G-7YN0JE445C

Oku

Berlin Tekno Sahnesinin İstanbullu Gençleri: VAST Perceptıon & COUP

Son zamanlarda Berlin’in tekno kültür sahnesinde İstanbul’dan iki kolektifin git gide kendine daha çok alan açtığını görüyor ve adlarından söz ettirdiği duyuyoruz. ‘Vast Perception’dan Umur ve ‘COUP’tan Berkay ile yolculukları üzerine keyifli bir söyleşi hazırladık. Buyurunuz efendim!

  • “VAST Perception” ve “COUP” projelerini, bu projelerden henüz haberdar olmayan birine nasıl tanıtırdınız? Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? 

VAST Perception: En basit haliyle “VAST Perception”ı İstanbul’da temeli atılmış bir tekno “müzik label”ı ve komünitesi olarak tanımlayabiliriz. 5 yılı aşkın bir süredir yeraltı sahnesinde yaptığımız etkinlikler ve yayınladığımız albümler ile Türkiye’nin öncü kolektiflerinden biriyiz. 

“VAST Perception” ismini ise tekno müziğin geniş yelpazesinden esinlenilerek, bizimle bu yolda yürüyen her sanatçının hatta komünitemizdeki her bireyin, kendi deneyimleri ve yaşantısı doğrultusunda, hiçbir kısıtlamaya veya önyargıya takılı kalmaksızın kendilerini özgürce ifade edebileceği bir ortam yaratmak amacıyla seçtik. Komünitemizde yer alan herkesin gerek sahne alabilmesi gerekse müziklerini geniş kitlelere duyurabilmesi ise en öncelikli hedeflerimizden.

COUP: COUP bizim için İstanbul’da temelleri atılmış bir tekno komünite projesi. Hem İstanbul’da başlayıp şu an Berlin’de devam eden partilerle, hem de ‘label’ın farklı katalogları altında yaptığımız yayınlarla bizi dinleyenler ile iletişmeye devam ediyoruz.

  • “VAST Perception” ve “COUP” nasıl başladılar? Hangi koşullarda doğdular? Bugünlere nasıl geldiler?

VAST Perception: VAST Perception’i 2017 yılında 3 arkadaşın paylaştığı düşünceler ve amaçlar doğrultusunda oluşturduk. Kurulduğumuz zamanlarda Türkiye tekno sahnesinde neredeyse yok denebilecek kadar az sayıda oluşum vardı. Etkinlik sayısı oldukça azdı ve İstanbul’dan yayınlanmış hiç albüm yoktu. Bu durumun kendince zorlukları tabii de vardı. İlk önce Taksimde bulunan kendimize mesken edindiğimiz küçük bir kulüp olan Temple’da etkinlikler yapmaya başladık. Bu kulüpte lokal sanatçıların dışında Michal Jablonski, Denis Rabe ve Amotik gibi birçok tanınmış artisti de ağırladık. Biz bunları yaparken COUP ise yine Taksim’de bulunan GLOW adlı kulüpte kendi kitlesini oluşturmaya başlamıştı. İki kolektifin bir araya gelmesi de uzun sürmedi. Tanışmamızın ardından gelen Mısır Apartmanı etkinliklerini, İstanbul tekno sahnesinde bir süredir yer alan herkesin hatırlayacağına eminiz. Şimdi ise Berlin sahnesine sağlam bir giriş yapmış bulunuyoruz. Yıllar içinde süre gelen bu gelişimi görmek bizi gelecek konusunda oldukça motive ediyor.

COUP: COUP aslında dizayn ve konsept olarak Becky FR’nin (Berkant) tasarladığı fakat hayata geçirmediği bir müzik bloguydu. Boğaziçi’nde lisans okuyan bir grup arkadaş Berlin maceraları dönüşü aradıkları özgür ifade ve müzikal ortamı bulamayınca, ilk başta YouTube’da yayınlanan Müzik videoları, podcastler ve exclusive partiler ile kendilerine sunulmayanı kendileri için yaratmaya başladılar. 

Fiziksel toplanmalar için ana problemler, o dönem öğrencileri bizler için düzenli, uygun olan mekân bulmak, bilet fiyatını öğrenci için satın alınabilir hale getirmek ve üzerimizde hissettiğimiz politik baskıyı ve mahalle baskısını atabileceğimiz hız ve sertlikte müzik çalabiliyor olmaktı. Glow’da 20 lira girişle “guest list-only” etkinlikler düzenleyerek hem birçok lokal yeni DJ ve producer’a hem de aradığı “rave” deneyimini bulamayan Boğaziçililere ortam hazırladı. VAST ile birlikte projeler yapmaya başladıktan sonra da etkinlikler, label ve yayın sıklığı oldukça hızlandı.

  • “VAST Perception” ve “COUP” İstanbul kökenli projeler olmalarına rağmen son zamanlarda kendilerine Berlin’de de yer edindiler? Bu süreç nasıl gerçekleşti? Bu sürecin Türkiye’den Almanya’ya yeni dalga göç ile ilişkilenmesi söz konusu mudur? 

VAST Perception: Bu müzikle ilk ilgilenmeye başladığımızdan beri Berlin sahnesine giriş yapabilmek her zaman bizim için bir hedef ve hayal oldu. Ancak burada etkinlik yapabilmemizdeki tek sebep bu değildi tabii ki de. Ülkemizde uzun zamandır süre gelen, alternatif yasam biçimlerini onaylamayan politik anlayış en önemli sebeplerden olsa da maalesef tek sebep bu da diyemeyiz. Zaten oldukça kısıtlı olan etkinlik alanları ve kulüpler maalesef vizyon yoksunu yöneticiler tarafından yönetiliyor. Herhangi bir yeniliğe açık olamayan bu zihniyet Türkiye tekno sahnesinin ilerlemesindeki en önemli engellerden biri.

Yayınladığımız albümlerle hem COUP hem VAST olarak Avrupa sınırları içerisinde kendimize hâlihazırda bir dinleyici kitlesi edinmiştik özellikle de Berlin’de. Böyle bir kitlemiz varken burada etkinlik düzenlemek bizim için kaçınılmazdı.

Kısacası gerek politik kısıtlamalar gerekse zaten kısıtlı olan bu ortamda bizi daha da kısıtlayan kulüpler bizi ekstra motive ederek belki de Berlin sahnesine girişimizi oldukça hızlandırdı. 

Yeni göç dalgasından bahsedecek olursak, maalesef bir çoğumuz ülkeyi terk etme ve yeni bir ülkede hayat kurma arayışındayız. Berlin ise özellikle Türkiyeli birçok genç için en sıcak noktalardan bir tanesi. Berlin’e taşınmadan önce, İstanbul’da yaptığımız etkinliklere gelen ve bizi tanıyan birçok arkadaşımız var. Onların da burada olması ve desteklerini hala hissediyor olmak bizi fazlasıyla mutlu ediyor.

COUP: Avrupa göçleri başlamadan önce de aslında COUP özellikle Almanya ve Fransa’da oldukça dinleniyor, popüler DJler tarafından ‘release’ler radyo ve kulüplerde çalınıyordu. Fakat özellikle son beş yılda TR’deki politik ve ekonomik olaylar bizim jenerasyonumuzda komünite içerisinden ilk olarak beni (Berkay) ve Umur’u aradığımız yaşam şartlarını Almanya’da aramaya itti. Taşındıktan sonra da tabi ki fark ettik ki bu düşünceye sahip olan sadece biz değiliz ve git gide zaman içerisinde İstanbul’dan Avrupa’nın farklı ülkelerine komünite içerisinden birçok arkadaşımız taşındı.

Müzik etrafında bir araya gelişlerimiz Berlin’e taşınınca tabii ki ilk aşamada değişti, artık dans pistinde bir yabancı, evde de göçmendik. Ama yapılan yayınların Avrupa’da sıkça dinlenmesi ve göçler sonrası Almanya’da aslında hâlâ İstanbul’daki gibi bir araya gelebileceğimizi görmek bizi burada da kendimizi ifade edebileceğimiz ortam için emek harcamaya oldukça motive etti.

  • Hem Almanya’da hem de Türkiye etkinlikler düzenliyorsunuz. Bu iki ülkeyi sanatsal bir etkinlik organize etmek açısından kıyasladığınızda ne gibi farklar ortaya çıkıyor? Türkiye’ye ve Almanya’ya özgü zorluklar nelerdir? 

VAST Perception: Üzülerek söylemeliyiz ki, etkinliklerimiz baz alındığında iki ülke arasında çok fazla fark görebilirsiniz. Gece saat 1’den sonra başlayan müzik yasağı her şeyden önce en büyük sorunlardan bir tanesi. Bir önceki soruda da bahsettiğimiz gibi, kulüp sayısı çok az ve var olan kulüpler ise yeniliğe ve gelişime hiç açık değiller. Türkiye’de tekno kitlesi daha gelişmekte olan bir kitle, alınması gerekilen çok fazla yol var. Tekno müziğin özgürleştirici yanını keşfedememiş, sadece “Instagram story”me ne koysam derdi ile hareket eden çok fazla insanla karşılaşıyoruz lakin, gelişmekte olan bir sahnede bu oldukça normal.

Diğer bir yandan ise, Almanya tekno sahnesi doygunluğa ulaşmış noktada ve Dünya’nın geri kalanı için büyük bir örnek teşkil ediyor. Her hafta şehrin her bir yanında onlarca etkinlik bulabiliyorsunuz. İşte Berlin sahnesinin en zor yanlarından biri de bu. Rekabet çok üst düzeyde, kulüplerin ve kolektiflerin “exculusivity maddeleri” istediğimiz sanatçılarla birlikte çalışabilmemizi çok zorlaştırıyor. Örneğin Berghain’da çalan bir sanatçı belirli bir sure başka bir kulüpte maalesef çalamıyor. Bu durum bizi yeni stratejiler üzerinde çalışmaya zorlasa da yayınladığımız ve çaldığımız müziği takdir edecek insan sayısının da burada bir o kadar fazla olması bu zorlukları oldukça dengeliyor.

COUP: Türkiye’de gözlemlediğimiz en büyük problem yeterli alana sahip olamamak. Mekân sayısı azlığı ve var olan mekanların anlaşma şartları yeni gelen üretici ve kolektifler için oldukça sınırlayıcı. Bu sınırın insanları daha farklı çözümler aramaya iteceğini ve belki de bir yandan daha kreatif yollara öncülük edeceğini düşünüyoruz. Bir yandan global ölçekte Türkiye sahnesi hala görece küçük olduğu için global DJ veya producerlar ile etkinlik yapmak Avrupa’ya göre çok daha kolay.

Berlin’de ise mekân alternatifi oldukça fazla, etkinliğe gitmek isteyen ve buna finansal olarak gücü yetebilen insan sayısı da. Buna bağlı olarak global popüler bir sanatçı ‘booking’i ‘exclusive’ anlaşmalar ve rekabet sebebiyle çok zor. Güvenli alan inşası konusunda da son dönemlerde oldukça fazla uygulanan ‘awareness’ ekibinin dahil edilmesi, bize Türkiye’de örnek oluşturabilecek bir yapı.

  • Geçtiğimiz ay Berlin’in büyük kulüplerinden birinde başarılı bir 5. yaş partisi düzenlediniz. Gelecekte benzer ölçekli partileri, benzer ölçekli kulüplerde düzenlemeyi planlıyor musunuz? 

VAST Perception: Şimdiden önümüzdeki yılın etkinliklerini planlamaya başladık bile. Yakın zamanda sizlerle yeni tarihler paylaşacağımıza emin olabilirsiniz. Berlin sahnesinde sağlam bir yer edinip, özellikle de yayınladığımız müziğin hatırı sayılır bir kitleye ulaştığı Budapeşte, Paris veya Moskova gibi şehirlerde de etkinlikler düzenlemeyi hedefliyoruz. 

COUP: 5.Yaş partisi, “rave” kültürünün etrafında sosyalleşmenin bize aslında hâlâ ne kadar keyif verdiğini hatırlattı.  Yaşanan göç dalgasının çoğumuzu savurduğu hayatlarımızın aslında yine benzer noktalarda buluştuğunu görmek, hayatlarını Müzik etrafında Almanya’da yeniden inşa etmeye çalışan DJ ve ‘producer’lar ile yaratılan alanı ortak sahiplenebilmek, bunlara daha önce sadece dijital olarak dokunabildiğimiz Avrupa dinleyicisiyle kulüpte bir araya gelme heyecanını ekleyince önümüzdeki yılda da daha sık bir araya gelmeliyiz diye düşünüyoruz.

  • Projeler yakın çevresinde ne gibi etkileşimlere neden oldu? Etrafında nasıl bir enerji açığa çıkardı?

VAST Perception:  Günün sonunda bizi en mutlu eden şeylerin başında etkinliklerimiz etrafında gelişen arkadaşlıkları hatta aşkları görmek geliyor. Hepimizin birbirinden pozitif bir şekilde beslendiği, fikir alışverişinde bulunduğu, ortak ürünler çıkardığı bir ortam içerisinde bulunmaktan çok keyif alıyoruz. Bunlar bizde gerçek bir komünite hissiyatı yaratıyor ve işimizi severek yapmamızı sağlıyor.

COUP: Projeler gençliğimizin baharında kendimizi en sıkışık hissettiğimiz yılların içinde bizi bir araya getirdiği için hem kişinin kendine hem insan ilişkilerine hem de tekno ve rave kültürüne dair içinde bulunan insanları fazlasıyla dönüştürdü. En sevdiğimiz hikayelerden biri, İstanbul’daki COUP partilerinde ve 5. Yas partimizde de çalan Spektral Radio ve Pravus (Basak ve Ayberk)’un Mısır Apartmanı’nda birlikte düzenlediğimiz ilk etkinliklerde tanışmış olmaları. Şu an birlikte Hamburg’da yaşıyorlar ve evliler 🙂

  • Son söz niyetine?

VAST Perception: Türkiye tekno sahnesi gelişime çok açık, yeni birçok kolektif sahneye çıkmaya başlaması bunun en basit göstergesi. Birçok kolektif, yanında sıkı bir rekabet de getiriyor. “Vast”ve “Coup” örneğinde olduğu gibi, teknonun ve müziğin yakınlaştırıcı, paylaşımcı ve eğlendirici taraflarına odaklanabilirsek sahnemizin iyi yerlere gelebileceğini paylaşmak istiyoruz.

@vastperception
@coupprojekt

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

Rüyalar için Naat

Rüyalar… Kendi dilimizde şifrelenmiş, başı ve sonu olmayan hikayelerimiz.

Zaman ve mekanı geçersiz kılan, derin bilinçdışının sularında sembollerin, arketiplerin, ritüellerin hammaddesi ve işlendiği yer. 

Mitolojik anlatımlarla rüyalar ne kadar benzerdir. Bir şekilde görücü olarak, kendi iç örüntümüze dahil oluruz. Günlük zihin konuşmalarımızın dışında, rüyaların kendini ispat etmeye veya anlaşılmaya ihtiyacı yoktur. Anlam, bağlantıyı bulduğu an görenin anlayacağı dili gösterir.

Birçok eski kültür ve medeniyet rüya dilini günümüz perspektifinin dışında, farklı boyutlarıyla ele almıştır.

Toltek bilgisi, rüyayı hem bir kehanet aracı hem de kişinin kendi içsel değişimine yapılan gezinti olarak değerlendirir. Rüya günlüğü tutmak, kendi görü dilini çözmek için yegane yoldur. 

Tasavvuf literatüründe rüya alemi, ‘Ruhlar âlemiyle madde âlemi arasında bulunan ve bütün varlıkların zuhûra gelmeden önceki asıllarının, maddeye bürünmemiş şekillerinin mevcut olduğu âlem, âlem-i misal’ olarak tanımlanır. Bilinci genişletmek amacıyla , yol gösterici olarak görülür. 

Aborjinler, yaratımdaki her kuvvenin iç içe olduğu o eşsiz vakitten ‘rüya zamanı’ ndan bahseder. Yaratılış bir yumurtanın içindedir ve bu vakitten yaratımın saçılacağı güne dek herşey birliktedir. O sebeple rüyalar ilksel ve kaynak olandan bir mesajdır.

Rüya görücü bir elçi gibi çalışır.

Kendi rüyalarımızın gözcüsü ve ileticisi olmak, kendini tanımanın en eski yollarındandır.

Sözün hükmünün ateşe verildiği o yerde, kelimelerin bittiği yerde;

Yol başlardı.

Dedi ki; “Rüyalardan hemen önceki anlar , ölümün bir sureti gibidir.”

* Sessizlikten Yapılmış

Dün gece, biricikliğini ilan etmiş bir rüya görüme girdi.

Bu misal aleminde kısılı kalmıştım. 

Yedi kişiyle. 

İki tanıdık yüz vardı yanımda. Manas ve Gül

Rüyayı paylaştıklarım artık, bu alemi geçmek için sabrına sarılamıyorlardı. Hepimiz, kapıdan girdiğimiz yoldan çıkmanın tek cevabı olan o kişiyi arıyorduk. 

Silentium incarnatum…*

Ezbere konuştuğumuz bir nakarat gibi tekrar ediyorduk bu kelimeleri. 

“Silentium incarnatum”

İfade ettiği şeyin kim ya da ne olduğu sorgusu, çoktan çıldırmak üzere olan zihnimizi terketmişti. Bir hatırlıyor, bir unutup rüyaya dalıyorduk. 

Uyanık kalan, diğerini kendine getirmeye çalışıyordu. Dönüşümlü bir nöbet halindeydik. Duyduğumuz ve gördüğümüz herşey, sürekli şekilden şekile giriyordu. Birçok gerçeklik bizi içine çekiyordu.

Peki hangisiydi olan? Gerçek neydi?

Artık yorgun düşmüştük ki uzaktan bu oyunların bir parçası mı bilmediğimiz, 7 kişi belirdi. Adımları vakur, giyinişleri parlak kumaştandı. Yüzleri saklı bir tebessüm taşıyordu.

Garip bir samimiyetle hepimiz birden ayilir gibi olduk. Bize doğru başlarını eğip;

“Selam olsun Ey Gezginler. Gelin! Aradığınız ardımızdadır”

Yanlarına doğru adımsız adımlarla ilerledik. Vardığımızda, alemin köşesinde boşlukta yüzen bir pencere ile karşılaştık. 

Elleriyle, bakmamızı işaret eder gibi davet ettiler. Sorgulamadan pencereye doğru merakla ilerledik. 

İçeride karanlık vardı. 

Kapkara bir örtü.

Hiçbir şeyi gözümüz seçemiyordu. 

Bu da mı bir oyun?

Adamlardan biri başını kaldırıp;

“Bilmek için denemen gerek”

İçeri bakmak değildi belli ki amaç.

Adım atmalıydık. İlk adımı atma cesaretini buldum bir hevesle.

İçeride ışığın tek var olduğu yer yukarı tırmanan 9 basamaklı bir merdivendi.

Mermerden merdivenlerin en tepesinde, başı uzun bir örtüyle örtülmüş, yüzüyle net olarak denkleşemediğimiz bir kadın oturuyordu. Bizi getiren adamlara seslendi.

“Elçiler. Işığı uyandırın.”

Tüm mumlar yakıldı. Gök, odaya inmişti sanki. Ateşler mumun üstünde başka başka yönlerde oynaşıyordu. Sanki alevlerin canı varmış da birbiriyle sohbet ediyorlarmış gibiydi. Hayran gözlerle geliş sebebimizi unutmuş, yine seyre dalmıştık. Mum alevleri , bulunduğumuz yerin tüm gizemini üstüne çekiyordu.

Kadın tok bir sesle elçilere el etti.

“7’leri de uyandırın.”

Bizi buraya getiren elçiler kolumuza zerafetle girdiler. 

“Buyrunuz. Aradığınız , bu kişidir.”

Bir an kendimize gelir gibi olduk. Ama Gül’ün gözleri hala odanın ışık oyunlarına takılı kalmıştı. Birden Manas öne atıldı. Önce elini göğsüne koyup selam verdi.

“Selâm olsun… Uzun yollar ve hallerden geldik. Sizi arıyorduk. Çünkü, çıkışın anahtarının sizde olduğunu söylediler. Lütfedin. Bize bu oyunu anlatın.

Neredeyiz ? Kimin rüyasındayız?”

Örtülü başındaki ipek örtü düştü. Yüzü unutulmayacak hatlara sahipti. Köşeli sivri bir yüz. Ve insanın içini delen gece rengi bakışları, bizi yakıyordu. Kızıl saçları gün batımındaki bulutları andırıyordu. Gözlerinin sanki uzun ince parmakları var gibi üzerimizde gezdiriyordu.

“Bu alem, aynanın sır’landığı kelimeden yapıldı.

Burada sözleri sen söylemezsin, Söylemesi gereken söyler.”

Manas, bir anda yere yıkıldı. 

“Nasıl uyanırız bu rüyadan? Lütfen!”

“Bu alem; olanı değil, olanın işaret ettiğini gösterir. 

İşaret edileni gör!

Gerisini rüzgar, bilincine eserek götürecektir. Rüyalar, elmaya sokulan yılanı da gösterecektir, olanın ardında yatanı da.

Sadece gör!”

Durduğu basamaktan bir alttakine indi. 

Eski Mısır uygarlıklarında rüyanın yeri o kadar kıymetli idi ki, artık rüyalarını hatırlamayan veya güneş altında yürüyemeyen kişinin, ruhundan koptuğuna inanılırdı. 7 gece boyunca başına günlük reçinesi sarılır ve yıldızların altında uyutulurdu. Her sabah rahip o kişinin yanına gelir, rüyalarından hatırladıklarını not ederdi. Yorumlar sonra da ona uygun beslenme diyeti yazardı.

Şaman kültürüne göre, farklı rüya bedenleriyle, dünyayı oluşturan frekanslar arasında gezintiye çıkarız. Döndüğümüzde hatrımızda kalan parça ruhumuza yapışan idrak mesajıdır. Evrenden bir parçayı ve aştığımız kapının mesajını yanımızda getirmişizdir.

Her birini birleştiren ortak bir görüş vardır;

‘Rüya ve hakikat el ele dolaşır.’

Rüyalarına aşina olmayanın, yaşadığı ve yorumladığı dünyayı kavraması pek olası değil gibi.

Fanifesto

Gece kaldırır insanı bilirim.

Fani…

Kırılıyorsun

Düştün.

Parçalanırken, içindeki çocuk oldum.

Yastığından başını kaldırıp

Söze bürünen et oldum

Bildin!

Sükut, sözden eski

Sükut, dağlardan kadim…

Yollara düştü avare gözün

Uzaklar…

Hep kendine yakın bildiğin.

Damlasaydın 

O sıra!

Gecenin tılsımına,

Mührün çözülürdü dudağımda.

Çölünün kül tenli atlarıyla

Yeşil gözlü meltemi uyandırırdı sözüm.

Derken düş belirdi 

Suyun sesi…

Sordun!

Hakikat nerede?

Koridordaki gölgeden çıkarsan ancak;

Gördüğün maviden, 

Duyu üstü bir bağlılıkla

Demir perdeden yükselirsen derinlere

Mümkün..!

Şimdi kum boyunca yarı çıplak, Sen!

Bir yükseklik.

Bir kılıç gibi diri ve keskin…

Karanlığın evinde kaç ejderhayla dövüştün

Sonra bir bakış…

Ve soluksuz bir cümleyle göğe seslendin;

-Belki de ben

Beni iten kendim, 

Nereye düşsem, yine bendim…

Uyandın!

Minör asaletin.

Sesi işittin.

-Ey! Kabullendiğinden korkan,

Gecenin tamamını alırım.

Akşamın bi kısmını.

Sen yürürsen elbet,

Seninle beraber gelirim.

Bu imge; tabiat ve insan.

Bir mühürdür, yüreğimde.

Hâlâ korkarlar anlamaya.

Rüya bu.

Dinle…

Öylece sustun,

Sonra kavradın.

Rüya bu dedin.

Sustun.

Bir zaman gelecek anlayacak insan

Herkesin rüyasındaki ne başlangıç 

Ne de son!

Sen’i ortadan kaldırırsan.

Sır; belki de ismin.

Duyuyor musun beni 

Şimdi varlığına dayan ve çık o kuyudan…

Gecenin gebeliğinde,

Uçsuz bucaksız dudağına katıl

Rüyalarda buluşalım…

Gözde Baş

Permakültür: Sürdürülebilir Geleceğe Bir Adım

Permakültür son zamanlarda çok duyduğumuz bir kelime. Bu konuyla yeni ilgilenmeye başlayan birine permakültürü nasıl tanımlarsınız?

Sevgili öğretmenim Murat Onuk’tan duyduğum en genel tanımıyla  “etik temelli, sürdürülebilir insan yerleşimleri tasarımı bilimi”  derim. 

Permakültüre ilginiz ne zaman ve ne amaçla başladı? Yakın çevrenizin tepkisi ne oldu?

Permakültüre ilgim ne zaman başladı sorusuna verecek net bir cevabımın olmadığını düşünüyorum. Hayatıma dair hatırladığım en eski anımda da permakültürün izlerini bulabiliyorum. Permakültür diye bir şeyin var olduğunu ne zaman duyup ‘hah işte bu!’ dediğim zamanları sorarsan eğer 2016 yıl derim. Hayatıma giren kıymetli dostlarım sayesinde bakış açım ve hayallerimle ilişkilenme biçmim o dönemde kökten dönüşmeye başlamıştı. Tabi bunu şimdilerde dönüp baktığımda farkına varıyorum ki bu çok keyifli. Yaşadığım hayata, dünyaya, içinde bulunduğumuz sisteme karşı sanıyorum ki içimde öfke birikmişti. Yolunda olmayan, içime sinmeyen bir şeylerin olduğunu sezdiğim ve yaşam tarzımdan memnun olmadığım bir dönemin içindeydim. Dünya ile, hayatta olmak ile ilgili köklü kaygılarım vardı. Yolda yürürken herkesin deli olduğunu, şehirde koşturma içinde oksijensiz susuz nasıl yaşadıklarını düşünürdüm. Ancak ne yapacağıma veya nasıl bir dünyada yaşamak istediğime dair pek bir fikrim ve ya düşünmeye mecalim yoktu. Hayatımın böyle bir evresinde çok kıymetli dostlarımla tanıştım ve onlardan permakültür’ün varlığını öğrendim. “Mıntıka 0” ı kendim olarak görüp ferah, mutlu, ve merkezinde bir yaşam hayal ettim.

Kişisel dönüşümüm dışında, bir de iklim krizi gibi dünyanın her yanını dönüştüren ciddi bir konu vardı karşımda. Bu konuya saplanıp kalmak ve umutsuzlaşmak çok kestirme bir yol ve o dönemlerde böyle bir noktaya daha yakındım. Diğer yol olarak, rengarenk ve sonsuz ihtimallerin varolduğu bir gerçeklik de var. Permakültür tam bu noktada çöldeki su olabiliyor. 

Permakültürün kurucularından Bill Mollison’ın çok sevdiğim bir cümlesi var:

“Dünyanın sorunları giderek karmaşıklaşsa da, çözümleri hep utanç verecek kadar basit kalmaya devam edecektir”

Nedir bu “Mıntıka 0”?

Tasarımda enerjiyi verimli kullanabilmek için mıntıka analizi yapıyoruz. İç içe geçmiş çemberler gibi düşünebiliriz mıntıkaları. Mıntıka 0 demek, içinde en çok bulunduğumuz, gündelik işlerin en yoğun olduğu bölgeler demektir. Evimiz gibi. Son çemberimiz mıntıka 5 ise ölçeklendirmemize göre doğa ananın kendisi, evrenimiz  gibi içinde gelişip yaşadığımız ve keşfettiğimiz alan olarak belirleniyor  Mıntıka 0 dan başlayıp mıntıka 5 e doğru bir yolculuk yani.

Harika bir başlangıç! Peki, Permakültürün ilkeleri ve uygulama alanları nelerdir? Kısaca bahseder misiniz?

Permakültür  , canlı ve cansız her şeye, sadece var oldukları için saygı ve özen gösterme yaşam etiği temelindedir. Bunun üzerine 3 temel permakültür prensibi vardır;

“dünyayı gözet”  “insanı gözet”  “artanı vakfet” 

Permakültürün “Dünyadaki tüm insanların ihtiyaç duyduğu besin stoğunun tamamını, şu anda kullandığımız ekili alanların sadece %4’ünü kullanarak sağlayabilir, geri kalan %96’yı ormanlaşmaya ve doğanın kendini onarmasına terk edebiliriz.” iddiası vardır. Bunun mümkün olabilmesi için doğru ilişkiler kurmamız gerekmektedir permakültür de bunun nasıl olacağını araştırmaktadır. Bunu da her şeyi içinde barındıran doğadan öğreniyoruz. Tüm yaşamı öğrendiğimiz gibi. Permakültür tasarımı örüntüleme üzerine kuruludur. Son zamanlarda yoğun olarak, baktığım yerdeki örüntüleri yakalayabilmeye kavrayabilmeye çalıştığım bir süreçteyim. 

Uygulama alanları nelerdir dediğinde her yer her an  demek geçiyor aslında içimden ancak çok soyut ve anlaşılmaz kalabilir kaygısıyla, David Holmgren’in “Permakültür Çiçeği” ne dikkat çekmek istiyorum. Çiçekteki her bileşen uygulama alanın içinde ve tamamen yaratıcılığımıza ve nasıl yaşamak istediğimize bağlı olarak konsept içinde işlevselleşiyor.

Permakültür Çiçeği, David Holmgren’den değiştirilerek Jonathan Woolson’un çiziminden uyarlanmıştır. Her bir taçyaprak insanın temel bir ihtiyacını göstermektedir.

Şehir yaşamı içerisinde permakültür size ne ifade ediyor? Bu konsepti nasıl günlük hayatımızın bir parçası haline getiririz?

Bence “mıntıka 0” kendiniz olduğu zaman permakültür yaşamınızın her alanına yerleşmeye başlıyor. Yaşadığımız şehirlerde ciddi bir atık oluşuyor ve bu atıklar aynı zamanda geniş bir kaynağa dönüşebilme potansiyelini de içinde barındırıyor. Bunun için kurumlarla, belediyelerle birlikte hareket edebilmenin ve şehir hayatlarının dönüşebilmesinin hayalini içten içe kuruyorum. Ankara Kalkınma ajansının bu konuda çalışmaları ve projeleri de devam ediyor. Hatta geçtiğimiz aylarda Taner Aksel hocanın sunumuyla “Permakültür’e Giriş Eğitimi”ne Sevecen ile birlikte katıldık. ‘Şehirlerimizi iyileştirmek adına neler yapılabilir’ konusu üzerine sohbet edip sunabileceğimiz destekleri de konuştuk. Permakültür çalışmalarının gelişip çoğalması içimi umutla dolduruyor.

Şehir içerisinde elimizden geldiğince az atıklı, geri dönüşümlü ve ileri dönüşümlü yaşamanın çok kıymetli olduğunu inanıyorum. Apartman dairelerinde kolaylıkla yapılabilecek kompost uygulamaları var. Bu yolla gıda atıklarını humuslu toprağa dönüştürmek mümkün, hem şahane toprağınız oluyor hemde kendinizi iyi hissediyorsunuz. Bir çeşit gezegene bağlanma yöntemi bence. Bunun dışında çok güzel örgütlenmeler var. İnsanlarla bir araya gelip işbirliği yapmak şehirlerde hem kolay hem de önemli. Tüketici olmak yerine türetici olabildiğiniz bir alan açılıyor. Gıda alışverişlerinde mümkün olduğunca doğrudan üreticiden alınabilir. Gıda tercihlerinizi değiştirdiğinizde gerçekten bedensel değişimi doğrudan hissedebiliyorsunuz. Aslında bu işin o kadar yöntemi var ki, canlı ve cansız her şeyi gözetmeye karar verdiğinizde kendinizi tüm teorilerden sıyrılmış yaratıcılıkla sonsuz seçeneğin içinde buluyorsunuz. 

Konuyla alakalı teorik ve pratik geçmişinize dayanarak, neler yapıyorsunuz ve gelecekte ne gibi işler yapmayı planlıyorsunuz?

Evde bokaşi kompostu” yapıyoruz, mümkün olduğunca az paketli gıda tüketiyoruz. Alışveriş tercihlerimizi daha bağlantıya dayalı ve sağlıklı olduğuna inandığım şekilde dönüştürmeye çalışıyoruz. Çamaşır makinesi deterjanı, temizlik sirkesi yapıyoruz. Temizlik için sirke, karbanot ve bazen arap sabunu kullanıyorum bence mükemmel üçlü her şeye çözümler.. Atık yağlardan evde arap sabunu yapılabiliyormuş yakında denemesini yapacağız. Banyoda sabun kullanıyorum saç kremi içinde sirke harika oluyor. Krem ve koku konusunda İlkin’e ve Sevecen’e kendimi bırakıyorum, onlar da parfüm ve krem yapıyorlar. Ofiste bile çıktı alırken EcoFont Vera Sans kullanıyorum ve daha az mürekkep kullanmış oluyorum. İlk etapta aklıma gelenler bunlar. 

Bugünlerde permakültür stajı yapma isteği içimde çok canlı, bilgi dağarcığımı genişletip emek veren insanlarla bir araya gelmek istiyorum. İzmir’de Essen’in yıllardır sürdürdüğü çalışmaları var. Foça’daki arazilerinde bir permakültür bahçesi oluşturmaya çalışıyorlar. Vakit bulup onlara yardımcı olmak istiyorum çünkü öğrenebileceğim pek çok pratik tecrübeleri var. 

Bir yandan da Hamleci Konağının ön bahçesinde permakültür temelli bir bahçe oluşturma niyetimiz var. Fikirlerimiz konusunda, yakın geçmişte somut adımlar atmaya başladık. Toprak analizimiz geldi, yakında kuyu suyunu da analiz ettireceğiz. Yıllar içinde filizlenen fikirlerimiz köklerini derinleştirmeye başlıyor. Huzurluyum.

Bugüne gelene kadar hatalarınızdan neler öğrendiniz? Yeni başlayacaklara tavsiyeleriniz neler?

Karamsar olma eğilimimden ve kısıtlı bir noktadan bakmaktan çok çektim. Umutlu olmanın, sorunun içinde çözümü barındırdığının bilincinde olmanın ne kadar değerli olduğunu öğrendim. Birbirimize göz kulak olup, işbirliğini içinde neler başarabileceğimizi gördüm.

Çok güzel eğitimler, videolar, kaynaklar var ve günden güne de çoğalıyor. Aslında her şey, bireysel ve çevresel farkındalığın artmasıyla, birbirimizle ve kendimizle bağlantıda olmakla başlıyor. Böylece dünyayı ele alışımız, eğlenceli, yapıcı ve sürdürülebilir oluyor.

Ayşe Yayla

Röportaj: İlkin Taşdelen

Türkçe aslından çeviri: Tevfik Hürkan Urhan

Balık Kılçıkları & Çeşitli Fikirler

and the night dawns upon us

catches us shelterless / and with trembling hearts

rumbling , flowing , blinding our eyes

curtain of life / blood of my blood

/

the dew of yours, settles in / inside my lungs

and every breath of mine soak in / become your child 

a howl , most silently builds up and turns down on me 

/ sits transparently

between the sermon of he holy

and the cry of the loony

/

get down and down and down

keen to the heart and chin to the chest

maybe the last feeling of any weight / and a glimpse of your feet

all you’ve ever had / one you’d never get

 Is there a postponement for eternity ?

/

Since there IS , is there any other attribution to it other than infinite ? What does limited mean other than limitless ? Can something limited really emphasize something other than what is limitless ?

Is there really any other possibility other than all the possibilities ?  What does the possibility of eternal nothing at the end mean for the ongoing now ? if eternal nothing really is then how can it be “later” ?

How can eternal nothing “come” “later” ? if it is here , now then what is this ?  

there is and there isn’t. Are there any doubts that there IS ? Can there really be any doubt on there IS ? 

 No. There can’t be any doubt that there is.          

Here are some flying fish-bones.

Babylon Kent Bahçeleri

Kent bahçeciliği derken neyi kastediyoruz?

Kent bahçeciliği derken tam olarak söylenen şeyi kastediyoruz aslında. Kelimelerden anladığımız şeyi. Kent ve bahçeciliğin birleşimini.

Günümüzde çok fazla sayıda insan kentlerde yaşıyor, ve kentlerde yaşayan nüfustaki artış da gün geçtikçe hızlanıyor. Kent bahçeciliği her ne kadar yeni popülerleşen bir kavram gibi görünse de, tarihi çok eskiye dayanıyor. Babil’in Asma Bahçeleri, ilk çatı bahçesi örneğini de oluşturması açısından önemli bir kent bahçesi örneği sayılabilir.  Dicle nehri kıyısında, Diyarbakır Kalesi’nin yanı başında uzanan Hevsel Bahçeleri ise 7bin yıl öncesine uzanan tarihi ile olduğu kadar günümüzde de tarım yapılmaya devam edilmesi ile bir diğer önemli kent bahçesi örneği. Tabi, kent bahçeciliğinden bahsederken binlerce yıl öncesini konuşabiliyor olsak da modern kentlerin tarihi o kadar eskiye dayanmıyor. Kentlerin devasa boyutlardaki beton ormanlara dönüşmesi ve insanların bu beton yığınlarının içinde yaşamın akışkan ritminden ve doğal döngülerden uzak, saatin mekanik tik takları ile yaşayan insan kalabalıkları halini alması sanayi devrimi ile başlıyor. 

Bugüne baktığımızda ise dünya nüfusunun yarısından çoğu kentlerde yaşıyor. Kitle iletişim araçlarının resmettiği ve kırsalda yaşayan insanlar için büyülü bir hayal halini alan görkemli kent yaşamları ise ne yazık ki resmedildiği halin çok uzağında. Ekonomik ve sosyal açıdan ayrıcalıklı küçük bir azınlığın dışında kentlerde yaşayan insanların çoğu için yaşayabilmek ciddi bir mücadele demek.  Zamanlarının çoğunda yaşayabilmek için gerekli ihtiyaçlarını karşılamak için çalışan ve kalan zamanlarında da çalışırken yaşadıkları stresten uzaklaşabilmeleri için hızlı eğlence araçları ya da uzak doğu kültürlerinin kadim öğretilerinden medet uman insanlar için yaşam bu iki uç arasında sallanan bir sarkaç halini alıyor. Maalesef ki çoğu insanın hayatın keşmekeşi içinde sarkacın durduğu âna, ölüm ânına kadar bir uçtan öbür uca savrulmaktan öte bir çabaya girmek için fırsatları olmuyor. Dışarıdan bakıldığında sonsuz fırsatlar okyanusu gibi görünen kentler, içinde yaşayan insanlar için sınırları köşeli çizgilerle belirlenmiş hayatlar sunmaktan öteye gidemiyor. 

Kent bahçeciliğini kentin bizi yaşamaya zorunlu kıldığı mekanik hayatlar tarafından izole edildiğimiz doğa ve onun akışkan ritmi ile bir temas çabası olarak düşünebiliriz sanırım. 

Bu işe ne zaman ve nasıl başladınız?

Kent bahçeciliğine dair uğraş tam da hiçbir uğraşın içinde olmak istemediğim, yaşamın anlamsızlaştığı uzun bir bunalım döneminin ardından başladı benim için. Bahsettiğim dönem yaşamdan herhangi bir isteğimin kalmadığı, yaşama dair oldukça iştahsızlaştığım bir dönemdi. Bulunduğum ruh halinden çıkmak için bırak çabalamayı, çaba göstermek için en ufak bir istek bile hissedemiyordum. O ruh hali ile daha fazla devam edemeyeceğimin de farkındaydım.

Bir uğraş edinmenin iyi geleceği önerileri ve bir arkadaşımın da desteği ile bir kafe’de garson olarak çalışmaya başladım. Zaman biraz daha akabilir bir hal almıştı ama ruh halimde pek bi değişiklik oluşturmamıştı kafe’de çalışıyor olmak. Aynı dönemde rastgeldiğimiz başka bir arkadaşım beraber ev tutmayı önerdi ve ev arayışımız başladı. Şans eseri bahçecilik ile uğraşmaya oldukça uygun olan bir teras bulunca da kent bahçeciliği fikri kendiliğinden oluşmuş oldu.

Aslında kent bahçeciliğine dair uğraş benim için bir çok tesadüfün sonucu başlamış oldu. İki yıllık asker kaçaklığının yarattığı sıkışmışlık hissinin de bunalımlı ruh halimde payı olduğunu düşünüyordum. Ev tuttuğumuz dönemde tekrar öğrenci olmanın hem askerlik açısından hem de “ne yapıyorsun?” sorusunun karşısında “kem küm…” cevaplar yerine “öğrenciyim” gibi bir cevap vermeyi kolaylaştırması açısından yaşamı biraz daha hafifleteceğini düşünüp yüksek lisans yapmaya niyetlendim.  Bölüm olarak hangi bölümde yüksek lisans yapacağımdan ziyade bir yüksek lisans yapma konusunda kararlıydım, o yüzden de farklı farklı bir çok bölüme başvurmaya başladım. “Bahçe Bitkileri” ismiyle bir bölümün olduğunu da bu başvuru sürecinde öğrenmiş oldum ve diğer tüm başvurularımı iptal ederek, Bahçe Bitkileri bölümüne yoğunlaştım. Hem yaşamsal bir uğraş hem de akademik bir uğraş olarak bahçecilik iki buçuk yıl önce bu şekilde hayatıma girmiş oldu.

Kent Bahçeciliği’ne ne niyetle, hangi amaçlarla başladınız?

Kentlerin o buhranlı döngüsünden çıkıp kırsalda bir yaşam kurmak giderek daha fazla insanın gündemi halini alıyor. Ben ve çevremdeki insanlar için de durum benzer. Uzun yıllardır, nerede ve nasıl bir yaşam hayal ettiğimizi konuşuyoruz. Kimimiz bunun için küçük küçük harekete geçebilmiş olsa da, bir çoğumuz için geleceğe dair bir niyet beyanı ya da “ah keşke…” ile başlayan bir hayalin paylaşılması oluyor bu sohbetler. Özellikle pandeminin etkisiyle kentlerin sunduğu sosyal imkanlardan da mahrum kalan insanlar için kentlerden uzak bir yaşam arayışı daha da yaygınlaşacak gibi görünüyor.  Ama yine de bu arayışın sonucu olarak yakın bir gelecekte kent nüfusunda kayda değer bir azalma olacağını hatta artış hızında dahi bir azalma olacağını düşünmek fazlaca iyimser olacaktır.

Endüstrileşme ve kentleşme olanca hızıyla devam ediyor. Hal böyleyken de yalnızca kırsalda küçüklü büyüklü topluluklarla kurulacak yaşamların bu gidişatı değiştirmek için yeterli olacağını düşünmüyorum. Bu söylediğimden bütün yaşamlarını kırsalda alternatif bir yaşamın arayışına ve inşasına adamış insanların uğraşlarını değersiz gördüğüm anlaşılmamalı, aksine çok değerli görmekle beraber yeterli olmadığını düşünüyorum. Eğer ki son sürat gittiğimiz ekolojik kıyamet güzergahından sapmak istiyorsak, bu ancak, kent yaşamının akışında oluşturacağımız sosyal, kültürel ve ekonomik kırılmalar aracılığıyla olacaktır. İnsanların kentten kıra göçmesi ve burada kendi kendilerine yeten yaşamlar kurmaları bu kırılmalardan yalnızca birisi. Beni kent bahçeciliğine itense “kentin içinde de kent yaşamının mekanik ritminde başka bir kırılma yaratmak mümkün mü?” sorusu.

Yakın çevrenizden ne gibi tepkiler aldınız? Birlikte çalıştığınız kişiler var mı?

Bu sürecin kendi adıma en büyük getirilerinden birisi annem ile olan ilişkimize yeni bir boyut getirmesi oldu, bir usta – çırak ilişkisi geliştirmiş olduk. Annem uzun yıllardır yaşadığı her yerde imkanları dahilinde bir bahçe oluşturmaya çalıştı. Kömür çuvallarında domatesini, biberini, dondurma kablarında yeşilliklerini yetiştirirdi. Eve her gidişimde de, dalından koparıp yemem için beklettiği domatesi, çileği kesin olurdu. Ama o dönemlerde bahçeciliğe dair herhangi bir ilgim olmadığı için annemin uğraşının oldukça uzağında durdum. Kendim bahçe kurmaya niyetlendiğimde ise geçmişe dair büyük bir pişmanlık halini aldı bu uzak duruş. Özellikle bitkilere dair en değerli bilgilerin deneyim üzerinden edinildiğini düşünüyorum ve bu açıdan bir hazine olan annemin deneyimlerinden faydalanma fırsatını bir ölçüde kaçırmış olduğum için üzgünüm.

Bahar başlangıcında, yani bahçenin kurulma aşamasında annem ile beraber çalışmış olduk. Daha doğru bir deyişle anneme çıraklık yapmış oldum. Annemden edindiğim deneyimin yanı sıra, yıllardır anne – çocuk olarak beraber yaptığımız çok fazla aktivite yoktu, bir hafta boyunca geceli gündüzlü bahçe ile uğraşmak o açıdan da ayriyeten keyifliydi.

Üniversite zamanlarından kalma bir alışkanlık olarak, herhangi bir uğraşı bir kolektif yapı üzerinden başka insanlarla beraber yürütmek gibi bir alışkanlığım var. Bu yüzden de Babylon Kent Bahçeleri adında bir oluşum üzerinden kent bahçeciliği uğraşına kolektif bir yapı kazandırma gibi bir niyetim oldu. Fakat henüz bu konuda pek bi ilerleme kaydettiğimi söyleyemeyeceğim. Babylon Kent Bahçeleri, şu an için bir niyet olarak varolmaya devam ediyor. 

Şu an için uğraşı baştan sona beraber yürüttüğümüz kimse olmasa da, bir çok insan bir çok aşamasında yardım etti ve etmeye de devam ediyor. Özellikle bahçenin bahara hazırlanması sürecinde, farklı bir çok insanla toprak taşıma, tohum ekme, saksı değiştirme gibi işleri beraber yaptık.  Son iki yıldır, özellikle bahar dönemi yaklaştığında zamanımın büyük bölümü bahçe uğraşları ile geçmeye başlıyor. O dönemde hat hatır sormak için uğrayan ya da arayan arkadaşlarım bir anda kendilerini çuvalın diğer ucundan tutup toprak taşırken ya da saksıları tohum ekimi için hazırlarken bulabiliyor.

Biraz süreçten bahsedelim. Ne umuyordunuz, ne buldunuz?

Önceden de belirttiğim gibi, ekolojik yaşam arayışı kentlerde oldukça yaygınlaşmış durumda. Çeşitli bostanlar, topluluklar ve dernekler üzerinden bu konuda çalışma yapan insanlar mevcut. Bu arayış üzerinde ortaklaşan insanlar ile daha geniş çaplı birliktelikler inşa edebileceğimizi ummuştum fakat henüz böyle bir süreç başlamadı. Tabi son bir yılın pandemi atmosferinde geçtiğini düşünürsek bu birlikteliklerin kurulamamış olması geleceğe dair bir umutsuzluk oluşturmuyor. 

Gelecekte bu girişimi nerelere taşımayı düşünüyorsunuz? Yol haritanızdan bahseder misiniz?

Sanırım bu noktada iki farklı yol haritasından söz etmek daha doğru olacaktır. Kişisel olarak bu uğraşı sürdürebilmek ve geliştirebilmek için maddi bir getirisi olacak bir yapı kazandırmak istiyorum uğraşıma. Babylon Kent Bahçeleri’ni kurgularken şöyle bir fikrimiz de vardı; ilgisi ve balkon, teras ya da bahçesinde bahçecilik ile uğraşacak alanı olan ama zamanı olmadığı için ya da ilk adımı bir türlü atamadığı için uğraşmaya başlayamamış olan insanlar için istedikleri alanlara kendi istedikleri bitkilerden oluşan bahçe tasarımları oluşturmak. Tasarlayacağımız bu bahçeleri de, damla sulama sistemi gibi pratik araçlarla olabildiğince kolay ilgilenilebilir bir şekilde kurup, sonrasında bitkilerin bakımına dair vereceğimiz kısa eğitimler ile insanların kent bahçeciliği uğraşına başlamaları ve sonrasında bu uğraşlarını kendilerinin sürdürebilmesi konusunda teşvik edici olmak gibi bir fikirdi bu. 

Diğer bir niyet ise, kentte ekolojik bir yaşam oluşturma arayışında olan insanlar ile kent bahçeciliği üzerine daha kapsamlı çalışmalar yürütecek bir yapının inşası. Kooperatif gibi kurumsal bir yapının, yine bu konuda çalışma yürüten ya da bu tür çalışmaları destekleyen kurum ve kuruluşlar tarafından muhattap olarak alınırlığının artacağını ve kent bahçeciliğinin yaygınlaşması adına bu kurum ve kuruluşlar ile beraber ya da onların desteği ile daha rahat çalışma yürütülebileceğini düşünüyorum. 

Kent bahçeciliğine dair hayalleriniz nedir, gelecekte kent bahçeciliğinin nasıl bir hal almasını hayal ediyorsunuz?

Hayal diyince sınırsız bir dünyanın içine adım atmış olduğumuzu düşünüyorum, o yüzden ne kadar mümkünlüğünü nasıl mümkünlüğünü bilemesem de en küçük ölçeğinden büyüğüne doğru kendi kendine yeten kentleri hayal etmek oldukça keyifli. Her apartmanın kendi ihtiyacını bir ölçüde kendi çatısında ya da bahçesinde karşıladığı, boş arazilere kurulacak mahalle bostanları ile ve yine terkedilmiş, boş binalara kurulacak olan hidrofonik dikey tarım bahçeleri ile mahalle olarak belli sebzeler açısından kendi kendine yetebilen, kent çevresindeki kırsal yerleşimin de entegre edilmesiyle şehir ölçeğinde de yine belli sebzeler açısından kendi ihtiyacını karşılayabilen şehirler ve bu farklı ölçekteki yerleşim yerleri arasında kurulacak olan takas ağları ile çevrili bir dünyada yaşamak çok keyifli olmaz mıydı?

Pandemi aslında yaşadığımız sistemin kırılganlığını tüm çıplaklığı ile göstermiş oldu bize. Üretim ya da lojistik üzerinde yaşanacak herhangi bir sorun karşısında kentlerde yaşayan insanlar olarak çaresiziz.

Bugüne gelene kadar hatalarınızdan neler öğrendiniz? Yeni başlayacaklara tavsiyeleriniz neler?  

En büyük hatam, daha doğrusu eksikliğim bahar öncesinde kurmayı planladığım bahçeye dair iyi bir planlama yapmamak oldu.  Çünkü her bitki gerek istediği koşullar gerekse de gelişme hızı açısından birbirinden farklı özellikler gösteriyor. Hangi bitkinin nasıl bir toprak derinliğinde iyi gelişim göstereceği, güneş mi gölge mi sevdiği gibi konuları detaylıca araştırmadan çok fazla çeşit bitki ile ilgilenmeye çalışmak büyük sorun oluşturabiliyor. O yüzden önerim özellikle yeni başlayacaklar için çok fazla çeşit bitki yetiştirmeye çalışmaktansa yetişme koşullarına dair araştırma yapabildikleri bitkileri tercih etmeleri ya da dere otu, soğan gibi yetiştirilmesi kolay bitkiler ile başlayıp daha sonra bahçelerini kademeli olarak genişletmeleri.

Kent bahçeciliği politik olarak ele alındığında, bize neler anlatıyor?

Kent bahçeciliğinin politik olarak ne anlam ifade ettiğini belki de en güzel anlatacak söz, Deleuze’un “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur” sözü. Kentlerde yaşamlarımız bir çok farklı iktidar aracı tarafından biçimlendirilmeye çalışılırken, bize sunulan veya mecbur bırakıldığımız yaşamların dışında alternatif bir yaşamı var etme çabasının, kent yaşamının mekanik ritmine yapılacak her türlü müdahalenin oldukça politik olduğunu düşünüyorum. 

Kendi dışında üretilen ürünler olmasa varlığını sürdürme kudretinden yoksun kentlerde tarımsal üretimin artması ve kentlerin dışa bağımlılığının azalması kentlerde yaşayan bireyler açısından özgürleştirici bir durum, ve dışa bağımlılığı azalmış bireyler arasındaki ilişkileniş ve kültürlenişin de şu andan çok farklı olacağı aşikar.  

ERKEKLER // Sanat Yapımının Etobur Hâli

Şimdi, arkadaşlarım ve ben bir kısa film yaptık. 

Toplamda tüm süreç elli beş günlük bir pre-prodüksiyon, beş günlük bildiğin prodüksiyon ve aşağı yukarı on beş günlük de bir post-prodüksiyon sürdü. Bu günlerin hepsi faturası kesilebilir iş saatleriyle dolu değildi. Yazım Nisan sonunda başladı. Yazma işleminin kendisi taş çatlasın iki saat sürdü. Bu iki yalnız saatin ardından ilk müsvedde çıktı. Takiben geçen birkaç gün de metnin tashihiyle geçti, böylece ikinci müsvedde çıktı, bu da insanlarla paylaşılarak aniden oksidize edildi. Onların fikirleri üçüncü müsveddeyi çıkarttı. 

DAHA FAZLA

İsmail Türküsev ve Komedinin El Kitabı

İsmail’in Moda’daki evindeyiz. Haziran ayı bitti bitecek, İstanbul inanılmaz pis sıcağına teslim olmuş. Bir önceki gece İsmail’le Euro 2020’nin en güzel akşamını izlemişiz. Bir iki saat sonra İsmail kalkıp, Socrates Dergi için kaydettiği podcastin çekimlerine gidecek. Bilgisayarı açıyorum. Kayıt programını çalıştırıyorum. “İsmail” diyorum, “gel; röportajı aradan çıkaralım”. Altı senelik dostluğun sonunda gelen rahatlık bu.

İsmail Türküsev bir komedyen ve dijital içerik üreticisi. Kendisiyle de bu konular üzerine sohbet etme niyetim var. Dolmuş ekibi elime bir takım sorular tutuşturmuş. Bir takım sorular da benim aklımda var. Ağzıma ilk düşen soruyla açılışı yapıyorum. İsmail yaptığı işin tanımından genel olarak memnun mu? Komedyen, yaptığı işi tam olarak karşılayan bir tabir mi?

Komedyen çok karşılıyor aslında” diyor İsmail, “ama komedyen bir şeyi karşılamıyor halkta. Yani komedyenim dediğin zaman şey oluyor aslında: ‘Yani tamam da başka ne yapıyorsun? Hani ben de balık tutuyorum ama söylemiyorum bunu’ gibi.”

Elbette bir komedyenle röportaj yapacaksanız, cevapların ciddi bir bölümünde şaka bulmayı kabul etmeniz gerekiyor. Ben İsmail’i yeniden ciddiyete davet ediyorum. İsmail burada Türkiye’ye ait bir tepkiden bahsediyor; Türkiye’de komedyenliğin ciddi bir meslek olarak algılanmadığını ifade ediyor. Ben de bir takip sorusu olarak bunun değişip değişmediğini soruyorum.

Tabi, çok uzun zamandır değişiyor bu.” diye yanıtlıyor İsmail, “Ben biraz altın döneminde girdim aslında, yükselişine denk geldim.

Bu tam aradığım pas, çünkü ben zaten İsmail’e komedyenliğe nasıl başladığını sormak istiyordum. Soruyorum. Muhabbet kırılmadan istikametinde akmaya devam ediyor.

Ben zaten mizah yapıyormuşum yıllardır, çeşitli mecralarda. Aslında radyoyla girdim bu işe.” diyor. İsmail burada Türkiye’de çok popüler olan komedi programı O Tarz Mı’dan bahsediyor. O Tarz Mı, Can Bonomo, Can Temiz ve İsmail Türküsev üçlüsüyle 2015 yılında radyoda hayatına başlıyor. 

Zaten üçümüz arkadaştık ve herkesin o yaptığı geyiği, yani aramızda yaptığımız muhabbetleri radyo programı yapsak ne güzel olur’u yaptık.” diye anlatıyor İsmail o günleri, “ama işte aramızda bir tane yapan bir insan olduğu için; yani daha önce radyoculuk yaptığı için demiyorum, genel olarak yapan bir insan Can Bonomo olduğu için; o yapıyor. Yapınca bize de yaptırdı. 

O Tarz Mı, hayatına bir radyo programı olarak başladıktan sonra dijitale geçiyor ve uzun yıllar boyunca Türkiye’nin en çok dinlenen podcast programı oluyor. İsmail bunun aslında O Tarz Mı ekibinin takip etmediği bir şey olduğunu ifade ediyor. 

“Bir anda da hiç tahmin etmediğimiz bir şekilde de podcastte öncü olduk.” diyor, “Çünkü dijitale hızlı geçtik, çünkü gençtik ve radyolar farklı konjonktüre girmeye başlamışlardı Rock FM satılmıştı falan. Sonra Spotify’ın yükselişiyle beraber Spotify’a koymaya başladık ve çok uzun süre kendimiz de burada podcast diye bir kategori olduğunun, buranın tartışmasız lideri olduğumuzun farkında değildik.

O Tarz Mı, İsmail’in hayatında önemli bir dönüm noktası bu yüzden. Daha öncesinde reklam sektöründe metin yazarı olarak çalışan İsmail, böylece performans sanatlarına geçiş yapmış oluyor.

Evet kurdun dişine kan değdi yani.” diye muhteşem bir Türkiye deyimiyle açıklıyor İsmail bu geçişi. Spesifik olarak da O Tarz Mı’nın ilk canlı performansından söz ediyor. “Üçüncü dördüncü senemizde O Tarz Mı Live yaptık IF Beşiktaş’ta ve 1500 kişi geldi. 1500 kişinin önünde O Tarz Mı icra ettik ve O Tarz Mı’da benim rolüm aşağı yukarı pervasız şaka yapan adam zaten. Ve ben 1500 kişinin önünde söylediğim şeylere gülünmesinden gerçekten çok etkilendim. 1500 kişinin kolektif kahkahasını hayal etmek ve duymak çok farklı şeyler gerçekten.”

İsmail bunu deyince yakın zamanda izlediğim Friends Reunion bölümündeki aktör Matthew Perry geliyor aklıma. Perry, canlı bir seyirci kitlesi önünde çekilen Friends’de şakaları tutmadığı zaman, gülünmediği zaman büyük bir anksiyete yaşadığını ve ancak kendisine gülündüğü zaman bir çeşit bütünlük hissettiğini anlatıyor. Bunu hatırlatıp İsmail’e soruyorum: Kahkaha aramak bir tasdik arayışı mı?

İsmail gülüyor ve “Yok, iyi sevgi aldım ben büyürken hiç onunla alakası yok.” diye cevap veriyor. İsmail genel olarak hayatta kahkaha arıyor, onun mizacı bu. Matthew Perry’nin ifade ettiği hissin ters tarafı, yani şakalarına gülünmediği zaman oluşan anksiyete ise İsmail’e göre komedyenin erken geliştirmesi gereken bir kalkan. 

3-4 şakamın kötü gitmesinin diğer 7-8’i denemem için engel teşkil etmemesi gerektiğini biliyordum.” diyor İsmail, “Bir de oransal olarak iyi bir yerdeydim diye düşünüyorum. 6-7’sinde güldürüyorsan 2-3’ü yakıyorsun. İnsanlar tolere ediyorsa sen de tolere edilebilir olduğuna ikna oluyorsun.

O zaman bizim şaka konuşmamız lazım. Şaka nedir onu konuşmamız lazım. Lafa İsmail’e daha önceden takip ettiği komedyenler olup olmadığını sorarak başlıyorum. Klasikleri, bilindik isimleri izlediğini söylüyor. Komedyenliğe başladıktan sonra o gözle tekrar izleyip izlemediğini soruyorum; “Tabii ki” diyor. Peki ne fark ediyor icracı gözüyle standup gösterisi izlediğinde?

Bu adamın bunu söylerken ne düşündüğü empatisi çok yoğun olmaya başladı. Çünkü kendini karşı konulmaz bir şekilde yerine koyuyorsun ve bunu niye yaptığını, bir sonrakinde neye hizmet edeceğini, buradan neye geçeceğini görüyorsun.”

İsmail ipleri görüyor yani. Yani standup epey inşa bir alan, onu anlıyor.

Çok. Zaten bir de öyle bir ikiliği var. Ne kadar rahat ve doğaçlama gibi hissettirirse o kadar iyi oluyor ve o his için de tam tersine o kadar tutarlı ve planlı olması gerekiyor. Komedyen şakasına güvenmiyor bazen ve hemen “işte bu da böyle bir şakaydı” falan diyor sonunda, işte o gerçekliği kırıyor seyirci nezdinde. Seyirci o zaman geriliyor, çünkü ona bir şey yapıyormuşsun gibi oluyor. Ama ideal olan hep beraber bir şey yapıyormuşsun hissi. Burada bir mühendislik var, bir sistematiği var hisleri gerçekliğe döndürüyor.

Ancak bu bariz gücü unutturmak zor, çünkü Jerry Seinfeld’in de isabetle belirttiği gibi standup gösterisinde konuşan sadece tek bir kişi var. Diğer herkes susuyor. İsmail bu güç yüzünden seyirci – icracı ilişkisinin özel olduğunu düşünüyor.

Seyircinin sana cephe almaması için hem onların yanında onlarla kaynaşık olman gerekiyor hem de bir yandan da otoritenin sınırlarını çok tatlı sert bir şekilde çizmen gerekiyor; aksi takdirde anlıyorsun ki seyirci her zaman senin dostun değil.”

Ne zaman dostu peki?

Güldürdüğün zaman. Güldürdüğün zaman öyle bir dostun ki hatta o zaman söylediğin her şeyin arkasında duruyorlar. Ne zamanki sen inanmadı, o inanmadı, gülmediniz; o zaman zaten söylediğin şeyin içini sorgulamaya başlıyor.

Sahnede olmak ve sahnedeki tek kişi olmak elbette garip bir dinamik, bu garip dinamiğin merak ettiğim bir kısmı daha geliyor aklıma İsmail ile konuşurken. İsmail underground ile ana akım arasında bir yerde gidip geldiği için, bir yandan Zorlu PSM ve BKM gibi cilalı sahnelerde; bir yandan da Aylak gibi barlarda sahne alıyor. Bir tarafta seyirciden birkaç santim yüksekte duran bir komedyen, bir tarafta içkili bir ortam. İkisinin farkını soruyorum.

Sahne ne kadar yüksek olursa beklenti o kadar artıyor, izleme şekli o kadar değişiyor. Seyircinin ne kadar rahat olduğu çok önemli. Önünde bir masa varsa, fıstığını içeceğini önüne koyabiliyorsa ona göre daha rahat oluyor.” diyor İsmail. 

İkisi arasında kendisi için bir fark olup olmadığını soruyorum ben de bunun üzerine. Doğal olan soru bu gibi geliyor.

Yani aslında ikisini de belli bir ölçüde yapabiliyor olmak lazım. Ben mesela Sahne Beşiktaş diye güzel bir tiyatro sahnesinde çok gerilmiştim. Çünkü çok yukarıdaydık seyirciden, tam bir tiyatro ışığı vardı ve sahne çok büyüktü. Bir de tiyatro düzeneğindeydi salon, ve o düzenekte seyirci tiyatro izliyormuş gibi davranıyor. Kendini çok içinde hissetmiyor olayın. Kahkaha da bir katılım ya? Katılımı minimize ediyor. Gel gelelim barlarda ve sahne-seyirci çizgisinin çok belirgin olmadığı yerlerde çok daha rahat oluyor. Ama bu sadece underground standup’ta olabilecek bir şey. Öteki başka bir şey.

Konu bunun üzerinden o sahnenin kullanımına da geliyor. İsmail’le bir süre farklı standupçıların nasıl bu sahneyi doldurduklarını konuşuyoruz. İsmail söyleme dayalı standup gösterilerini sevdiğinden, Bo Burnham gibi olayı ışık, gölge ve müzik şovuyla besleyenleri standup’tan uzakta bir yerde görüyor. Sahneyi pantomim ya da yatay hareketlerle dolduran Cem Yılmaz ya da Dave Chapelle gibi örnekleri ise kendisine örnek alıyor ve bunun bu performansta ileri düzey bir yetenek olduğunu söylüyor.

Ben üç farklı açı olduğunda bile biraz şuraya anlatayım biraz buraya anlatayımın endişesini yaşıyorum.” diyor dürüstçe. “Adam 360 derece yapıyor. Cem Yılmaz mesela, üç katlı mı orası kaç katlı? Biraz balkona da anlatıyor, sağına soluna dönüyor. Zaten artık metnine ve icrana o kadar iyi hakimsin ki, üstüne bir de çevreyi kontrol ediyorsun. Ben daha anlattığım şeyde bile yeterince ustalaşmadım ki bütün çevrelerde aynı şekilde icra edebileyim, o artık bir sonraki seviye.”

Söz metinden açılınca İsmail’e metin yazım sürecini soruyorum. Her şeyin, doğaçlama araları ve interaktif kısımların dahi önceden yazılmış olduğunu söylüyor.

Doğaçlamaya gireceğim yerler belli. Burada, buradan bir şey çıkarsa buradan devam edeceğim çıkmazsa ötekisine geçeceğim gibi. İnteraktif yerler belli.” diyor, ama ekliyor: “Tabi her gösterinin kendisine has bir yaşanmışlığı da oluyor. Laf atan, başka tepki veren vesaire. Bazen bazı yerlerde benim söylediğim bir şeyi o anki refleksimle farklı söylememden dolayı şaka başka bir hâle geçiyor. Alıp onu bir sonraki gösteride kullanıyorum.”

O zaman şakaların bir ömrü var. Doğup, büyüyüp, değişiyorlar. Peki ölüyorlar mı?

Ben diyelim bir şaka yazıyorum ve o şakanın artık hit olduğunu fark ediyorum, her zaman gülünüyor her zaman çalışıyor. Onu bir süre yapıyorum, çünkü yaparken kendim de gülüyorum. Kendim gülmediğim bir şeyi eğlenceli bir şeymiş gibi anlatmak zaten zor. O şaka bir enstrüman ya, o şakayı yaptıkça daha iyi yapmaya başlıyorum. Daha iyi yapma süreci bittiğinde şaka zirve yapmış oluyor ve o zirve noktasından sonra şakayla ilgili yeni bir şey keşfetme ihtimali bitiyor, bitince de beni heyecanlandırmayı bırakıyor. Öyle olunca da şaka ölüyor bir noktada.

İsmail bunu dediğinde benim aklıma Louis CK, oradan da alt-J’in yemin-vari şarkıcığı Ripe & Ruin geliyor. Hayatın dengesi gibi, şakaların da ömrü iyi meyvelere benziyor. Nadıc oluyor. Viran oluyor. Bunun ışığında biraz pandemiden söz ediyoruz İsmail’le. Yeni başladığı komedi kariyerinin tam başında, tam mesai işinden hayallerine doğru sıçramışken gelen pandeminin onu ne kadar maddi ve manevi zorladığından konuşuyoruz. İsmail bu süreyi yazarak, mutlaka bir gün döneceğine inanarak geçiriyor. Bir buçuk yılın ardından da, bu satırların kaleme alındığı 2021 yazında; yavaş yavaş sahnelere geri dönmeye başlıyor. Bir fark gözlemleyip gözlemlemediğini soruyorum.

Bir sikkoluk var.” diyor gülerek. “Sadece bende değil, tüm dünyada var sikkoluk. Herkes gülüyor ama tedirgin gülüyor, sadece standup için değil genel hayatta. O tedirginlik bize de yansıyor. Bakkala da yansıyordur yani.

Benim biraz farklı bir fikrim var bu konuyla ilgili. Yakın zamanda yaptığım bikininin tarihi araştırması aklıma geliyor. Orada konuyla ilgili bir tarihçi, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra korsetlerini atan, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra mayolarını ortadan kesen kadınların davranışında bir ortak zemin olduğunu; büyük kriz anlarından sonra insanların bir beden ve zevk kutlamasına giriştiğini anlatıyor. İsmail’e bunu söylüyorum, COVID sonrasın da böylesi bir reaksiyon beklediğimi anlatıyorum. Bu yaz o yaz mı?

Bilmiyorum, bu yaz biraz daha toplamayla geçecek gibi geliyor bana. Çünkü çok yara aldı insanlar, direkt şu anda bikinin altını da attım noktasına gelinebilecek mi bilmiyorum. Belki sonraki yaz. Bir noktada öyle bir deşarj yaşanacak illa ki.” diyor. Sonra da belki bunu demesinden ötürü, belki de laf lafı açtığından; pandemi sonrası katıldığı açık mikrofon seanslarındaki bir gözlemini paylaşıyor benimle. 

Bir sürü genç insan görüyorum açık mikrofonlarından örneğin. Çok ofansifler. Zehir zemberekler. Bu komedik anlamda bir devrim getirecek mi, yoksa hepimizi sikecekler mi bilmiyorum. Genç arkadaşlar tabii bilmiyorlar, ama ben daha altı ay önce bazı şakalarımdan vazgeçmek zorunda kaldım birkaç baskı yüzünden. Hapse girenler, linç yiyenler, hayatı tepetaklak olanlar oldu. Gençler sel gibi gelip o bariyerleri yıkarsa bize de umut ışığı olur tabi.

Biz bu röportajı yaptıktan sonra bir önceki gün Pride yürüyüşü olduğu için sokaklarına polis bariyerleri çekilmiş İstanbul’a atıyorum kendimi. Hava pis, hava yapış yapış. Havada garip bir umut kokusu var. İnsanların yüzleri gülmüyor, çünkü gerçekten de o yaz bu yaz değil belki de. Ama ileride bir yaz var. Ben ve bir buçuk senelik pandeminin ağırlığı altından çıkmaya hazırlanan tüm insanlar bunu biliyor. Gençler ya da kendini genç hissedenler, fark etmez. Birilerinin gerçekten de sel gibi gelip o bariyerleri yıkması gerekiyor. 

İsmail’le tekrar buluşacağım yere varıyorum. Bilgisayarımı çıkarıp yere oturuyorum. İstanbul pis. İstanbul yapış yapış. İstanbul’un sokaklarında bariyer var ve İstanbul’un sahneleri sel olup tüm bunların üzerinden akacak su damlaları için hazır bir şekilde bekliyorlar. 

Estetik tek şart. Diğer her şey serbest.

Röportaj: Yiğitcan Erdoğan

MOKOROS: Eğitim Alanında bir Sosyal Girişim Denemesi

  • Mokoros Projesinden henüz haberdar olmayan birine, bu projeyi nasıl tanıtırdınız?

Mokoros eğitmen gerektirmeyen, eğlenceli ve erişilebilir öğrenme araçları üretmek amacıyla; bir araya gelmiş arkadaşlar tarafından kurulan bir araştırma-geliştirme ve sosyal girişim projesidir. Özellikle kamu yararı sağlayacak konularda (ekoloji, toplumsal cinsiyet vb.) insanlara ihtiyaçları olan bilgileri fırsat eşitliği çerçevesinde kendileri öğrenebileceği şekilde sunmayı amaçlamaktadır. Bunu da, oyunlar, videolar, interaktif medya araçları, deneyim alanları, öğrenme programları ve materyalleri üreterek yapmayı planlıyoruz.

  • Bu projeye başlarken nasıl sorunlaştırmalara, ihtiyaçlara, amaçlara, kaygılara ve duygulanımlara sahiptiniz? Bu projenin kurgulanma ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizlerle paylaşabilir misiniz? Sizi yola çıkaran ana motivasyonlar nelerdi?

Bir süredir öğrenme süreçleri ve tarzları üzerine düşünüyoruz. Örgün eğitim dışındaki öğrenmeler ilgimizi çekti. Özellikle yaygın öğrenme metotlarının çok önemli ve faydalı olduğunu, hiyerarşik olmayan ve katılımcı odaklı eğitimlerin çok değerli olduğunu gördük. Bunun dışında doğrudan bir öğrenme amacı olmadan akranlardan öğrenmenin de güzel bir kaynak olduğunu fark ettik. Bu noktada ise erişilebilirlik ve fırsat eşitliği hakkında problemler ortaya çıkıyor. Bu tarz eğitimler çok kısıtlı ve çok az kişi faydalanabiliyor. Biz bu eğitimleri kişilerin kendi kendine ve ya akranlarından öğrenebileceği hale getirerek yaygınlaştırmayı istiyoruz. Bu şekilde isteyen herkesin yararlanabileceği kaynaklar oluşturmak istiyoruz.

  • Mokoros bu noktaya gelene kadar nasıl sorunlarla karşılaştınız ve bunları aşmak için ne gibi süreçler yaşadınız, çözümler geliştirdiniz?

Bizim Mokoros olarak yaptığımız her çalışma aynı zamanda bizim için de bir öğrenme deneyimi oluyor. Yaptığımız her projede, farklı problemlere çeşitli araştırmalar yaparak yaratıcı çözümler bulmaya çalışıyoruz. Şu zamana kadar “Binbir Kare” adında bir resimli masal kitabı yapma oyununu tamamladık. Süreç içinde, oyuna kural oluşturma konusunda bazı problemler yaşadık. Sonrasında basitleştirmeler yaparak bu sorunu çözdük. 

Daha sonra Sivil Düşün desteğiyle “Mokoros Takvimi”’ yaptık. Bunun boyutlarının ve içeriğinin fazla olduğunu gördük. Gelecekteki takvimlerin tasarımında buna dikkat edeceğiz. Basımı ve dağıtımı ile ilgili zorluklar yaşadık. Bunları hem ilişkilerimizi geliştirerek hem de gönüllülerin desteğiyle aşmayı başardık. 

DRC için “Uzay Kurgu” adında bir oyun tasarladık. Bunun geniş bir yaş kitlesine bilim ve teknoloji konusunda öğrenme deneyimi sağlaması gerekiyordu. Bu yüzden kısa süre içerisinde çok fazla araştırma yapmamız gerekti. Şimdi de, çocukları yaratıcı sanatsal üretimler yapmaları konusunda destekleyen bir animasyon projesi ile uğraşıyoruz. Bununla ilgili de yaşadığımız problemleri çözerek ve öğrenerek ilerliyoruz.

  • Proje bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

Bir anlamda kendimizi bir “araştırma geliştirme şirketi” olarak görüyoruz. Bu yüzden her işimizde yeni şeyler öğreniyoruz. Her işimizde bize destek olan çok fazla insanla karşılaşıyoruz. İnsanların gönüllü olarak bize destek olması bizi çok mutlu ediyor. Yaptığımız işlerle ilgili çok güzel geri dönüşler alıyoruz. İleride de farklı paydaşlarla bağlantılarımızı geliştirerek ve ortaklıklar kurarak elimizden gelen her alanda erişilebilir öğrenme araçlarını kullanıcılara sunmak için sabırsızlanıyoruz.

  • Projeye yakın çevresinde ne gibi etkileşimlere neden oldu? Nasıl tepkiler aldınız?

Yakın çevremizdeki arkadaşlarımız bize bu süreç içerisinde her konuda destek oldular. Zaten yaptığımız her iş hakkında önce onlardan fikir alıyoruz. Sonrasında da içerikler, mekanikler, testler, ilişkiler oluşturma, dağıtım ve yaygınlaştırma konularında bizden desteklerini hiç esirgemediler. Buradan tekrar bize destek olan arkadaş ve gönüllülerimize çok teşekkür ediyorum.

  • Gelecekte Mokoros’u hangi doğrultuda ilerletmek istiyorsunuz? Hangi amaçlara sahipsiniz?

Mokoros’un çok farklı alanlarda çok fazla paydaşla birlikte kendi vizyonu üzerine çalışmaya devam etmesini istiyoruz. Eğitimde fırsat eşitliği, erişilebilirlik ve nitelikli eğitim konularında topluma faydalı olmak istiyoruz. Kamu yararına olacak konular hakkında kişilerin eğitmensiz bir şekilde öğrenme deneyimi yaşayacakları araçlar üretmek istiyoruz.

  • Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Benzer girişimlerde bulunmak isteyenlere ne gibi tavsiyesiniz olur?

Öncelikle zorluklarla karşılaştığımızda pes etmememiz gerekiyor. Uyumlu ve mümkün olduğunca geniş bir ekip oluşturmak çok önemli. İhtiyaçları doğru belirlemeli ve planlamaları buna göre oluşturmalıyız. Sürdürülebilirlik konusunun üzerine düşünülmesi gerekiyor. Bunun dışında misyonunuzu ve vizyonunuzu her zaman hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyoruz.

  • Mokoros’un bir dayanışma çağrısı var mıdır? 

Gönüllülerimiz ile olan ilişkilerimizi arttırmak istiyoruz. Bizim özellikle kendimizi geliştirmemiz için gönüllülerin desteğine ihtiyacımız var. Bu yüzden gönüllüler ve bizlerden oluşan bir öğrenme topluluğu oluşturmayı planlıyoruz. 2021 yılında bunun çağrısını yapmayı planlıyoruz. Bununla ilgili bizle dayanışma göstermek isteyenler olursa çok mutlu oluruz.

İnternet sitemizi incelerseniz ve bizi sosyal medya hesaplarımızdan takip ederseniz çok seviniriz.

Röportajı gerçekleştiren: Tevfik Hürkan Urhan

Her Absence Fill the World – Inside, Outside

Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.

KUBİ
  • Müziğiniz aracılığıyla oluşturduğunuz estetiğinizin ana bileşenlerini tarifleyebilir misiniz bizlere? Şimdiye kadar ne tür sanatsal, kültürel ve sosyal girdiler müziğinizi besledi ve “Her Absence Fill the World” ortaya çıktı?

Kubi: Benim için “Her Absence Fill the World”, geçmiş deneyimlerimizin, girişimlerimizin, başarısızlıklarımızın ve yönelimlerimizin tamamını bir araya getiren sezgisel bir dışavurumu. Farklı uluslar aşırı köklerimizi, estetiğimizi ve ideolojilerimizi birleştiren bir projedir.

Bir isyan. Bir kriz. Hüzünlü bir direniş.

Sascha: Buna çok güzel söylendiği için ekleyeceğim hiçbir şey yok. Sadece, belki de ben bu projenin bir şekilde tüm geçmiş benliklerim tarafından şekillendirildiği fikrini beğeniyorum. Ortaya çıkan müzikte kendime ait o kadar çok anıyı keşfedebiliyorum ki bazen şaşırıyorum. Aynı zamanda onlardan her zaman kendimin bir parçası olmalarını talep etmediğim halde. Bunun utançla ilgili olup olmadığını bilmiyorum. Bu oldukça mahrem bir mevzu ve geçmiş kimliklerim gün ışığına çıktığında bazen kendimi kırılgan ve savunmasız hissetmeme neden oluyor – ve birlikte müzik yaptığımız için bazen bunları tartışmak ve onların görülmesi gerçekten zor. Ama kendimizin sevmediğimiz yanlarını da kabul etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Onları sevmeyi ya da onlar hakkında olumlu hissetmeyi kastetmiyorum. Ancak, şunu ima ediyorum: kimlik dediğimiz mozaiğin bir parçası oldukları için onları saklamama gücü inşa etmek

Photo Credit: Emrah Özdemir
  • Şimdiye kadar ki yolculuğunuz nasıl gidiyor? Yolda ne buldunuz?

Sascha: Bence yolculuğumuz en iyi yolculuklar gibi gidiyor – bir İtkaya’ya yolculuk gibi. Çok fazla neşe, çok fazla acı buldum. Biraz gurur ve güvensizlik… ve bunun tam olarak nereye varacağını bilmiyorum. Bana biraz sürekli bir şekilde büyümek / gelişmek gibi geliyor ve elbette bu her zaman iyi bir duygu değil. Ama bir şekilde duygularımızı müziğe bırakmaya çalışıyoruz ve bunun için sonuç benim için her zaman değerli.

  • Görünüşe göre pek çok müzik türünden girdiler kullanıyorsunuz. Müziğinizi türler açısından nasıl ele almayı tercih edersiniz?

Sascha: Müziğimizi genel olarak post-punk olarak ele alırdım. O kadar kolay değil, hala tarzımızı şekillendirdiğimizi hissediyorum – veya belki de bizden çıkanlara bağlı olarak kendi kendine şekilleniyor. Ama çoğunlukla bununla özdeşleşebilirim. Sanırım bir türe yönelik gerçek kategorizasyon, üreteceğimiz her şeyi ürettikten sonra yapılabilir.

Photo Credit: Emrah Özdemir
  • Neden şimdi?

Şimdi Değilse – Tracy Chapman

Şimdi değilse ne zaman?

Bugün değilse,

Öyleyse neden söz veriyorsun?

Gelmekte olan günler için ilan edilen bir aşk,

En fazla hiçbir şey kadar güzeldir.

Sabah gelene kadar bekleyebilirsin.

Yeni günü bekleyebilirsin.

Bekleyebilir ve bu kalbi kaybedebilirsin.

Bekleyebilirsin ve çok yakında pişman olabilirsin.

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

İngilizce Aslından Çeviren: Tevfik Hürkan Urhan

Dijital Sanat Devrimi: Balkan Karışman ile NFT üzerine bir söyleşi

Yaptığınız işleri hiç bilmeyen birine nasıl anlatırsınız?

Gerçek görüntüleri kullanarak ve onları manipüle ederek “türetken video sanatı” denilen bir türde işler üretiyorum.Generatif olarak da adlandırılan bu yaklaşım, sonsuz sonuçtan rastgele seçimleri mümkün kılıyor. Bu sayede işin son haline, eleme yaparak ulaşabiliyorum ve bu da süreci benim için daha heyecanlı kılıyor. Bu anlamda yaptığım işlere “deneme yanılmaya dayanan dijital yeni medya görselleri” diyebiliriz.

İşlerinizin kurgu ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizimle paylaşabilir misiniz?

Kullandığım bu yöntemin içeriğime iyi hizmet ettiğini düşünüyorum. Yaptığım sanat, tekniği ve ortamı açısından postmodern olarak kabul edilebilir. Tasarım estetiğim, dekonstrüktivist mimari, glitch-art ve op-arttan etkileniyor. Sanatımın içeriğine ve ana motiflerine gelecek olursak; sonsuzluk fikri üzerine tartışmaları tetikleyebilecek şekilde mekansal manipülasyonlarda bulunuyorum ve devamında da zaman algımızı sorgulamayı arzuluyorum.  Aksini algılasak da, zamanın başlangıcı veya sonu yok. Zaman tıpkı video sanatımdaki gibi, döngülü (loop halinde) ve sonsuz. Çalışmalarım izleyicinin varlığını gözetmeden döngüsel bir sırada dönüp duruyor. Bu bilinçli seçtiğim yaklaşım, sanatımın deklaratif olmak yerine yalnızca sürekli olağanlıkları yeniden yorumlayarak aktarmama destek oluyor. Sanat eserleri bu anlamda kendi kendilerine var olan parçalar olabiliyorlar.

NFT nedir nasıl işler?

Non-Fungible Token (NFT), en kısa tanımıyla başka bir eşi daha bulunmayan dijital varlıklardır. NFT’leri bir anlamda da, görsel, müzik, data, web sayfası, 3D obje ve benzeri verileri akıllı sözleşmelerle blockchain üzerinde tasdiklemek olarak düşünebiliriz. Bu anlamda NFT’leri koleksiyon parçalarına benzetebiliriz. Ben onları eskiden çok sevdiğim pokemon kartlarına benzetiyorum. Üzerinde kartın özelliklerini anlatan veriler var, görseli var. Kartın sabit bir parasal değeri yok ve kişiden kişiye el değiştirebiliyor. 

NFT nin yeni nesil koleksiyonculukta nasıl bir rol oynayacağını düşünüyorsunuz?

NFT platformlari kolektörler için daha liberal bir market oluşturuyor, hem kolektörün sanatçıya, hem de sanatçının kolektöre ulaşması kolaylaşıyor. Sanatçıların yerel sınırlarını ortadan kaldırıyor ve dünyanın pek çok farklı yerinden başka sanatçılarla ortak seçkiler içinde buluşmalarına olanak veriyor. Bu sayede koleksiyonlarin çeşitlilik içerisinde olmasını sağladığını düşünüyorum. 

Bir sanatçı olarak bu platformu tercih etmenizin altında yatan sebepler neler?

Sanatçı olarak dijital sanat platformlarını ve NFT’yi tercih etmemin sebebi fırsat eşitliği, sanıyorum benim gibi genç sanatçıların çoğu için ortaktır bu sebep. Konvansiyonel sanat marketinde sanatçının koleksiyoneri ile buluşması aracı kurumlar gerektirirken; NFT dijital sanat platformları bu bürokratik aşamaları ortadan kaldırıp, sanatçıyı izleyicisiyle en hızlı şekilde buluşturabiliyor. Bu da yeni başlayan ve henüz ismini duyuramamış yetenekli sanatçılara işlerini global bir şekilde gösterebilmeleri için olanak sağlıyor.

Hem sanatınız, hem de NFT platformu ile ilgili, ne gibi sorunlarla karşılaştınız? Bu sorunları aşmak için ne gibi yöntemler geliştirdiniz?

Özellikle yeni başlayan sanatçıların karşılaşacağı ilk sürpriz, işlem ücretleri olacaktır. İşin maddi boyutunun ötesinde bu işlem ücretlerinin neden verildiğini araştırdığımda ise bu ücretlerin kripto-madencilere ödendiğini ve bu madencilerin güçlü bilgisayarları kullanarak fazlasıyla elektrik enerjisi harcadığını gördüm. Bu sorun hem vicdanımı sızlattı hem de sistemin varlığının ekolojik etkilerini sorgulattı. Neyse ki her ağ çevreye zararlı değil ve bu işlem ücretleriyle yürümüyor. Ben de daha çok böyle platformlara yönelmeye çalışıyorum. 

Bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

NFT sürecimde bu noktaya gelene kadar, ki hala ilerleyecek çok yolum var, yaptığım sanatın dünyanın farklı yerlerinden çok değişik zevklere ve koleksiyonlara sahip çeşitli insanların ilgisini çektiğini, merak uyandırdığını ve takdir aldığını gördüm. Ayrıca dijital sanat platformları üzerinden bir sanat komünitesinin oluşturulduğuna tanıklık ettim. Dijitalleşen sanatsal aktivite, global işbirliklerine de olanak sağlıyor. NFT’ler, gelecekte çok daha iç içe olacağımız sanal gerçeklik ve oyun dünyalarındaki yerimizi hazırlıyorlar. Sanat dünyasının en çok konuşulan olayı olan NFT’lerin şimdilik tahmin edemediğimiz daha pek çok alanda da karşımıza çıkacağına inanıyorum ve bu alanların bizi nerelere götüreceğini heyecanla bekliyorum.

Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Yeni başlamak isteyenlere tavsiyeleriniz neler?

Platformlara ilk girdiğimde, yaptığım işlerin varlıksal ve ekonomik değerine emin olmadığım için kendimi konumlandırmakta zorlandım. Türkiye’deki sanat dünyasındaki gibi işlemeyen bu sisteme alışmak biraz zaman aldı. Geçmişe dönüp baktığımda, ilk işlerimi, biraz da bu furyanın yarattığı heyecanla, bir an önce elden çıkarmak derdinde olduğumu fark ediyorum. Şimdi ise, bu süreçlerin aceleye getirilmemesi ve sabırlı olunması gerektiğini düşünüyorum. Yeni başlamak isteyenlerin neden ve nasıl bu alanda var olmak istediğini düşünmesini, sosyal medya üzerinde paylaşılan rekor satışların onları duygusal olarak etkilemesine izin vermemelerini tavsiye ederim.