deneme

Sadaf Bazaar’ın İmgeleri ve Diğerleri

Varlığa gönül yeter, yokluğa sözün biter. 

Esrarengiz bir alem Sadaf Bazaar, kendini kanıtlayan ve kendini yalanlayan. Hayatın, onun içindeki müziğin; ikiliğini olumlayan, hayatın parçası olan herhangi unsurun, tam anlamıyla onun yapısını taşıyacağını hatırlatan. 

Yumuşak ve nazik bir şekilde koyu bir perdenin kalkmasıyla başlıyor albüm, bin hece duraksarken, bin gece uyanıyor. 

                                                 Derin bir nefes. 

Liflerine ayrılıyor notalar ve insan sesiyle buluşuyor göz, dil sürçmeleri. Tekrar bir nefes. Tek bir renk var belki Bin Gece’de fakat onun onlarca tonu bekliyor bizi. Sessiz başlangıç kendini bir boşluğa ve çözünmeye bırakıyor, sesin keşfi, müziğin bir uyku objesine dönüşü, rüyaya çalan gerçeklik ve Anadolu pınarı. Kendini bir diğer, tanıdık ama alabildiğine başka olan bir düzlüğe, eski bir el yazmasına bırakıyor. Burada renkler hareketleniyor, çoğalıyor, birbirlerine karışıyorlar. Kahverengi, sarı, bej, zaman zaman mavi ve yeşil bir papirüs karşılıyor bizi.

yeniyim ve eskiyim

geçmişim ve geleceğim 

sarım kahveye kahvem siyaha 

siyahım pembeye çalar 

kendimden başka neyi bulur da söylerim? 

Bu his deryasında bir balığım, telleri izleyerek dönerim doğduğum kuytu irkintilere. 

Bir dönüş yolu görünüyor.

Nereye dönüyoruz? 

Bütün bunlar bir kavanozun iki elin arasında çalkalandığı ve içindekinin köpürdüğü gibi çalkalanıp köpürüyor içimde. 

Beni çalkalayan eller nerede? 

El yazmalarına dönüyoruz. Orada kırlar, alabildiğine uzakta duran ufuk çizgisine kadar uzanan yeşil çimenler ve gölgeleri var. Gökyüzü nane yeşili, mavi, pembesiz olmaz. Bir ahşap ev, tek odalı. İçinde bir masa, meşeden. Masanın üzerinde bir el yazması duruyor. Kapıdan içeri giriyoruz, yaklaştıkça tutuşmaya, tütmeye, kendi kendini yemeye başlıyor papirüs. Uzakta durup izlemek en vicdanlısı olurdu belki, fakat hareketlerimiz vicdana başvuramadan kendiliğinden gelişiyor ve belki bir cevher, bir devam etme olasılığı masaya yaklaştırıyor ben’i.

Papirüs için için, dışın dışın, için dışın yanıyor; hayvanlar bağırıyor, denizler çıldırıyor, dağlar titriyor ve depremler oluyor içindeki semada. Orada bir yaşayış var fakat alevler kapatıyor görüşümüzü. Yalnız ateş. Kendi kendine yanıyor ve sönüyor papirüs. Masada tozları kalıyor, sonra onlar da gaibe karışıyorlar.

.

İnsan fanidir, insanı insan yapan ve yaşadığı hayatı hayat kılan ölümüdür belki de. Her şey yamulur, yerinden olur ve yok olur. Zaman bedenlerimize acımasız davranır, hasta oluruz, eklemlerimiz güçsüzleşir, fiziksel tahammülümüz azalır. Fakat beden neyi söyler başka? Rüyalar, gerçeğin nakışlarının dizile geldiği kök hücre, çürüyen tenimizden başka ne söyler? Ölüm, beden için bir elveda, son nefes gibidir, fakat bedeni mekânda tutana ne demeli? 

Bir yangın kucaklıyor bizi yeniden, bu sefer daha yavaş, yalnızca için için yanan. 

Bu yangın sevgisiz değil, aksine sevgiden taşmıştır

                                                    nasıl? 

Ölümlüğümüzü sevgiyle kucaklıyor ve övüyor yangın. İnsan ve süreklilikle ağaran gün, bize ne söyler? Aralarında kopmaz, birbirine bağımlı bir halat çekili; anlam bir seçenek değil günün renklerindeki düş parelerinde.

Düşler kendilerini kabuslara, kabuslar büyük bir bardak suya suysa kendini uykuya bırakır yeniden. Bir tepecikten öteki tepeciğe, bazen incecik bir güle, bazen bir çöle uçarken yolu bulduran verilmiş hediyelerdir. Bu örnekte; sesi takip ediyoruz çöl patikalarında. Çölse, yolculuğun hudutsuz bir örneği, insan vicdanını kırıp yok edebilecek güçte ve sessizlikte. 

                              Bir çöl divanı bu. 

sudan yoksun kan, bala döner; şekerlenir güneşin altında 

bir gölge, 

bir dinlenme

özlemi ve hatırasıyla geçer 

dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar.

Gölge kandadır, dinlenme kanda.

Bal; kanda. 

Bal bir emek ürünüdür. 

Sessiz bir oyun oynanır;

bilinmeyen bir dilde seslenir için içime,

duyulamaz sesi, tadılamaz şekeri.

Artık nefes almaya ne zaman ne de mekân var durduğumuz yerde. Uzaktan bir ses, bitmiş bir defterin bordoya çalan rengini betimliyor. Renk, bir soruyu ortaya çıkarır. 

bir kıpırtı eklemleri titreştirir; 

titreşim bir sese sebep olur.

ses tanıdık; 

mekân yabancı, 

varlık tanıdık;

beden yabancı. 

Bir sır ortaya çıkıyor;

Mai.

Ateşten, buzdan, sesten ve cız eden bir içten medet umarak kendini açık ediyor. Geleceğin dokularının habercisi bir rüya başlıyor sonra, sembollerle süslenmiş duvarları; taştan. Anlaşılmayan fakat içten bilinen bir doğru, yola ışık tutuyor, labirentin derinliklerinde ilerliyoruz; bu bir rüya olmalı. 

bu bir rüyadır belki de. 

bu bir rüya mı yoksa? 

sanırım bu bir rüya. 

evet. bu bir rüya.

Labirent bir ritmi üsteliyor adımlarımıza, ritmin eşliğinde bir melodi duyuluyor büyük kapının ardından;

Rüyaya hoş gelmiştiniz!

Kapının arkasında ne olabilir diye düşünmeye bir an kalmadan kapı açılıyor. Artık zaman etki eden bir mefhum değil zihne. Büyük, kor edici bir ışık karşılıyor hareketi. Titreşimiyle yıkılıyor; kolların tutuşturulduğu omuzlar. 

Sarı, beyaz; ışıktan bir oda. Işık gözleri kör edici bir güçle yakıyor.

Her şey bağışlanıyor ve unutuluyor. Bir başlangıcın, yeni bir rüyanın habercisi olmalı bu kor, bu ateş, bu ölüm.

.

Gözlerimizi kırlarda, sahillerde, dağlarda, büyük Güney Amerika şehirlerinde, ormanlarda açıyoruz. Bu sefer yeşil ve yeşilin imgeleri karşılıyor bizleri, bir labirentin hatırası var zihnin gerilerinde. Akşamın yelinde sokaklarda, sahillerde, ormanlarda yürüyoruz, içimizde olağan bir sevgi ve alışıldık bir güvenle. Yapraklar onu, su onu, taşlar onu, böcekler onu, gökyüzü onu, beden onu, alın onu, yalnızca onu söylüyor. 

Bir cevap duyuluyor;

aramadan bul beni

Nehir Akfırat

Buy Me A Coffee