha ne kadar süre vardı? Hava kararmaya başlamıştı. Göktaşının çarpacağı gün belliydi fakat saat konusunda kimse açıklama yapmamıştı. Korhan en azından ormana girebilmeyi umuyordu çarpışmadan önce.

Göktaşına bakıp kalan süresini kestirmeye çalışıyordu. Ama anlamak mümkün olmuyordu. Bu tedirginlik içinde koşar adım ulaşabildi doğa anaya. Onu büyük çam ağaçları ve mis kokulu hafif nemli toprak karşıladı. Korhan minnettar ve bahtiyardı. Oturdu saygılı bir şekilde toprağa. Viskisini çıkartıp bir yudum aldı. Cigarasını çıkarıp yakmak istedi. Yakamadı. Çünkü yanına çakmak almayı unutmuştu.

Fotoğraf: Kubilay Öztürk

Bölüm 5

O an içinden ağlamak geldi Korhan’ın. İçinde bulunduğu durum, gerçekten ama gerçekten çok can sıkıcıydı. Tekrar soğukkanlı haline dönmesi için çabalaması gerekti. Bunu başardığında kalkıp turlamaya başladı ormanın içinde. Çam ağaçlarının altında son doğa yürüyüşünü yaptığının gayet farkında olarak gölete doğru ağır ağır yürüdü. Gölete yaklaştığında önce çıtırtılar duydu, sonra bu çıtırtıların bir ateşten çıktığını anladı, daha sonra ateşi gördü, daha da sonra ateşin başında uzun beyaz sakallı adamı gördü, en sonunda onun yanına oturdu.  

-Amca, ateşin var mı?

– Var, buyur.

– Oturabilir miyim yanında, son anlarını mahvetmeyeceksem.

-Otur. Tanrı misafirisin sen.

– Alır mısın bi nefes?

– Olur.

– Ben Korhan.

– Memnun oldum. 

– Ateş yakmak çok iyi fikirmiş amca. Üşürdük yoksa.

– Öyle.

– Hep mi böyle sessizsindir yoksa bugüne mi özel amcacım?

– Özel günlerde susarım.

Amcanın soruları kısa cevaplarla savuşturmasından hareketle Korhan adamcağızın son anlarını huzur içinde geçirmek istediğini anladı. Korhan’ın da tam olarak istediği buydu: huzur içinde yok olmak. Sustu ve adamı rahat bıraktı. Fakat yaklaşan ayak sesleri, tam da yeni yeni hüküm sürmeye başlayan sessizliği bozdu. Halbuki uzun süredir ilk defa bir sessizlik Korhan’ı rahatsız etmiyordu. Bu yaşlı adamın yanında Korhan rahatça susabiliyordu. Keşke daha önce bu amcayla tanışsaydım, çok şey öğrenebilirdim ondan diye geçirdi içinden.  

Korhan kafasını seslerin geldiği yöne çevirdiğinde biri kadın biri erkek iki kişinin yaklaştığını gördü. Sonrasında, Korhan ve yaşlı adamdan izin isteyip oturdular yanlarına. Onlardan sonra farklı yönlerden gelen iki üç kişi daha aynı yere oturdu. Küçük bir grup oluşturmuşlardı böylelikle. Anlaşılan yalnız ölme fikri, burada da, doğa ananın koynunda da insanlara katlanılmaz gelmişti. 

Yeni kişilerin katılımıyla orta ölçekli denilebilecek bir arkadaş grubuna benzeyen toplam sessizce bekliyordu. Herkes artık göktaşının korkunç büyüklüğünden hareketle son dakikalarını yaşamakta olduklarını anlıyor, kimse konuşmuyordu. Sessizlik büyüyordu. Korhan biliyordu ki bozulmayan sessizlikler büyür. Bunu istemiyordu. Bozdu hemen sessizliği: 

-Evet, arkadaşlar! Son sözlerinizi alalım.

Kimisi bir şiir söyledi, kimisi alıntı yaptı, kimisi küfür, kimisi de dua etti. Yaşlı adam sadece gülümsedi ve susmaya devam etti. Sonra gruptan biri Korhan’a senin nedir son sözün diye sordu. Derin bir nefes alan Korhan, önündeki viskiyi fondip yaptı ve çantadan üstünde Epikür resmi olan kitabı çıkarıp önündeki ateşe attı. “Ben varken ölüm yok, ölüm olduğunda da ben olmayacağım” dedi.

Sözlerini tamamlar tamamlamaz göktaşı dünyaya çarptı. Büyük bir gürültü koptu. Bir toz bulutu dünyayı adım adım kapladı ve ardında hiçbir şey bırakmadı. Çok hızlıydı. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Kimse acı da çekmedi. Herkes öldü. Bir kişi hariç. Korhan yaşıyordu. Ona hiçbir şey olmamıştı. Yok olmayı bile becerememişti. 

Fotoğraf: Barış Pekçağlıyan

Tevfik Hürkan Urhan 

2015 / 2016 Kışı, Ayrancı-Ankara

Görsel Tasarım: İlkin Taşdelen

Fotoğraflar: Barış Pekçağlıyan, Emrah Özdemir, Kubilay Öztürk

Türkçe Redaksiyon: Aliye Burcu Urhan