G-7YN0JE445C

Oku

Acayip Şeyler Gazetesi

2023 yılı Kasım ya da Aralık ayında Ankara’dan bir arkadaşımla önce Kahramanmaraş’ın Nurhak ilçesine oradan da Antakya’nın Bohşin köyüne gittik. Bu yolculuğumuzda amacımız 2022 yılında gerçekleşen Kahramanmaraş merkezli depremden etkilenmiş bölgelerdeki çocuklarla buluşmak ve atölyeler yapmaktı. Birazdan okuyacağınız hikaye bu yolculuğun bir hediyesidir. Bu hikayeyi bir gün Türkçe’yi çok az bilen Bohşin çocukları için Arapça’ya tercüme ederek dağıtmak hayalimdir. O zamana kadar dünyada herhangi bir noktadaki herhangi iki arkadaşın kendi güçleriyle yarattıklarına Dolmusch ile bakalım.

Acayip Şeyler Gazetesi

Yeryüzündeki herhangi bir kasabanın herhangi bir bölgesinde Arme ve Mojo adında beraber vakit geçirmeyi çok seven iki arkadaş varmış. Arkadaşlıkları çok küçük yaşlarına uzanıyormuş ve çok uzun yıllar boyunca da sürecekmiş. 

Bir öğleden sonra iki arkadaş oyun oynamak için buluşmuş. Arme’nin bir süredir aklını kurcalayan bir şey vardı. Mojo’nun “Naber Arme?” demesiyle; arkadaşına aklından geçenleri söyledi.

– “Birinin benimle acilen röportaj yapması lazım Mojo.” 

– “Arme, neden birisinin seninle röportaj yapmasını istiyorsun? Ben böyle bir şeye ihtiyaç olabileceğini daha önce duymadım.” diye cevapladı Mojo. 

– “Dünya üzerinde binlerce canlı yaşıyor. Ben hepsini merak ediyorum. Kendimi de onlara anlatmam lazım.” 

– “Dünya üzerinde yaşayan canlılar mı? Bunu daha önce düşünmemiştim. Aslında bakarsan ben sınıfımızdaki arkadaşlarımızı bile çok merak etmiyorum.” dedi Mojo.

– “Niye ki?”

– “Ailem ve seninle kurduğum arkadaşlık yeterince ilginç geliyor bana.” dedi Mojo.

Arme bir süre için cevap vermedi röportaj ile ilgili düşünceler aklına üşüşmeye devam ediyordu.

– “Sinirliyim Mojo. Dünyada röportajı yapılan biri olmak için ya bir icat yapmak ya da önemli biri olmak gerekiyor. Ben 10 yaşındayım. Bir icat yapmam ya da önemli biri olmam için büyüyene dek beklemek istemiyorum. Ve fark ettim ki röportaj yapacağım bir okul gazetemiz bile yok! Koskoca okulda neden kimse gazete çıkartmaz ki?” diye cevapladı Arme. 

Mojo o gün arkadaşıyla ayrılıp eve döndükten sonra konuştukları konular zihninde döndü durdu. Arme’nin diğer canlılarla konuşmayı istemesi ona ilginç geliyordu. O da pek çok şeyle konuşurdu ama bir cevap almayı beklemezdi. Mojo bir anda gözlerini kapatıp Dünya’da yaşayan canlıları hayal etti. Balıklar, baykuşlar, kangurular, timsahlar, kaplanlar… Bir bu kadar da bitki vardı ve hatta gözle göremeyeceği kadar küçük olanlar da… Çok fazlaydılar! 

 Gecenin bir noktasında Mojo aklını uçuran bir fikirle yatağında doğruldu. Arkadaşı için bir okul gazetesi kurabilirdi. Daha önce kimse yapmamışsa da bu onların da yapmayacağı demek değildi ya! Planı kafasında oluşturdu. Gün boyunca sınıflara tek tek girerek okul gazetesi için ekip topladıklarını duyuracaktı. Gönüllü olanlarla okul çıkışında buluşacaklardı. Yazı yazmayı yeni öğrendiği için ona yardım edecek birileri şarttı. Katılanlardan en azından birinin okuma-yazma bilgisi kendisinden iyi olmalı diye düşündü.

Ertesi gün Mojo planının verdiği heyecanla erkenden hazırlandı ve okula vardı. Neşe içinde sınıfa girdi. Arme çoktan sırasında yerini almış, suratından keyifsizlik akar bir halde dışarıya bakıyordu. 

– “Nasılsın Arme?” diyerek yanına oturdu Mojo.

– “Bildiğin gibi Mojo.” diyerek omzunu silkti.

– “Arme sana sürpriz yapacaktım ama görüyorum ki canın epey sıkkın. O yüzden hiç beklemeden dün gece yaptığım planı anlatayım.” dedi Mojo. Arme Mojo’nun anlattıklarını dinledikçe suratındaki ifade mutlulukla yer değiştirdi. O gün okulda tek bir amaçları vardı ve o da dersleri değildi…

Mojo ve Arme gün boyunca her zil çalışında sıralarından fırlayarak başka sınıflara koşuyorlardı. Bunu sınıf öğretmenleri de fark etti. Bir sonraki derste ikisine birden “Sizin bugün neyiniz var?” diye sordu. Çocuklar heyecanla aynı anda yanıtladılar ama öğretmen ikilinin söylediklerinden hiçbir şey anlamadı. O da Arme’den tek başına yanıtlamasını istedi. 

– “Mojo ile okul gazetesi oluşturuyoruz öğretmenim. Teneffüslerde okuldaki diğer sınıflara haber yayıyoruz ki bir ekip toplayabilelim. İlgilenenlerle bugün okuldan sonra sahanın orada toplanıp bu işi başlatacağız!” diye yanıtladı Arme.

Öğretmenleri şaşırdı. “Demek bir okul gazetesi çıkartıyorsunuz ve parçası olmak isteyenleri toplantıya davet ediyorsunuz. Beni de ekibe alır mısınız?” diye yanıtladı.

Mojo ve Arme duydukları cevap karşısında neredeyse çığlık atarak birbirlerine sarıldılar. Bayan Alma onların ekibine katılacaktı! Bu hiç akıllarına gelmemişti. Mojo’nun okuma-yazma konusundaki endişesi oracıkta çözüldü. Epey bilgili bir ekip arkadaşı bulmuşlardı.

Okul çıkışındaki toplantıya dört öğrenci gelmişti. Bunlar Kiki, Jona, Loco ve Keke’ydi. Tabi bir de öğretmenleri Alma vardı. Mojo ve Arme okul gazetesi kurma nedenlerini anlattı. Ekibe katılanların hepsinin gazetede paylaşmak istediği bir konu, kendilerine has bir yeteneği vardı. Bayan Alma bu tanışma ve kaynaşmaya sessiz bir şekilde eşlik ediyordu. 

Çocuklar okul gazetesinin nasıl olacağını tartıştılar. Görev dağılımını Bayan Alma yaptı. Mojo ve Loco çocukların kolay kolay bilemeyecekleri gizemli konuları araştırıp yayınlayacaktı. Kiki, karikatür çizmeyi seviyordu ve okullarındaki gelişmeleri karikatürize ederek anlatacaktı. Jona ve Keke röportajlarla ilgilenecekti. Arme ise insan olmayan varlıklarla konuşma yöntemleri üzerinde çalışacak ve istediği röportajı verecekti! 

Toplantı sonunda çocuklar süper güçlerine kavuşan kahramanlar gibiydiler. En çok sevdikleri konularda çalışıp bütün bir okulla paylaşacakları bir gazete çıkaracaklardı.  

Aradan birkaç gün geçmişti. Arme bir önceki gece rüyasında ağaç gövdesinde yaşayan bir mantarın onunla konuştuğunu görmüştü. Yeşil ve kahverengi dalga şeklindeki bu mantar Arme’ye, “Doğru yoldasın çocuk. Yaptığın şeyleri yapmaya devam edersen bizimle nasıl konuşacağını anlayacaksın.” demişti. Bu rüya komşuları Mo’ya yaptığı ziyaretin etkisiyle olsa da Arme için acayip bir mesajdı. Mojo da gazete için çalışmaya başladığından beri kendini şanslı hissediyordu. Çünkü hem yepyeni arkadaşlar ediniyor hem de Dünya’da bilmeye değer acayip şeyler olduğunu öğreniyordu. Mesela her canlı dünyayı kendi gözlerine göre görüyor hiçbir canlı tam olarak aynı görmüyordu. Hayvanlar farklı, insanlar farklı, bakteriler, bitkiler ise belki de hiç görmüyordu. Ve terliksi hayvan adında tek hücreli bir canlı vardı! Yok daha neler.

Eve yürürlerken,

 “Acayip bir şey oldu dostum…” dedi Arme. “Rüyamda bir mantar benimle konuştu! İnanabiliyor musun? Komşumuz Mo’nun dediğine göre ben de onlarla konuşmayı başarabilirmişim. Bu konuda söylediği şeyleri tam olarak anlayamasam da biraz daha farklı bir şekilde bunu gerçekleştirebileceğimi söyledi. Mo bir mikolog yani bir mantar bilimci ve evinde mantar odası var. Görmelisin! Küçücük buhar dolu bir odada acayip renk ve şekillerde mantarlar bulunuyor. Dediğine göre mantarların şekilleri güneş ışınlarına göre değişiyormuş ve aynı bizim gibi şekere bayılıyorlarmış.” dedi. 

“Arme, bu çok iyi. Ben de gazete için çalışmaya başladığımdan beri acayip rüyalar görüyorum! Ejderhalar ve yeşil yaratıklarla dolu süper evrenlerde bir şövalye gibi geziniyorum… Gazete için çalışmayı çok seviyorum dostum.” dedi. Kollarını birbirlerinin omuzlarına atarak hiç susmadan yürüdüler…

Çocukların çalışma tempoları günleri hızlı çekime aldı. Ve bekledikleri gün çabucak geldi.  

Bayan Alma o sabah her zaman uyandığı vakitten bir saat daha erken kalkıp gazeteleri almak için matbaaya uğradı. Çocuklar da tıpkı öğretmenleri gibi erkenden kalkmışlardı. Daha doğrusu hiçbiri gece boyunca uyuyamamıştı. Sabahtan kararlaştırdıkları şekilde öğretmenler odasında bir araya geldiler. Ve gazeteleri hep beraber incelediler. 

Gazatenin ilk sayfası yani kapağı her yazılı belge gibi biraz sıkıcıydı. Başlık, tarih ve sayılar vardı. Sayfanın tam ortasında ise Kiki’nin karikatürüne yer vermişlerdi. Bu işleri biraz daha komikleştirmişti. Kiki, gazetenin çıkmasını bekleyenleri upuzun bir kuyrukta çizmişti. Kuyrukta beklemekten fenalaşan, bayılan çocukları revire taşıyan görevliler insan kıyafetleri giyinmiş koca mavi fillerdi! Çocuklar bu karikatüre bayıldılar. 

Kapağın hemen arkasındaki sayfada Mojo ve Loco’nun hazırladığı gizemli ve bilinmeyen şeyler haberi yer alıyordu. Eski Mısır uygarlığına dair iki koca sayfa ayırmışlardı. Piramitler, mumyalanan firavunlar, tanrılara dair bilgi ve çizimlere yer vermişlerdi. Loco altı yaşından beri Eski Mısır’ı biliyor ve son iki senedir de Hiyeroglif dilini yani alfabesi resimlerden oluşan Mısırlıların yazısını öğreniyordu. Hayali bir gün piramitleri ziyaret edip içinde yazanları okumaktı. Mojo da mumyalama tekniği ve Tutankhamun adında kendi yaşlarında bir firavun olduğunu öğrendiğinden beri aklına durmadan şakalar geliyordu. Kardeşlerine Tutankhamun’un zaman yolcusu ikizi olduğunu söyleyebilirdi ya da kendisini tuvalet kağıtlarına sarmalayıp mumya kılığına girerek onları korkutabilirdi…

Sonraki sayfada Jona ve Keke’nin Arme ile yaptıkları röportaj yer alıyordu. Jona ve Keke ustaca sorular sormuşlardı Arme’ye. Röportajdan sonraki sayfada da Arme’nin insan olmayan varlıklarla ilgili çalışması yer alıyordu. Arme mantarlarla yaşadığı macerayı anlatmıştı. Arme’nin Dünya üzerindeki canlı ve cansız varlıklara kendini anlattığı ilk yazısı da gazetenin en arka sayfasında yer alıyordu. Çocuklar gazetenin her sayfasına göz attıktan sonra Arme’nin röportajına geri döndüler. Röportajı çok merak ediyorlardı ve hep bir ağızdan gülerek okudular. Ne de olsa Acayip Şeyler Gazetesi bu fikri sayesinde oluşmuştu. 

Arme ile Röportaj

– Arme bize kendini anlatır mısın?  

-Seve seve! İsmim Arme, 10 yaşındayım ve tüm canlılarla iletişim kurmaya kafamı takmış durumdayım. Ve gerçekten de başarıyorum. İnsanlar dışında mantarlar, taşlar, böcekler, havadaki mikroplar ve uzaydaki yıldızlarla da konuşmak istiyorum. Tıpkı benim gibi bir taş da benimle konuşmak isterse ona anlayabileceği bir cevap verebilmeliyim.

Uzaydaki yıldızlarla konuşmak zamanımı alabilir. Ama bir yerden başlamam lazım değil mi? 

– Vay canına Arme! Peki ya bu canlılarla nasıl konuşmayı düşünüyorsun?

-Aslında bunu hepimiz her an yapıyoruz. Mesela pek çok kişi hayvanlarla konuşuyor. Büyükler ayaklarını sert bir yere çarptıklarında o yerle bağrıştıklarını çok duyuyorum. Ya da bir eşyalarını kaybettiklerinde onunla konuşmaya başlıyorlar. 

Tıpkı bunun gibi ama biraz daha farklı yöntemlerle bunu yapıyorum! Onlarla konuşabilmem için yanlarında olmam, vakit geçirmiş olmam gerekiyor. 

– Peki ne zamandan beri farklı canlılarla konuşuyorsun ve seninle konuşan başka bir canlı var mı?

-Doğduğumdan beri aslında! Ve her gün biraz daha çok varlıkla konuşabiliyorum.

Bitkilerin hem söylediklerimi hem de şarkılarımı anlayabildiğine, rüzgârın benimle konuştuğuna eminim. Çocukluğumdan beri ailemle beraber deniz kıyısında rüzgârı dinleriz, onlar da onu duyduklarını söylüyorlar. Bağırarak ya da dans ederek rüzgarla konuşuyorum. Bazen de odamda otururken dinliyorum. Bana oyun oynamamı ve dans etmemi fısıldıyor. 

– Okulumuzdaki diğer çocuklara ne söylemek istersin?

-Farklı canlılarla konuşma kulübü kurmayı düşünüyorum. Birlikte bu canlılarla konuşabiliriz. Bir de büyükler bizi ormana götürmedikleri sürece bu canlılarla tanışmamız zor olacak. Tabi bakteriler hariç onları tuvalette de bulabiliriz.

– Çok teşekkürler Arme, son olarak bize bugünlerde en sevdiğin şeyi söyler misin?

-Doğum günümde bir büyütecim oldu, harika bir şey. Onunla yağmurdan sonra salyangozların yavaş yavaş hareket edişlerini izliyorum. Çenelerinin altındaki bıyıkları yakından bakınca beni çok güldürüyor. 

Gazetenin öğrencilere dağıtılmasıyla okumayı sevmeyen çocuklar bile sayfaları biraz incelediler. Bu herkes için yeni bir olay olmuştu. Öğrenciler arasında gazeteye katılmak isteyenlerin sayısı bir anda artmıştı. Bayan Alma gazetede görev almak isteyen tüm öğrencilere yer açabilmek için ekibi birkaç ayda bir değiştirecekti. 

Arme, Mojo, Kiki, Loco, Jona, ve Keke gazete için hiç gaz kesmeden çalışmalarını devam ettiler. Kiki bir sonraki sayının karikatür fikrini çoktan bulmuştu. Havalar sıklıkla rüzgârlı ve fırtınalıydı o günlerde. O da rüzgârlı bir günde uçurtmasını uçuran çocukları çizecekti. Rüzgârın bir anda şiddetlenmesiyle uçurtmalar yükselecek ve okulun üzerine bir bulut çekerek hepsini ıslatacaktı!

Arme ve Mojo’ya gelirsek… Arme çalışmalarını devam ettirirken kendisini biyolog ilan etti. Tıpkı onun gibi Ferro adında hayvanlarla ve diğer canlılarla konuşmaya meraklı yeni bir arkadaşı oldu! Mojo ise evlerindeki tozlu ansiklopedileri raflarından indirdi. Her gün sayfaları karıştırıp kimsenin bilmediği konularda bilgiler öğrenip kardeşlerine bunlarla şakalar yaptı.

Esin Metin

Buy Me A Coffee

Yeni Kan: Noesis Collective

“Yaratıcı faaliyetlerin kaynağı ortak, yaklaşım ve yöntemleri farklıdır. Bunlardan birine veya birkaçına odaklanmak, belirli bir alanda yetkinleşip kendini ifade edebilmek için gerekliyken, bu sürecin gerektirdiği zaman ve çalışma, kişileri diğer yöntem ve yaklaşımları deneyimlemekten yoksun bırakabilir. Bu ilgi ve faaliyet alanlarının etrafında sosyal gruplar oluşması vazgeçilmez öneme sahip de olsa, bu grupların zamanla katı ve geçirgen olmayan bir hale gelmesi, daha zengin sosyal ve yaratıcı etkileşimlerin yeterince ortaya çıkamamasına ve bu alanlardan her birinin kendi yankı çemberiyle kısıtlı kalmasına neden olabilir.

Belirli bir yöntem, tür (genre) veya ilgi alanı hakkında derin bilgiye ve tecrübeye sahip birinin, bundan çok farklı, hatta zıt görünen yaklaşımlara sahip alanlarda ortaya koyulanları ve üretilenleri de deneyimlemesi, kişiye kendi konusuyla ilgili daha derin kavrayışlara ulaştırabilecek yeni içgörüler sunma potansiyeline sahiptir. 

Aslında tüm bu farklı üretimler, aynı kaynağa ait farklı insan deneyimleridir. Öyleyse yapılmaya değer olan, bu farklı deneyimleri bir araya getirerek, bir şeyler üretme ve öğrenme yolculuğunu mümkün olduğunca dolaysız ve başka amaçlarla gölgelenmemiş şekilde yaşamaya yönelik, tür ve yaklaşım ayrımı yapmayan ortak alanlar yaratmaktır.” 

Noesis Collective, bu düşüncelerle ve amaçlarla kurulmuş, kâr amacı gütmeyen bir oluşum. Kolektif, faaliyetlerine 13, 14, 15 Aralık 2024 tarihlerinde düzenlediği Noetic Noises Fest #1 ile başladı. Festivalde elektroakustik serbest doğaçlama, akustik folk, deneysel hip-hop, death metal, progresif rock, black metal, kadim halk müziği, kabare rock türlerinde müzik performanslarıyla birlikte resim, heykel ve fotoğraf sergileri yer aldı.Sıradaki etkinlikleri üzerinde çalışmakta olan kolektifin internet sitesi de faaliyete geçti. Bu site aracılığıyla, yazı, görsel gibi çeşitli alanlarda üretilen içeriklerin sunulması ve uzun vadede üretenler arasında iletişim ve işbirliği için kapsamlı bir platform oluşturulması amaçlanıyor. Yayınlanmasını istediğiniz çalışmalarınızı kolektife info@noesiscollective.com adresinden ulaştırabilirsiniz

Festivalin amacı olan farklı disiplinlerdeki sanatçılar arasında etkileşim yaratma düşüncesi, Kıvanç Yılmaz‘ın sergisindeki işlerden birinin black metal sanatçısı Kralizec‘in sahnesinde dekor olarak kullanılmasıyla somutlaşmaya başladı.   

KARA EJDERHA / Noetic Noises Fest

AKDENİZ ERBAŞ / Noetic Noises Fest

DEAD GROAN / Noetic Noises Fest

ELİF YILDIZ / Noetic Noises Fest

SERİM TAĞAR KOÇ / Noetic Noises Fest

Buy Me A Coffee

Kimlikten

Ressam Sinan Hasar, ‘’Biyopolitika Bağlamında Portre Sanatı’’ isimli yüksek lisans tezinde kimlik kavramını derinlemesine araştırarak bu ‘’soyut’’ konuyu onlarca portre ile somutlaştırdı. Onun çizgileri, bireysel ve kolektif kimliklerin kesişim noktalarını ararken, izleyiciyi de kendi benliğini sorgulamaya davet ediyor. Bu röportajda, sanatçının yaratım sürecini, kimlik üzerine düşüncelerini ve resimlerinin ardındaki hikâyeleri keşfe çıkıyoruz.

Neden kimlik fotoğrafı çalışmayı seçtin? Düşünsel ve pratik sürecini anlatabilir misin?

Kendi üretimimde de bir standart belirlemem gerekiyordu. Resim yapınca haliyle insanlar selfie çekip gönderiyorlar ‘beni böyle çiz’ diyenler oluyor. Yeni araba alıp direksiyonda selfie çeken figürün kabarmasıyla ilgilenmiyorum tabi ki! O yüzden kimlik fotoğrafı üzerinden gidebileceğimi düşündüm. Vesikalık fotoğraf dünyanın her yerinde aynı kurallarla çektiriliyor. Böylece konuyu biraz daraltmış oldum ki insanların fantezileriyle çok uğraşmadan istediğim gibi boyayabileyim.

Bu projenin hikayesi nereye dayanıyor? 

Öğrenciyken figür çalışmayı seviyordum. Cebimde çantamda hep küçük suluboyam, defterim olurdu. İnsanları model yapıp hızlıca çizip boyardım.  Seri üretime başlamam 2018 yılının sonunda olmuştu. Yılbaşı’nı geçireceğimiz arkadaşlarımın küçük portrelerini yapmıştım. Hızlıca çok sayıda portre yaptım ve daha sonrasında biraz daha konuyu daraltıp renkleri de sınırlayıp, ifadelere odaklanma fırsatı buldum.

 Daha önceki işlerinden nasıl veya ne şekilde ayrılıyor bu proje?

 İmgelemi sınırlamak durumunda kaldım öncesine göre. Şiirsel bir anlatımdan bütünsel bir eyleme dönüştü bile diyebilirim. İnsan yüzü çok acayip bir hale gelebiliyor.

 Bütün bu süreç, kimlik üzerine düşünmek, konuyla ilişik bir tez yazmak ve portreler çizmek, nasıl bir süreçti içsel anlamda? Proje nasıl şekil aldı ve süreçte senin için mihenk taşları neler oldu?

Tez yazmak resim yapmaktan daha başka bir pratik gerektiriyor. Deneyimlemiş oldum. Havva Altun ile çalışmaya başlayınca hayatıma töz diye bir kavram girdi. Çok şey öğrendim. Portrelere devam etmemi ve yoğunlaşmamı sağlayan da kendisi oldu.

Baştan sona 6 yıl sürdü.  Bu süreçte çok şey yaşandı. Hayatlarımız büyük çoğunlukla değişti, dönüştü. Yaşanan her iyi ya da kötü olayın yansıması olabiliyor tabii. İlk resimler o kadar şiddetli değilken sonraki süreçte bazen vahşileşti boyamam. Sistem vahşi. Çok daha fazla gözetimin, denetimin ve yaptırımın uygulandığı bir dünyadayız. Sürekli kontrol eden, denetleyen, zor kullanan mekanizmalar var. İyi tarafları da varmış gibi gösteriliyor. Rahatsız edici yanları hayli fazla. Proje de buna göre şekil aldı diyebilirim. Alternatif bir eylem olarak düşündüm.

Resimdeki hareketini nasıl etkiledi onlarca portre çizmek? Yüzlerle haşır neşir olmak?

Tek bir konuya yoğunlaşmanın avantajları da var dezavantajları da var. Resmettiğim insanların çoğunu daha yakından tanımış oldum. Birinin yüzünü şekillendirmeye çalışırken saatlerce izlemeniz gerekebiliyor. Tüm bunları yaparken bazı projelerinizi ertelemeniz gerekiyor. Artık daha sabırlı ve sakin biriyim diyebilirim. Sıraya koyabiliyorum yapmak istediklerimi.

Bundan sonraki işlerine nasıl yansıyacak sence bu süreç, işlerinde neleri değiştirecek ve sonraki adımda neler yapmayı planlıyorsun?

Uzun süredir yağlı boya çalışamamıştım. Sulu boyaya göre imkanları daha fazla. Yeni resimlere başladım. Bundan sonrası için söyleyebileceğim sadece resim yapmaya devam ettiğim olabilir. Neler olacak ben de bilmiyorum. Figür çalışıyorum, mekân çalışıyorum. Her ressamın ortak sorunlarına sahibim aslında. İçerik +21 sadece. Yaptıkça göreceğiz.

Sanatçı: Sinan Hasar

Röportaj: Nehir Akfırat

Buy Me A Coffee

Bir Başkaldırı – Vaa

Bir müzik projesi olan Vaa, seste atmosferik elementleri ve şiiri, plastik sanatlar üslubundan etkilenerek ortaya koymayı amaçlar. Hip-hop/rap, post-punk, pop-punk etkilerin duyabileceğiniz parçalarının metinlerinde bulunduğumuz yüzyılı absürt betimlemelerle müziğine konu edinir.

///

hepimizin hayatının en güzel günü 

elimden tut bu cehennemde eşliğimde yürü

tüm gökyüzü inadına ters dönsün 

bırak her şey düşeceği yere düşsün

annemin karnına geri dönüş biletim her şey beni geri göğe itsin

cennet bulutların ayakları altında

şehvet yangını şehri yaksın

çobanlar kurtları otlatsın 

biri suçu üstlensin

içinde yaşadığın bardağın suyu taşsın

okyanus yükselsin

caddeler gerçekle dolup taşsın 

bulutlar yağmura dönüşsün

takvim masalını anlatsın 

tarih tekerrür etsin 

///

///

caddeki bir deliyi bir saniyede anlarım 1 kilometre

öteden kokusunu al

kimselere söylediğim günahlarım, ağzını kapalı tutup

gördüğün tüm imgeleri çal

her gördüğün ağaca sarıldığın gibi sarıl seni savaşa sokan şeye

yaşamaktan 

şaşırarak her şeyine bu dünyanın, her gün tekrar küfrederek 

sevginin tam içlerine dal

gökyüzünden atladığım rüyalarım, tek sebebi katlanmamın 

buna, beni bulacaklar

satırları teker teker sıraladım, gördüğümü konuşurum 

gözlerimde bi tüfek var  

ne yapsamda bi kutuya sığamadım, inan bütün insanların 

söylediğine  kulaklarım sağır

kokusunu aldığım bu çiçeklerin, katili benim bi yanda peşime dolaşan anılar

bir sandalyede dakikanın geçişini izliyorum her şey yerli yerinde ve hızlıca akar

benim olan hiçbir şey yok. Kuş gibi hür olmasam ellerim bedenimi benzinle

yakar

///

Buy Me A Coffee

Çemberle Merkezlenmek – Ayşe Yayla

Çember nedir?

Bu çok katmanlı bir soru, pek çok çeşit çember var ve baktığım yerden hayattaki her bir ilişkilenme, doğum-ölüm-doğum da bir çemberdir. Benim çıraklığını yaptığım çembere dair sevgili Filiz Telek’in kitabından bir parça ile bunu cevaplamam daha yerinde olur. Aynı zamanda kadınlar Şifadır kitabının çember bölümü web sitesinde pdf halinde hediye olarak mevcut. Oradan detaylı olarak da okunabilir.

“Çember pratiği bir ritüeldir. Başı sonu bellidir; çemberi açtığımızda gündelik hayatımızdan ve bilincimizden sıyrılıp, ana ve birbirimize daha yüksek bir farkındalıkla, birlik bilinciyle mevcudiyetimizi sunmayı taahhüt ederiz. Bu ritüelde birbirimizin şahitliğinde büyük gizemin idrakine niyet eder, can kulağıyla dinler, gönül gözüyle şahit olur, kalp diliyle konuşur, doğrunun ve yanlışın ötesinde ilişkilenmeyi ve hakikati araştırırız. Adabıyla pratik edildiği zaman herkese, her şeye şifa olan şefkatli bir kucak, içimizdeki derin bilgeliklere temas etmemizi mümkün kılan bir rahim, bazen de yüzleşmemiz gerekenleri görmemizi sağlayan bir aynadır çember.” Filiz Telek Kadınlar Şifadır, s. 342.

Tam bu noktada soruyu değiştirip Ayşe için çember nedir diye cevap vermek daha çok içime sinecek. Benim için çember, sınırları olmayan bir oyun alanı. Yaşadığımı derinden hissettiğim ve yaşamın güzelliğiyle buluştuğum bir yer. Derin bir dinleme pratiği ve çemberde insanlarla bir araya geldiğimde hem çok derin ve eski, hem de taze ve yeni bir tanışma hali oluyor benim için. 

Çok çeşitli çember pratiği var, günden güne yenilerini öğreniyorum, keşfediyorum ve deneyimleme şansım oluyor. Son zamanlarda en keyif aldığım çember, doğayla birlikte çembere oturmak. Bazen bir ağaçla, bazen evimdeki bir koltukla, bazen seyrettiğim bir bulutla çembere oturuyorum ve bu gündelik hayat pratiğimde bambaşka kapılar açıyor. Yani baya oyun parkı gibi bir şey çember benim için.

Öte yandan, bu yaz yaptığımız bir çalışma inzivasında Nature Councilin ön koşulları ve temel düsturları ile  tanışma şansım oldu. Bunları içselleştirmeye çalıştığım bir dönemin içindeyim. bunlar beni çok heyecanlandırıyor. Council’in kalbini ifade eden temel düsturlara hiç girmeden ön koşulların birkaç tanesinden bahsedeyim:

Öğrenmeye, bilmeye, büyümeye kişisel adanmışlık. 

Öğrenme yolunda başarısız olmaya razı olmak. 

Mana yolu olarak işbirliğine, ortaklığa, topluluğa adanmışlık. 

Temel varsayımları ve inançları sorgulamak için istekli olmak ve araştırma ruhuyla yaklaşmak. 

Sence son zamanlarda insanlar neden çemberlere oturmaya başladılar? Hangi ihtiyacın sonucu bu ortaya çıkar?


İnsanların hem dinlemeye hem de dinlenmeye aç olduklarını düşünüyorum. Görüp deneyimlediğim kadarıyla çemberde bir araya geldikten sonra kendi özgün sesi ile buluşan ve yargısız bir alanda bu özgün sesi dilediği şekilde ifade ederek, tam mevcudiyetle ona şahit olan diğer insanlarla bunu paylaşabiliyor olmak, her şeyin çok hızlı olduğu bu dünyada büyük bir hazine. Öte yandan çok da aşina olduğumuz bir şey, insanlar ne zaman çembere oturmaya başladı diye sorsan ateşin keşfiyle derim. Çemberlere hikayeler geliyor ve bu hikayeler kişisel olsun olmasın, zaman ve mekan algısını değiştiriyor. Hep bahsettiğimiz görünmez bağlarla bağlıyızı görünür kılarken, her şeyin ardındaki yüce ruh, yaradan, boşluk, hiç; her ne dersek diyelim adına, doğrudan orayla temas eden bir şey ve durumun böyle olması insanı çok besliyor. Tabii bir de adabıyla yapınca da, aşırı lezzetli oluyor.

Senin düzenlediğin ilk çember deneyimin nasıldı? 

Bu soru çelişkili bir soru, çemberde buluştuğumuzda her birimiz merkeze eş uzaklıklarda oturan eş birimlere dönüşüyoruz. Bundan dolayı ben de bir çember katılımcısıydım. Çember daveti vermek veya çember öncesi hazırlık nasıl bir deneyimdi diye sorarsan, çok heyecanlı çok meraklı yer yer panik, genel olarak ise aşırı tatmin edici ve sorgulatıcı bir süreç. Neden bunu yapıyorum, neye hizmet ediyor, böyle bir şey yaptığımda nasıl bir etki yaratıyor bunları da sorguladığım araştırdığım bir süreç. Öte yandan çembere çıraklık ederken çok güzel yoldaşlarla çevriliyim. Bu yolda uzun yıllar ve emek vermiş çok güzel dostlarım var. Hazırlık sürecinin benim için en kıymetli yeri de onların kapısını çalıp bu olmuş mu, bu şiiri mi okuyayım gibi benim panikle karışık fazlasıyla heyecanlı hallerime şahitlik edip deneyimlerini, bilgi birikimlerini benimle paylaşıp yol göstermeleri muazzam bir şey.

Çemberlere nereden ulaşabiliriz? Çembere oturmak için neye ihtiyacımız var?

Öncelikle çembere oturmak için sadece istekli olmaya ihtiyacınız var. Bunun dışında bence hiçbir şeye ihtiyacınız yok. Çembere oturanlar bunu anlarlar. Oturmayanlar da oturduklarında anlayacaklardır.

Öncelikle Filiz Telek’in websitesi ve instagram hesabında özellikle kadınlar için çember duyuruları oluyor.
Aliye Burcu Ertunç birbirinden farklı çok güzel çember alanları açıyor, instagram hesabından duyuruyor.
Aybike Savaşır Serdar yine instagram üzerinden duyurduğu çok güzel alanlar açıyor.
Aysu Erdoğdu Miskbay hem cadıların bilgeliğinden hem de kendi web sitesinden çok şenlikli çember davetlerinde bulunuyor.
Emre Ertegün farklı alanlarda çemberler açıyor, bildiğim kadarıyla o da instagram üzerinden duyuruyor. 

Kadınlar Şifadır Platformunda birlikte çalıştığım pek çok arkadaşım da çemberler açıyor ve daha nice can var farklı alanlarda farklı davetler veren, bu liste uzar gider… Kadınlar Şifadır’ın instagram hesabından bu davetlerin bir kısmını takip edilebilir. 

Zaman zaman ben davetler veriyorum ve şimdilik instagram üzerinden duyuruyorum. Bir yandan da websitesi hazırlığındayım, oradan da duyuruyor olacağım.

Çembere dair linkler

http://www.filiztelek.com/

https://www.kadinlarsifadir.com/

https://instagram.com/emre.ertegun?igshid=YmMyMTA2M2Y=

https://instagram.com/filiztelek?igshid=YmMyMTA2M2Y=

https://instagram.com/aliyeburcuertunc?igshid=YmMyMTA2M2Y=

Ayşe Yayla

Röportaj: Ilgın Nehir Akfırat

Allah, AI ve Ben Nasıl Bu Yaz Bir Çizgi Roman Yaptık

Bu yaz, Allah ve AI ile birlikte bir çizgi roman yaptım. Müsaade ederseniz açıklayayım. 

Allah, pek çoğunuzun bildiği gibi Arapça’da tanrı anlamında kullanılan bir kelime. Ama İslam inanışının strüktürü gereği Allah kelimesi çoğunlukla Semavi dinlerin tek Tanrısını anlatmak için kullanılıyor ve Allah’ı tanrı kelimesi gibi başka herhangi bir inanç sisteminin herhangi bir ilahını adlandırmak için kullanamıyorsunuz. Allah, tüm evrenin ve bilinen yaşamın yaratıcısı olmanın haricinde aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in de yazarı. Burası önemli. Müslümanlar Kur’an’ın bizzat Allah’ın kelâmı olduğuna inanıyor.

Kitabın kendisini okuduğunuzda bunun nasıl çalıştığını anlıyorsunuz. Allah çoğunlukla birinci kişi çoğul kipinde konuşuyor, müritlerinden ne beklediğini ve neleri arzu ettiğini detaylı bir şekilde aktarıyor. Allah aynı zamanda tüm Semavi inanç sistemini de sahipleniyor, Yahudiliği de, İslam öncesi Hanefiliği de. Kitap çok açık. Musa’dan Yusuf’a tüm peygamberler aynı tanrıya tapıyor, aynı talimatları aktarmaya çalışıyorlar ancak mesajları insanın tamahkarlığı ve zayıflığı yüzünden bozuluyordu. Bu yüzden Kur’an son kitaptı. Hz. Muhammed son Semavi peygamberdi. Allah son sözünü konuşmuştu.

Bu yaz Allah, AI ve ben bir çizgi roman yaptık. Tekrar müsaade ederseniz, yine izah edeyim.

Midjourney metinsel tasvirlerden görsel yaratan bir yapay zeka programı. Yani daha sade bir biçimde, Midjourney kelimeleri görüntülere çeviren bir robot. Çalışma prensibi Stable Diffusion ya da DALL-E gibi benzeri metinden-görsele yapay zeka programlarından farklı değil. Siz robota bir komut veriyorsunuz, robot komutu parselliyor ve kullandığı veriseti ışığında bir görsel oluşturuyor. Midjourney’nin farklı hissettirdiği nokta ise duyguluymuş gibi gözükebilmesi. Midjourney’ye verdiğiniz komutlar daha dokunaklı görünen görsellere dönüşüyorlar, renklendirme kasti ve kompozisyon bilerek yapılmış gibi görünüyor. Diğer metinden-görsele programlar kelimeleri görsellere daha somut şekillerde aktarmaya çalışırken, Midjourney’nin canı soyut çalışırken de sıkılmıyor. Robota illa Napoleon Bonaparte’ı lav denizinde köpekbalığına binerken çizdirmenize gerek yok. Ona ayrılıktan sonra hissettiğiniz can sıkıntısını da çizdirebilirsiniz. Bir deyim verebilirsiniz. En sevdiğiniz şiirin dizelerini yedirebilirsiniz. 

Ya da, Allah’ın kelamını yükleyebilirsiniz.

Yani işte dediğim gibi. Bu yaz. Ben. Allah. Robot. Çizgi roman yaptık.

İçimde aniden bir Kur’an okuma isteği geldiğinde Leipzig’deki balkonumda oturuyordum. Kur’an’da diğer peygamberlerin temsiliyeti hakkında bir şeyler okuyordum çünkü, anlarsınız, ve öğrendim ki Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem hakkında koskocaman bir sure varmış ve bu sure sadece Hz. Meryem ve Hz. İsa hakkında değil, aynı zamanda Hz. Musa ve Hz. Yusuf ve Hz. Yakup ve Hz. İshak ve Hz. İsmail ve Hz. Adem ve Hz. Zekeriya ve Hz. Nuh, yani, tüm Semavi protagonistlerin hakkındaymış. Ben de, yalan olmasın, başka filmlerden gelen karakterlerin bir araya geldiği bir süper kahraman filminin başına oturmaya yakın bir heyecanla Meryem suresini okumaya başladım. 

Okurken de bir merak saldı. Robot ne yapardı bunları?

Olaylar şöyle gelişti: Kur’an-ı Kerim’in düzgün İngilizce tefsirlerini araştırdım ve karşılaştırdım. Meryem suresinin Hz. İsa’nın doğumuyla ilgili olan ayetlerini derledim. Bu ayetleri akabinde robota verdim. Midjourney her komutunuzda size dört opsiyon veriyor ve dilerseniz opsiyonlardan birini daha fazla çalışması için tekrar seçebiliyorsunuz. Ben de böylece görselleri derledim ve düzenledim. Son olarak Dafont’tan çizgi roman-vari gözüken bir ücretsiz font buldum, ilgili ayetleri robotun çıkarttığı görsellerin üzerine koydum ve son görselleri bir çizgi roman paneliymiş gibi sayfaya yerleştirdim.

Yani şöyle oldu. Yazar Allah. Çizer AI. Editör bir insan. Allah, AI ve ben bir çizgi roman yaptık. 

Son sonuç şöyle oldu. Umarım hoşunuza gider. 

Yazar: Yiğitcan Erdoğan

instagram: @beggarandchooser

HAFTW Performanslar Yazı

Bu yaz Her Absence Fill the World için ilginç geçti.

Daha önce DolmuşXpress’te yer verdiğimiz grup geçtiğimiz yaz müzik kariyerinin ilk üç konserini verdi.

İlki Hollanda’nın Steendam kendindeki Art Carnivale adlı bir müzik festivaliydi.

İkincisi Berlin’in Maybachufer sokağındaki Christa Kupfer adlı bir kulüpteydi.

Ve sonuncusu Neukölln’ün Mainzer Sokağı’nda gerçekleşe Kiezfest adlı bir sokak festivaliydi.

Bunlar ilk üç konserinizi vermek için üç çok farklı yer. O yüzden grubun nasıl hissettiğini merak etmemek imkansızdı.

Biz de Discord’da buluştuk ve grup üyeleri dört basit soru yanıtladılar.

İlki şöyleydi.

Hangisi en zorlayıcıydı?

Sascha: Benim için Kiezfest, sanırım. Seyirci konusunda biraz garip hissettim, çünkü hareket ediyorlardı. Eğer belki biraz gergin hissediyorsanız, hareket eden seyirci bence daha zorlayacaktır çünkü müziği sevip sevmediklerine dair direkt bir geri bildirim alamayacaksınız. Geçerken öylece görmezden geliyorlar.

Kubi: İlkinin ne kadar zorlayıcı olduğunu düşünüyordum ama Sascha’nın dediklerini dinlerken fark ettim ki evet, son konser insanlar hareket ettiği için farklı bir şekidle zorlayıcıydı. Odaklanmak ve bir atmosfer oluşturmak sokakta çalarken çok zor.

Kubi sonra ekliyor,

Kubi: Benim için hepsi farklı istikametlerde zorlayıcılardı. Ama zorlanmak iyidir, değil mi?

Sascha: Bence ayrıca sonrasında aldığın his, geriye dönüp baktığında sahneye çıkmadan önce hissettiğin kaygı ve zorlukların sonrasında hissettiğin ödüle karşılaştırması mesele. Bu sebepten son konser en zorlayıcıydı, çünkü ödül yeterince dengeliyici değildi.

Bu da bizi minnetle ikinci sorumuza getirdi. En doyurucu olanı hangisiydi?

Sascha: İlki her zaman süper özel ve güzel olacak ve çok doyurucu hissettirdi. Kulüpteki de öyle, ikisi de farklı şekillerde doyurucuydu. Aralarında bir tercih yapamıyorum.

Kubi: Sıralama yapmak çok zor. İlki süper sihirliydi. İlk konserimizdi her şeyden önce. Ayrıca garip bir şekilde günün kapanış performansı bizdik. İlk konserimizde. O yüzden ekstra baskı vardı ve bu biraz saçmaydı ama harikaydı. O konsere aylar boyunca hazırlandık.

Ama Christa Kupfer’in de benim için özel olduğunu söylemem gerek, çünkü Christa Kupfer benim için ev gibi ve bizim projemizi bizim arkadaşlarımıza tanıtıyorduk. Ailemiz, bir anlamda. Bu yüzden bizim için bir çeşit lansman gibi oldu.

Sohbet bundan sonra tüm canlı performansların nasıl iki parçaya bölündüğüne geldi: Hazırlık ve oyun. Bu da bizi üçüncü sorumuza getirdi.

En heyecan verici olanı hangisiydi?

Sascha: Bence farklı şekilde heyecan vericilerdi. Festivalde insanlarla daha şaşırtıcı ve hoş bir etkileşim vardı, ama kulüp de heyecan vericiydi. Müziğin farklı çevrelerde ve hissiyatlarda nasıl çalıştığını görmek, farklı durumlarda seni duygusal oalrak nereye götürebileceğini görmek çok hoştu. Bu bakımdan Kiezfest de heyecan vericiydi, belki de heyecan vericinin hep pozitif olması gerekmiyordur. Orada ne olduğunu görmek, hangi şarkının nerede çalıştığını ve seni duygusal olarak nereye götürdüğünü görmek de heyecan vericiydi.

Kubi: Katılıyorum. Üç farklı durumda üç farklı konser verdik. Önümüzde ayarlanmış başka konserler de var ve bundan sonra ne yapsak bu üçünden biri olacak. Bir festival, kulüp ya da sokak festivalinden başka bir şey hayal edemiyorum. 

Ve son soruya geliyoruz.

Şimdi bildiklerini bilerek hangisini tekrar yapmak isterlerdi?

Sascha: İlk ikisini tekrar yapmak isterdim. Daha iyi yapmak için değil, ama çok hoşlardı. Kendimi biraz daha rahatlamış hisseder ve daha çok keyfini çıkartırdım. Sonuncusu da bir performans sanatçısı olarak güzel bir egzersizdi. Size direkt dikkatini vermeyen bir seyirciye çalıyordunuz. Bence bir kişi bile olsa, bundan hayal kırıklığı duyuyor ya da reaksiyonları hayal kırıklığı yaratıcı olsa bile onların karşısında çalmak iyi bir egzersiz çünkü o anda işiniz bu. Bence bu da bazen garip hissettirse bile iyi.

Kubi: Gerçekten dürüst cevap vereceğim. Hiçbirine geri dönmek istemezdim. Hepsi harikaydı ama hepsi ömürde bir kere olan şeylerdi. Ama bir dileğim var, eğer geriye dönebileceğim sihirli bir gücüm olsa ilk konserimize seyirci olarak dönmek istedim. Bunu deneyimlemek isterdim. Nihayetinde bu bir etkileşim ve işin hangi tarafında olduğunuz çok önemli değil -seyirci ya da grup. Konserde hep birlikte hissettiğimiz anlar vardı ve çok keyif aldım, ama seyirci perspektifinden de keyif alırdım. 

Instagram: @herabsencefilltheworld
Spotify: Her Absence Fill the World

Röportaj: Yiğitcan Erdoğan

Doğu Topaçlıoğlu // Kendileme

Doğu Topaçlıoğlu’nun Kendileme isimli sergisi 15-27 Şubat tarihleri arasında Ka’da gerçekleşiyor. Sesi plastisitede farklı bir kavrayış olarak sunmayı amaç edinen sergi, sonik düzenlemelerden oluşuyor. Sesin, nesnelerin ontolojik durumuna algısal ve nesnel değişiklikler yaratabilmesi üzerine çalışan sanatçı, psiko-akustik olanakları heykel ve desen diliyle de ilişkilendiriyor.

1989 yılında edebiyat düşkünü bir anne ve ressam bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş 6-7 yaşına kadar anneannesiyle birlikte bolca vakit geçiren Doğu, sokaktan topladığı toprağı eve getirip halının altına serip sakladı, yağmur yağdığında yağmuru ağzında topladı, anneannesinin evindeki kabloları kaldırıp arkasındaki duvarlarını kazıdı. Bu saf dili ve eylemi oluşturan hislerin peşinde, kendini aramaya çıktığı bu yolculuğu; “yaşamı duyumsamaya çalışırken ortaya çıkan refleksif hareketler” olarak tanımlıyor. Hangi yöne gideceği değilse de nasıl bir yolculuğa çıktığı sanki doğduğu evdeki boya ve tiner kokularıyla, halıların altında biriktirdiği toprakla belirlenmiş gibi. Ankara Güzel Sanatlar Lisesi Resim bölümünü tamamladıktan sonra, Hacettepe Üniversitesinin Heykel bölümüne girmesi birbirinden tarihlerle ayrılsa da bütüne bakıldığı zaman uzun bir yolun durakları gibi. Hayatı ve sanatını da her ne kadar tam olarak karşılamasa da burada sanat kelimesini kullanmak zorundayım- birbirinden net bir çizgiyle ayırmayan Doğu, sonuca vardırmadığı, vardırmak istemediği duygunun, heyecanın peşinde. Kendini arama sürecinde, kafasının içindeki hıza yetişemeyişi ve dinmeyen merakı bana bir Afrika kabilesi hikayesinde geçen sözü anımsatıyor:

“Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor.” 

Bir sonraki malzemesinin veya işinin ne olduğunu kendisinin de bilmediğini söyleyen Doğu, bu sürecin heyecanını bizlerle paylaşıyor. Zamansızlık ve zaman dışılık, Doğu’nun işlerini anlamak için birlikte düşünmemiz gereken kavramlardan. Dışarısı, İçerisi ve bunların sınırlarını daha küçük yaşta sorgulayıp anlamaya çalışan zihni, şimdi de olaylara, nesnelere, seslere, kavramlara ve karşılaşmalara aynı heyecan ve merakla bakıyor ve bu durumlar karşısındaki ortak refleksleriyle kendi dilini oluşturuyor. Şöyle de söyleyebiliriz; sanki Doğu’nun tasarladığı ve kurduğu bir makine var ortada, bu makineye giren her şey Doğuca çıkıyor, Doğu diline tercüme ediliyor ve onu da belki hiç beklemediği bir yere getirip bambaşka bir şeye işaret ediyor. Duyduğu nota, bastığı nota olmaktan çıkıp tüm notaları içinde barındırana kadar dinlerken, müzikle hatta sesin kendisiyle olan ilişkisi, mekânla olan ilişkisine dönüşüyor. Beste veya bi riff yazarken, bazen iki ses arasındaki yirmi farklı motif arasında dolaştıktan sonra, o ilk baştaki iki sese geri dönüşünü şöyle açıklıyor: “0 iki sese geri dönmek için bile olsa çıkmam gereken bir yolculuktu.”

Doğuyla birlikte değişen ona eşlik eden bir fikir olarak ortaya çıktı bu biyografi, hayatındaki olayları tarihlerle sıralamaktan ziyade, onu buraya getiren zamanın bir anını kayıt altına almak gibi aslında, okuyucuya da bir düş alanı ve boşluk bırakarak onu da hikayeye ortak eden bir yazı. Kesinlikten kaçınan, emin olamayan ve kendini arayan, yolda olan bir yazı. Noktadan ziyade virgül ile ilgilenen bir yazı. Okuyan her kişi tarafından yeniden yazılacak, asla tamamlanamayacak bir yazı ve yeniden tartışılacak, farklı zamanlarda bambaşka bir şekilde. Anlatıya yön veren dil değil kulaktır zira… 

Yazan: Berkay Kahvecioğlu

Çizgiden Boyuta // Tolga Ateş

Tolga selam, öncelikle yaptığın işlerin bir adı var mı? İsim koydun mu onlara? 

Bunlar benim perspektifimin ürünleri, bilgisayarın başına oturduğum andaki ruh halimin dışa vurumu denilebilir yani. 

Soyut çalışmalar yapıyorsun genelde, bunları yaparken nelerden besleniyorsun? 

Genelde benim yapmayı, üretmeyi düşündüğüm şey kendi yaşantımdan ziyade hayatta neler olduğuyla, çevredeki değişimlerle ilgili. Hayatın karşıma çıkardıklarını filtremden süzüyorum yani. Doğa, tarih, başka işler, mimari, teknoloji, kısacası hayatta karşıma çıkan görsel veriler etkiliyor beni. Çocukluğumdan beri de görüyle ilgiliyim aslında, bu durum fotoğrafla başladı, zamanla sinemaya evrildi, sinema televizyon okuduktan sonra bu alanın aslında kendimi istediğim gibi ifade etmeme yeterince izin vermediğini fark ettim ve en sonunda 3D ile tanıştım, bu alanın verdiği bir özgürlük, bir açıklık var aslına bakarsan. Işık, açı, renk akla gelebilecek her türlü değişkeni kendi istediğim gibi ayarlayabilmek beni heyecanlandırdı ve bu alanda derinleşmeye başladım. 

En büyük mesele bilgisayardan yapıyor olmak bu işi. Çeşitli programlar var mı bu işi yapmak için? Yoksa sen spesifik bir program mı kullanıyorsun?

Her geçen gün gelişen teknolojiler bunlar. Program öğrenmenin bir sonu yok, birçok farklı dokunuş için de başka başka programlar kullanılabilir aslında. Birçok insan da birden fazla program kullanıyor. Alternatif bir arayış içindeysen birden fazla program kullanmak işe yarar oluyor.

https://vimeo.com/779273121

Peki aynı proje içinde birden fazla program kullandığın oluyor mu?

Evet. Maya, Blender ve Houidini güzel programlar, akla ilk bunlar geliyor sanırım. Asıl olarak mayayı kullanıyorum, After Effects ve Premier de işin içine giriyor ya da sese duyarlı bir iş yapıyorsam Resolume kullanıyorum. Genelde birden fazla program kullanıyorum yani. Ben bu işe Maya ile başladım, internetten kurslarla, kendi kendime öğrendim. Fakat dediğim gibi bunun bir sonu yok, program bir derya deniz, ne kadar derinleşirseniz o kadar derin. Benim de öğrenme sürecim bitmiş değil. Üretim de ürettikçe gelişiyor aslında. Bence asıl önemli nokta programı öğrendikten sonra bu girdilerle ne üreteceğini keşfetmek. Ben de bu sorgu noktasındayım esasında, kendi çizgimi keşfetmek ve onda derinleşmek hevesindeyim. Bu bir oyun alanı yani benim için. İki yıldır bu işi yapıyorum ve ilham aldığım birçok sanatçı süreci başlatmama vesile oldu. Yaptığım işlerin çoğu da müzikle ilintili bu arada, müziğin işimde bir doku oluşu ürettiğim çalışmalarda farklı bir derinlik yakalamama da vesile oluyor. Müzik görsel öğelerle birleşince çok çarpıcı sonuçlar çıkıyor ortaya. Ben de bunun peşindeyim. Farklı duyulara hitap etmek çok hoşuma gidiyor. Her Absence Fill the World ile beraber yaptığımız çalışmada da bu hisler ve bu ögelerin birleşimi göze çarpıyor. Yani dinlediğim müzik, zihnimde kazılı olan imgeler, gördüklerim ve işi yaparken hissettiklerimin bütünü işin özünü oluşturuyor. 

Her Absence Fill the World’den de bahsettin, yaptığınız iş de çok beğenildi. Nasıldı o çalışma, ne hissettirdi sana? 

Şarkıları için bir klip yapmak istediklerini söyleyince çok hoşuma gitti, beraber çalışmak çok keyifliydi Kubi ve Sascha ile. Şarkı çok hoşuma gitti zaten ilk başta, hemen gözümde bir şeyler canlanmaya başladı. Onların da kafalarında bir sürü fikir vardı ama bana çok güzel bir alan tanıdılar kafamdakileri ortaya koymak için, o da ayrı bir güzellik oldu. Dolayısıyla ben de hislerimi aktarabilir oldum, tabii özellikle istedikleri ögeler de vardı, yeşil kapı mesela. Onların istedikleri ve benim hislerim birleşti, ortaya bu güzel iş çıktı. Üstüne üstlük sürecin tümünü de dijitalden götürdük, onlar Berlin’den, ben Ankara’dan tuttuk işi. Süreç içinde çok kez de baştan aldık, benim bilgisayarım değişti, gelişti, sonuç olarak daha güzel dokular elde etmeye başladık. Tüm süreç bir macera gibiydi anlayacağın. Sürecin kendi içinde gelişmesi ve değişmesini de izlemek ayrıca keyifliydi. Çok güzel tepkiler geldi, ilk klip deneyimim benim de, çok keyifli geçti tüm süreç ve sonrası. Bu iş bana ilham verdi, bu gibi başka işlere girişmek için de motivasyon oldu. 

Bu sıralar nelerle meşgulsün?

Bu sıralar çalışmalarımı kendi ürettiğim ses dosyaları ile birleştirerek sese duyarlı görseller üretmeyi amaçladığım bir proje üzerinde çalışıyorum, bir yandan da motion graphic alanında kısa looplar üretmeye başladım yakında farklı bir isim altında bu alandaki işlerimi de paylaşmaya başlayacağım. Tüm bunların dışında hala öğrenmeye devam ediyorum, aynı zamanda dolmuş dergisine ve emeği geçen herkese çok teşekkürler. Biz hazırlarken çok keyif aldık umarım tüm okurlar da bizimle aynı keyfi paylaşır.

Tolga Ateş

Röportaj: Yiğitcan Erdoğan, Ilgın Nehir Akfırat

Ayrancı Neukölln Dolmuşu: Tevfik Hürkan Urhan’ın Kaleminden Küçük bir Öykü Serisi

Ayrancı-Neukölln Dolmuşu

Kısım I

Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan

Eee şimdi n’olacaktı? Bitmişti işte, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen üniversite yılları! Son sınavından çıkmış dalgın dalgın ODTÜ’de yürüyordu. Ulan galiba iyi yapmadık bitirmekle şu okulu, şimdi n’apacağım diye içinden geçirdi. 

Anadolu’nun ücra bir köşesinden gelip şu kampüsün kapısından içeri girdiği anı daha dün gibi hatırlıyordu. Yıllar önce, sonunda kendini taşranın boğucu monotonluğundan kurtarıp iyi kötü devinen bir sosyal hareketliliğin, bir üniversite kampüsü hayatının içine atabilmişti. Fakat hiç mi hiç bu öğrenci yaşantısının hayatının sadece küçük bir parçasını oluşturacağı gerçeğini göz önünde bulundurmamıştı. Sudan çıkmış balık gibiydi. Dehşet içindeydi. Mezun oluyordu. 

Kendinden başka herkesin mezun olduğu için ne kadar mutlu olduğunu, hatta ve hatta çocukça mezuniyet kutlamaları yaptığını gördükçe kendi haline daha da çok üzülüyordu. Kendi dışındaki herkeste yanlış giden bir şeyler olma olasılığının çok düşük olmasından hareketle, düşüncelerini kendi üzerinde yoğunlaştırmaya karar verdi. Aslında sadece unutmuştu bir gün mezun olacağını, çok da abartılacak bir şey değildi hani. Hayatının sonuna kadar böyle yaşayacağını varsaymıştı. Basit bir hata, masum bir ön kabul.

Bir çözüm bulmalıydı. Ne yapmalıydı şimdi? İş yaşamına mı girecekti? Ne olacaktı politik ideallerine, sanatsal hayallerine, alternatif bir hayat arayışlarına? Buraya kadar mıydı? Şu ana kadar hayalini kurduğu, inandığı her şey kumdan kaleler gibi çöküyordu. En yakın arkadaşları birer ikişer işe girmeye başlamıştı, artık arkadaş hoşbeşlerinde sadece kariyer planlarından bahsedilir olmuştu. Herkes adeta on yıllık kalkınma planını hazırlamış, adım adım uygulamaya bile geçmişti. O ise daha on gün sonra ne yapacağını dahi bilmiyordu. Elinde avcunda sahip olduğu para onu en fazla birkaç ay daha açlığa ve soğuğa karşı koruyabilirdi. Çok sıkışmış hissediyordu. Böyle bitmemeli bu hikâye diye tekrarlayıp duruyordu içinden.

Kafasını kaldırdığında bu mevzuları düşüne düşüne, yemekhanenin yanındaki dolmuş duraklarına kadar geldiğini fark etti. Eve gitmek için buradan Ayrancı dolmuşuna binmesi gerekiyordu. Fakat istemiyordu dolmuşa binmek, yürürken daha akl-ı selim düşünüyordu. Aynı zamanda yürümek onu sakinleştiriyor, iyi geliyordu. Biraz daha yürüyüp, üstünde “devrim” yazmasından ötürü Devrim olarak adlandırılan stadyumun önünden geçip, yurtların oradan dolmuşa binmeye karar verdi. Çok emindi yürürken tüm sorunları için aniden radikal ve zekice bir çözüm bulacağına.

Kaldırdı kafasını tekrar.  Gelmişti yurtların oraya. Fakat şapkadan tavşan çıkaramamıştı. A4 olarak bilinen üniversitenin kapısına kadar yürüdü. Çıkacaktı o tavşan kesin oraya varıncaya kadar. 

Kaldırdı kafasını: A4. Tavşan hala yok. Üniversiteden çıktı. “Yüzüncü Yıl pazar yerinden binerim” dedi. Bu sefer belki de şapkadan tavşan çıkarmak mümkün değil bu koşullar altında diye düşündü.

Kaldırdı kafasını: Yüzüncü yıl Pazar yeri. Umut yok. İstikamet: Karakusunlar. “Ama kesin oradan binilecek Ayrancı dolmuşuna bak”.

Kaldırdı kafasını: Karakusunlar. Çözüm falan yok, ne olacak bu halim diye düşünmeye başladı. İstikamet: Balgat yol ayrımı. “Oradan binmek zorundayım zaten dolmuşa, daha ne kadar yürüyebilirim.”. 

Kaldırdı kafasını: Balgat yol ayrımı. “Ne olacak benim politik ideallerime?” İstikamet: Sokullu. “Yemişim dolmuşu, yorulunca binerim”. 

Kaldırdı kafasını: Sokullu. “Ne olacak benim sanatsal hayallerime?” İstikamet: Hoşdere. “Dolmuşun da bu düzenin de Allah belasını versin!”

Kaldırdı kafasını: Hoşdere. “Ne olacak benim alternatif bir hayat arayışıma?” İstikamet: Ayrancı. “Geldim bile Ayrancıya neredeyse”.

Kaldırdı kafasını: Ayrancı. “Ölecek miyim açlıktan eğer hayallerimin peşinde koşarsam?” “Böyle mi işliyor bu dünya?”. “Maddi şartların karşısında benim öznelliğimin hiçbir değeri yok mu yani?” İstikamet: Alaçam Sokak, ev. 

Alaçam sokağa girdiğinde oldukça yorulmuştu. Fakat eve girmek istemiyordu. Biliyordu ki herhangi bir çözüm bulamadan evine girerse, bu yenilgiyi kabul etmek anlamına gelecekti. O eve girmek bu durumda psikolojik bir sınır çizgisiydi. Yürümek ve düşünmek istiyordu bir çözüm bulana kadar. Fakat ayaklarında mecal kalmamıştı, tek bir adım dahi attıramıyordu beyni bacaklarına. En azından eve girmemek için, Alaçam sokaktaki sahafın önündeki kaldırımın kenarına çöktü. Sahafa baktı, kapalıydı. İçeride sadece sahafın kedileri vardı. Camdan onu izliyorlardı. Saatine baktı. Akşamın ilerleyen saatleriydi. Haliyle kimsecikler yoktu sokakta.

Çıkarıp bir sigara sarmaya kalktı. Tütünü buldu, filtreyi buldu, kağıdı buldu, Çakmağı bulamadı. Yolda düşürmüş olmalıydı. Bir sigara tiryakisi sayılmazdı. Halbuki çok ihtiyacı vardı şu anda. Sigara bir arzu nesnesine dönüşmüş, dalga dalga bedenini ve beynini uyarıyordu. 

İlk geçen insandan ateş istemeye karar verdi. Lakin Alaçam Sokak her zamanki sakinliğini aratırcasına daha da bir bomboştu. İn cin top oynuyordu. Sahafın önündeki çimlere uzandı, oturmak yorgunluğunu kesmemişti. Birinin geçtiğini duyunca kalkacaktı. Hayata karşı yenilgisini hüzünlü bir sigara ile sindirip, tıpış tıpış evine gidecekti. En azından savaşmayı denemişti kendince ve bu onurlu yenilgi sigarasını hak ediyordu. Yapacak bir şey yoktu, sokağa kulak kabartarak kendini dem dem saldı.

Tam olarak nereden sirayet ettiğini anlayamadığını bir tür huzur hissetmeye başlamıştı ki, dolmuşa benzer bir aracın motor gürültüsüyle Alaçam Sokağın sessizliği yırtıldı. İstifini bozmadan uzanmaya devam etti, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı. Dolmuş, sahafın karşısına geldiğinde durdu. Dolmuşçunun dolmuşun ön kapısını açtığını işitti. Yere tükürdüğünü gördü. Dolmuştan atlayıp, kapıyı kapattığını da. Küçük bir sessizlikten sonra dolmuş şoförü çığırmaya başladı:

– Neukölln, Neukölln, Neukölln… Ayrancı Neukölln, Ayrancı Neukölln, Ayrancı Neukölln…

Fotoğraf: Emrah Özdemir

Kısım II

Neukölln, Neukölln, Neukölln… Ayrancı Neukölln. Ayra…Öhöö, öhöö, öhööö…Boğazı gıcıklandığı için çığırmayı bırakmak durumunda kalmıştı Hakan Kaptan. Ulan dedi kaç yaşına geldik hala bir muavinimiz yok, her işi kendimiz hallediyoruz!

Tam yeniden çığırmaya başlayacaktı ki etrafta kimsenin bulunmadığını fark edip, kendi kendine böğürdüğünü anladı. Utanarak sustu. Daha doğrusu tekrar bağıramadı. Ne de olsa bir söylentiye göre dolmuş emektarları o sert görünüşlerinin altında yumuşacıktırlar. En azından Hakan Kaptan gibi feleğin çemberinden geçmiş olanları böyledir denilebilir.

Çıkarıp bir sigara yaktı. Yakar yakmaz gözleri kitapçının önündeki çimlerdeki uzandığı yerden kaldırdığı başıyla kendisine bakan gence takıldı. Biraz önceki gereksiz çığırtkanlığına kendi dışında bir başkasının da tanık olduğunu idrak edip biraz daha kızardı. Bu drama, sigarasından her zamankine kıyasla bir tık daha sert bir fırt çekme gibi bir refleksi de beraberinde getirdi. İçine aldığı dumanı her zamankinden daha çok içinde bekletti. Ve dumanı tüm öfkesiyle saldı. Adeta içinin zehrini dumana tutturup dışarı atmıştı.

Genç ayaklanmış, kendisine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Yirmili yaşlarının ortasına ulaşmak üzere olan bu gencin giyimi çok salaştı Hakan Kaptana göre. Bir kot pantolon üzerine alelacele seçilip giyildiği belli olan çirkince gri bir tişört ve bunun yanında serin Ankara akşamlarının panzehri, yılların sündürdüğü ama öldüremediği, kahverengi bir hırka. Hakan Kaptan’ın bu kombine puanı dört oldu.    

Kendi kombinine puanı ise dokuzdu. O da mütevaziliğindendi yani yanlış anlaşılmasın. Yoksa on numara çok janti bir şofördü, Berlin’de giremeyeceği kulüp yoktu. Gidegele Berlin modasını öğrenmişti. Siyahı sever, zincir gördü müydü dayanamaz gerekirse kendine, gerekirse dolmuşa takardı.

Genç yanına yanaşmıştı. Gülümseyerek kibarca ateş istiyordu. Hakan Kaptan’ın anında kanı kaynadı bu gence. Cebinden çakmağını çıkarıp uzattı:

– Buyurun hocam!

– Teşekkürler (Çakmağı alıp, sigarasını yakıp, çakmağı geri verdi)

– Rica ederim.

– Yeni mi kondu bu dolmuş hattı buraya? Yıllardır burada otururum, buradan hiç dolmuş kalktığını görmedim.

– Öyle mi? Hayır, yeni değil ben de yıllardır bu hatta şoförlük ederim.

– İlginç! Neukölln dediğiniz yer neresi? İsmi tanıdık gelmedi de? Cebeci’nin oralarda falan mı?   

– Hayır değil. Neukölln Berlin’in bir semti.

Genç şaşırmıştı. Ne diyordu bu ergenler misali siyahlara bürünmüş lakin gene de hala janti görünümlü olan dolmuş şoförü şimdi yani!

– Bu dolmuşun Berlin’e gittiğini iddia etmiyorsunuzdur diye düşünüyorum.

– Aksine, tam olarak söylediğim budur genç arkadaşım.

– Abi aklımla oynama lütfen zaten zor bir gün geçiriyorum.

– Haşa. Neden böyle bir şey yapayım. Hayırdır neden zor bir gün geçiriyorsun?

– Hmm. Şimdi böyle birden sorunca açıklaması zor tabi de…Aman neyse hızlı ve dolaysız bir özet vereyim sana. Okulu bitirdim. İstemediğim bir hayata doğru sürükleniyorum. Ama başka çarem yok, kaderime boyun eğmem gerekiyor sanırım. Gene de içim yanıyor.

– Belki de Ankara’nın sana verebileceği bu kadardır. Kaç yıldır bu şehirdesin?

– 6-7 oldu. Okulu çift dikiş gittim.

– Dostum, şehir değiştirmeni öneririm. Yeni şehir enerjisiyle beraber gelir. Belli ki Ankara sana vereceğini zaten vermiş. Teşekkür edip gidebilmelisin ki istemediğin bir hayata sürüklenmeyesin.

– Abi kolay söylemesi de nasıl gideyim? 

– Büyük kararlar bazen beş yılda karar verilir, bazen de beş saniyede. Deneyimlerime göre beş saniyelik olanlarıyla beş yıllık olanları arasında herhangi bir fark yoktur.

– Pek anlayamadım?

– Atla bakalım Ayrancı Neukölln dolmuşuna. Para da istemez. Bu sefer bendensin. Berlin’e gidiyoruz. Adın nedir bu arada? Ben Hakan Kaptan.

– Ben de Özgün.

Özgün’ün kafası çok karışmıştı. Neler oluyordu böyle? Rüya mı görüyordu? Son saatlerde yaşadığı git-geller, çaresizlik hissiyatı ve üstüne bu garip dolmuş şoförüyle tanışması biraz fazla gelmişti açıkçası. Biraz daha düşünüp dolmuşa binmeme kararı almaktansa önünde beliren bu saçma maceraya atılmak istedi. Böylece darlanmasını bir nebze olsun unutabilirdi.  Nihayetinde bu dolmuş gerçekten Berlin’e gidiyor olamazdı ya. 

Dolmuşun ön yolcu kapasını açıp bindi dolmuşa. “Hadi Hakan Kaptan gidelim!” Hakan Kaptan sigarasından bir fırt daha çekip ayağının altında söndürdü. Bir hışımla şoför koltuğuna atlayıp kontağı çevirdi. “Hay hay”.

Fotoğraf: Emrah Özdemir

Kısım III

Dolmuş bu. Hayatın bel kemiği. N’apalım, yoktu bizim çeşit çeşit metro ağlarımız, banliyö trenlerimiz ve yahut tramvaylarımız. Çoğu zaman otobüs hatlarımız bile yeterli değildi. Ah Anadolu’m ah! Fakir ama huzurlu Anadolu’m. Dolmuş en çok sana yakışırdı. Dolunca kalkardık. Elden ele uzatırdık. Belki hala öyle oluyordur. Ben bilmiyorum. Çok sevdiğim Anadolu’mdan uzak düştüm. Şimdi Özgün ve Hakan Kaptan bana doğru gelmektedir. Anadolu’yu getiremiyorlar bana ama dolmuşu getiriyorlar. Olsun, bazen böyle olur. 

Dolmuş tıngır mıngır ilerlemektedir şimdi. Ankara’dan önce İstanbul, oradan Atina. Oradan da Prag. Sonra ver elini Berlin. Son durak Neukölln. Tam olarak S Sonnenallee. Hakan Kaptan hep burada bitirir bu yolculuğu. En sevdiği kulüp buradaydı. Artık yok! Yıktılar! Yerine lüks ofisler yaptılar. Soylulaştırdılar mahalleyi! Ne kadar kâr yapsanız satın alabilirsiniz Hakan Kaptanın o kulüpte bıraktığı personaları ey zengin beyaz Avrupalılar? Hadi be bana masal anlatmayın, geçin bunları! Kulübü yıktılar yıkmasına ama Hakan Kaptan gene de bu kulübe saygı duruşu niyetine, dolmuşunu hep burada durutur. Yıktınız yıkmasına da günü gelecek Hakan Kaptan da sizi yıkacak, şu hayatta bir maden işçisini bir de dolmuş şoförünü karşına almayacaksın arkadaş.

Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir durup bir kalkmaktadır.  Bazen bir göçmen biner bu dolmuşa bazen bir seks işçisi bazen de bir muhalif entelektüel. Şu dolmuşun bir dili olsa da konuşsa keşke. Kimisi savaştan kaçar, kimisi açlıktan, kimisi baskıdan. Hakan Kaptan soru sormaz yolcularına, para da almaz. İhtiyacı yoktur paraya, para için yapmaz bu işi. 

Dolmuş Almanya’daysa türkü çalar teyp, Türkiye’de ise tekno. Her iki ülke arasında ise yolculara alan verir Hakan Kaptan müzik konusunda. Hem müzik dağarcığı genişler hem de bir nevi sosyal ortam oluşur. İnsanlar sohbet eder müzikten yola çıkarak. Susacak olsalar müzik sessizliği doldurur. Her türlü iyidir müzik. Sever Hakan Kaptan müzik dinlemeyi ve dinletmeyi.

Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir dolup bir boşalmaktadır. Özgün beyimiz keyfe gelmiş kendini maceranın kollarına iyice teslim etmiş bulunmaktadır. Hakan Kaptan gene rollenmiş, vitesi en afili şekilde attırmaya başlamıştır. 

Özgün baktı yollar gitmekle tükenmeyecek gibi. Sordu Hakan Kaptana:

– Hakan abi, neredeyiz?

– Bilmiyorum.

– Ne demek bilmiyorum. Şoförümüz değil misin sen?

– Mekânın ne önemi var canım benim, gidiyoruz işte!

– Peki ne zaman varırız?

– Bilmiyorum.

– Ne demek bilmiyorum. Sen bilmeyeceksin de kim bilecek?

– Zamanın ne kıymeti var be canım, gidiyoruz işte!

– Neyin önemi var abi o zaman, neyin?

– Kızma be Özgünüm hemen! Bak yol önemli işte, yolun önemi büyük! Onu da gidiyoruz, sıkıntı yok!

– Abi çok gamsızsın be, sen çok yaşarsın.

Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, insanı kâh melankolik kâh sıkkın yapmaktadır. Dolmuş umuttur. Yolda gitmektir. Bir yeri geride bırakıp bilinmeze yol almaktır. Herkes öyle gidemez kolay kolay dolmuş gibi. 

Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, yol uzadıkça uzamakta, yolcular dış dünyadaki seyahatlerine ek olarak iç dünyalarında da seyahate çıkmaktadırlar. Dışarda aynı yolu içeride farklı yolları gitmektedirler. Özgün’ün aklına Ankara’da öptüğü herkes geliyordu, bir açıklaması vardı elbet. Hakan Kaptan’ın ise şu dünyada seviştiği herkes, bir açıklaması yoktu muhtemelen.  

– Özgüncüm bak canım benim, bizim dostluğumuz Berlin’e kadar ha. Oraya varınca beni görmedin, duymadın. Seni ben getirmedim. Alman polisiyle başımı belaya sokma.

– Nasıl ya abi? Ben n’apacağım orada, iz bilmem yol bilmem. Yardımcı olmayacak mısın bana? Yakışmadı abi. Sevenlerini üzdün.

– Canım benim öncelikle çok tatlısın, tabi ki yardımcı olmak isterdim amma lakin, birincisi benim de bir hayatım var inanması güç olsa da ve ikincisi sana yardım etsem kötülük etmiş olurum.

– O neden ki?

– Canım benim ısırmayı öğrenmelisin, yoksa bu şehirde kalıcı olamazsın. Yardım edersem ısırmayı öğrenemezsin.

– Abi sen de beni amma hafife aldın ha, evelallah taşı sıkar suyunu çıkarırım.

– Özgüncüm, bak işte o iş öyle kolay değil. Senin gibi ne babayiğitler gördü bu şehir, bu işler öyle konuşmakla olmuyor. Her ne kadar fark etmemiş olsan da şu dolmuşla Berlin’e doğru yol alırken sadece memleketini değil ayrıcalıklarını da geri de bırakıyorsun.

– Ne ayrıcalığı be abi! Durum belli ülkede, ne ayrıcalığı.

– Farkında bile olmadığın ayrıcalıkların Özgüncüğüm, farkında bile olmadıkların. Anca kaybedince anlayabileceklerin. 

– Hakan Kaptan abartma ya, ne ayrıcalığı yahu.

– Uzun lafın kısası, artık gerçek Beyazların mekanına geldiğine göre beyaz Türklüğün yeterince beyaz değil Özgüncüm. 

– Abi beyaz Türk falan ayıp olmuyor mu yav. Taşralıyım ben taşralı! Ne beyaz Türkü.

– Kavramları biraz eğip bükerek kullanmayı severim Özgüncüm. Sonuçta akademisyen değil dolmuşçuyum. Zamanında kabul etmediler beni doktoraya, bu beyaz ayrıcalıklı akademi dışladı benim alternatif görüşlerimi. Adiler, bilginin tekelini kuruyorlar. Bilgiyi bile tahakkümleri altına alıyorlar.

– Hadi ya sen naptın kaptan?

– Dolmuş şoförü oldum gördüğün gibi. Dolmuş muhabbeti yapıyorum ders yerine. Böyle direniyoruz be Özgünüm. Yeraltı sosyal bilimi… N’apacan? Yapacak bi şey yok!

– Garip bir insansın be kaptan, ne diyeyim.

Hakan Kaptan dolmuşu sağa yanaştırdı, yavaşlayıp durdu ve el frenini çekti. Özgüne baktı bir süre. Bir şey demedi. Ardından dolmuşun içine doğru çevirdi bakışlarını:

– Ayrancı Neukölln dolmuşunun sevgili yolcuları, Neukölnn’e hoş geldiniz. Gecenin sonunda evlerinize dönmeyi unutmayınız. Viel Spaß!

Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan

Tevfik Hürkan Urhan
Berlin, 2021

@hurkan.urhan