Yiğitcan Erdoğan, profesyonel kariyerine 16 yaşında bir video oyun dergisinde yazar olarak başladı. On yılı aşkın bir süre hobi gazeteciliği yaptıktan sonra, 2019 yılında ilk kurgu eseri olan Zamanaltı adlı podcast tiyatrosuyla çıkış yaptı. Edebiyatın dışında, hem online hem de sahnede gerçekleştirdiği panel programlarıyla da tanınmaktadır.
Geçenlerde can dostum Kubi Öztürk ile yine bu Dolmusch sayfalarında hikayesine rastlayacağımız HAFTW albümü Unknown Territories’den konuşuyorduk. Kubi bu albümü yapıyor olmaya dair o an hissettiği şeyi anlatmak için şu teşbihe başvurdu: Kendinin arkeologu olmak.
Bu noktada durdum, arkadaşımın koluna heyecanla vurdum ve Berlin sokaklarının genel olarak endişe ile karşıladığını üzülerek kabul ettiğim bir desibelde bağırarak bu lafa dair coşkumu Kubi’ye duyurdum; çünkü ben de şu sıralar üzerinde uğraştığım şeyle ilgili aşağı yukarı buna benzer bir şey hissediyordum. Büyük Tufan’dan söz ediyorum.
Büyük Tufan hayatına 2020 yılının sonlarında bir fikir olarak başladı. Yazdığım ve hayata geçirdiğim ilk radyo tiyatrosu olan Zamanaltı, bitmek üzereydi ve ben bir başka can dostum İlkin Taşdelen’in o zamanlar Çayyolu’nda bulunan evinde camdan dışarı bakıyordum. İlkin’lerin beşinci kattaki o evinde Çayyolu’nun sıralı apartmanlarına tepeden bakan güzel bir şehir manzarası vardı. Bir anda yağmur yağmaya başladı. Elimde bir içecek tuttuğumu hatırlıyorum, fakat bu detayı bu fotoğrafa sonradan ekleyip eklemediğime dair kesin bir şey söyleyemiyorum. Emin olduğum tek şey, yağmur yağmaya başladı ve ben manzarayı izlerken bir anda kendimi şunu düşünür buldum: Ya bu yağmur hiç dinmezse?
Büyük Tufan bu temel fikirden yola çıktı ve dünyaya gelirken ilk önce zamanın ruhuna çarptı. Pandeminin tam göbeğinde olan ben, bir süredir kıyamet-sonrası edebiyatın güncellenmesi gerektiğini düşünüyordum. Farklı medyalarda Mad Max, The Walking Dead, The Road ve The Last of Us gibi örneklerini gördüğümüz bu janrın en sık karşımıza çıkan desenlerinden biri janrın isminde gizlidir: kıyamet-sonrası.
Bu tip eserlerde ana hikayemiz kıyametin kendisi yaşandıktan sonra akmaya başlar. Hatta çoğu zaman hikayen ilk olarak kıyametin öncesinden küçük bir kuple göstererek başlar, sonrasında zamanda ileriye atlar ve kıyametle kökünden değişmiş toplum seyirciye gösterilerek kontrastlama yapılır. Fakat çok az hikayede bu atlanan zaman, yani kıyametin kendisi gösterilir.
Halbuki pandemi süreci de bize göstermiştir ki kıyametler tekil, milat gibi öncesi ve sonrasının kesin olarak ayrılabilecekleri nokta olaylar değillerdir. Kıyametler uzun süren süreçlerdir ve yine pandemi bize göstermiştir ki, kıyametlerin kendisi de epey ilginç ve anlatılmaya değer hikayelerdir.
Hiç dinmeyen bir yağmur fikri, İç Anadolu’da bir camdan dışarıya bakarken gelen bir ilhamla birleşince elbette insanlık tarihinin en çok tekrar eden kıyamet motifine varmak da çok zor olmadı. Anadolu ve çevresinde yaşamış tüm medeniyetlerin, bugün pek çok tarihçinin Akdeniz’in Karadeniz’e taşmasına atıfta bulunduğunu düşündüğü bir Büyük Tufan hikayesi vardı ve zaten global bir iklim krizindeki dünyanın çok büyük ölçekte bir Büyük Tufan hikayesi yaşaması ihtimali de uzak gibi gözükmüyordu.
Sonrasında bunun üzerine tema oturdu. Gerçekten de bir Büyük Tufan daha yaşanırsa, masada iki ihtimal vardı: Ya bu Dünya’da kalınacak, ya da bu Dünya’dan gidilecek ve yeni bir gezegende yeni bir yaşama başlanacaktı. Hikaye bu iki farklı kararı alan iki ana karakter üzerinden şekillenmeye ve tematik olarak bir gitme ve kalma diyalektiğine oturmaya başladı. Bu da benim hikayeye şahsi bir seviyeden bağlanmamı sağladı; çünkü benim de hem kendi Türkiye’den gitme kararımla, hem de devamlı işime gelmeyen yerlerden sadece işime gelen zamanlarda gidiyor olma kararımla hesaplaşıyor olmam gerekliydi. Büyük Tufan bu hesaplaşmaları yapmama olanak tanıdı ve hikaye bir noktada kendi rayında ilerlerken, başka alegorilerle de karşılaştı.
Büyük Tufan’ın ilk senaryosu 2021’in Ocak ayında yazıldı, ilk bölümü 2021’in Aralık ayında kaydedildi ve dinleyicilerle 2022’nin başlarında buluştu. 2024 yazında ise son bölümü Yarından Sonra yayınlandı ve 61 bölümlük ömrünü sonlandırdı. Ve şu an, hafta hafta tefrika edilen bir roman olarak tekrar yazılıyor ve okunuyor.
Bu da bana, Kubi’nin deyimiyle, kendimin arkeologu gibi hissettiriyor.
Büyük Tufan’la ilgili şu an özel bir heyecan hissetmiyorum. Büyük Tufan’ın satır aralarında kendime sorduğum soruların cevabını uzun süre önce aldım ve edebi olarak denemek istediğim çoğu şeyi halihazırda denedim. Bir insanın kendine yazar diyebilmesi için gereken apoletlerden birinin de bir roman yazmak olduğuna dair çocuksu inanışımı bir kenara bırakırsak, Büyük Tufan’ı eşelemek için duygusal bir sebep de hissetmiyorum aslında. Bin sene önce inşa ettiğim ve sonrasında kullanılmadığı için toprağın altında kalmış tapınağımı tekrar diş fırçalarıyla temizleyerek ortaya çıkarmak bana altında kalan tapınağı da çok taze hatırladığımdan heyecan verici gelmiyor.
Ama yapıyorum, çünkü iş bunu gerektiriyor.
Başka başka sebepler de söyleyebilirim; ben bu romanı tefrika ederek akmasa da damlayan bir gelir kaynağı oluşturuyorum, yine hafta hafta yayınlandığı için satın alan okuyuculara bir gönül borcu hissediyorum, belki bir gün bir yerde fiziksel olarak yayınlanacağını umut ediyorum… ama günün sonunda bunların hepsi aynı yere çıkıyor. Büyük Tufan’ın radyo tiyatrosu olarak bitmesinin ardından ben Büyük Tufan’ı romana dönüştüreceğimi biliyordum; çünkü iş o zaman da açıkça bunu gerektiriyordu; ve şimdi işin bu noktasında alınan heyecanın azalması bir şey ifade etmiyor. Çünkü dünyanın her yerindeki her sanatçı biliyor ki, sanat yapmaya başlamak bir zorluk içermiyor.
Sven Pfizenmaier, 1991 doğumlu, Alman çağdaş edebiyatın parlayan yıldızlarından biridir. “Draußen feiern die Leute” (2022) adlı romanı, yılın en iyi çıkış yapan eseri olarak Aspekte Edebiyat Ödülü’ne, Alman Edebiyat Fonu’nun Kranichsteiner Edebiyat Teşvik Ödülü’ne ve Hannover Eyalet Başkenti Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 2024’te, ikinci romanı “Schwätzer” edebiyat sahnesine çıktı. Sven Pfizenmaier Berlin’de yaşamaktadır.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Yazmayı kendinizi ifade etmenin temel yolu olarak seçmenize ne ilham verdi?
Bu serüven üniversite yıllarımda Don DeLillo’nun “White Noise” adlı romanını okumamla başladı. O güne kadar edebiyatı yapabileceğim bir şey olarak görmemiştim, halbuki ilgiliydim (üniversitede Alman ve İngiliz Filolojisi okudum), çocukken küçük hikâyeler bile yazmıştım. Fakat gençlik yıllarımda yazıya ve okumaya ilgimi kaybettim çünkü edebiyatın üst sınıfa ait bir şey olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden film yapmaya karar verdim. Ancak “White Noise”u okuduktan sonra fikrim yeniden değişti, çünkü edebiyatın eğlenceli olabileceğini gördüm. Sonrasında tekrar okumaya başladım ve yazmaya olan sevgimi yeniden keşfettim.
Kendinizi belirli bir türle tanımlamaktan kaçınsanız da, hem okuyucularınız hem de siz eserlerinizde “büyülü gerçekçilik” unsurları olduğunu belirtiyorsunuz. Bu etkiyi oluşturan temel anlatısal ve tematik özellikleri nasıl tanımlarsınız? Kişisel ve kültürel deneyimleriniz bu unsurların eserlerinizde ortaya çıkışını nasıl şekillendirdi?
Ailem ben doğmadan kısa bir süre önce Kazakistan’dan Almanya’ya göç etmiş, dolayısıyla Rus dili folkloru, batıl inançlar, bozkırdaki köy yaşamından tuhaf hikâyeler ve Alman kültüründen çok daha fazla doğaüstü fikirlere yakın olan bir gelenek içinde büyüdüm. Bu yüzden “Büyülü Gerçekçilik” ile tanıştığımda ona çok yakın hissettim ve hemen bu doğaüstü unsurlar ile günlük yaşamın karışımının gerçeğe yaklaşmak için mükemmel bir yol olduğunu hissettim. Bu tarz anlatının insanların duygularına çok daha uygun olduğunu düşünüyorum.
“Am Himmel über Neukölln sind die Sterne unsichtbar. Eine Kuppel aus Milch verschleiert den Glanz der Meteore, die auf dem Weg zu ihrem Ende hier vorübersegeln. Für die Straßen spielt der Weltraum keine Rolle, das Auge Galileo Galileis schiebt sich durch den Flaschenhals in den Schaum des Bieres. Jemand nimmt einen Schluck daraus, schaut zum Wettbüro. Dort steht ein Mann im Hemd und wischt sich die Tränen von der Wange. Hoch über ihm, im Dachgeschoss der Mall, werden Gespräche an der Hantelbank geführt. Ein Ratschlag für die Muskeln, vier Silben für das Herz. Der Zapfhahn spuckt Magnesium.”
Sven Pfizenmaier
Üslubunuzun şekillenmesinde hangi edebi akımlar veya başka sanat dallarından etkiler rol oynadı?
En erken etkilerim video oyunlarıydı, özellikle de beni çocukken büyüleyen Final Fantasy VII. Bu oyun, kılıç kullanan, canavar avlayan ve gezegenin yaşam enerjisini sömürerek para kazanan büyük bir şirketi hedef alan eko-terörist bir grubun hikâyesi. O dönem elbette bu hikâyenin politik mesajlarını anlamıyordum, ancak modern teknolojiler ile fantezi unsurlarını birleştiren, açgözlülük, sevgi ve dostluk gibi konuları komik ve korkunç öğelerle harmanlayarak anlatan bu oyun beni derinden etkiledi. Oyunu defalarca oynadım.
Günümüzdeki en büyük etkilendiğim alan ise sinema oldu; filmleri çok seviyorum, özellikle korku filmlerini. Ama her tür filmde sevdiğim bir şeyler bulabiliyorum. Çok sevdiğim o kadar çok film var ki, sadece birkaçını saymak yanlış olur.
Berlin’in edebi dünyanız üzerindeki etkisini nasıl tarif edersiniz? Şehir metinlerinizde hangi şekillerde kendini gösteriyor?
Berlin’in yazılarım üzerindeki etkisi, burada birbirinden çok farklı hayatların bulunmasıyla alakalı. İyi ve kötü, fakirlik ve bağımlılık, aşırı gece hayatı, “nerdler”, âşıklar ve aktivistler gibi çok farklı gerçekliklerin iç içe geçtiği bu ortamda kendi yerimi bulmaya çalışmak sürekli olarak kendimi, yaptıklarımı, yaşam şeklimi ve yazma biçimimi sorgulamama neden oluyor.
“Als die Apfelschorlen geleert waren, bestand Gewissheit darüber, dass es keinen Kuss mehr geben würden, kein Wiedersehen, nur ein aufmunterndes Wort. Der Mond leuchtete am Himmel, doch das Licht, in dem sie standen, kam von der Laterne. Ein Lächeln, eine Umarmung, ein Gruß, die Augen. Warme Luft, die Sterne, volle Bäume, vertrocknete Böden. Am Horizont eine Wolke und auf beiden Heimwegen die leise Ahnung, etwas falsch gemacht zu haben.”
Sven Pfizenmaier
Düzenli bir yazma rutininiz var mı? Yaratıcı süreciniz ve ilham kaynaklarınız hakkında biraz bilgi paylaşabilir misiniz?
Katı bir rutinim yok, ancak yazdığım dönemlerde sabahları her gün çalışırım, çünkü sabahları en iyi şekilde üretirim. Öğleden sonraları ise çoğunlukla sadece okurum. Bazen haftalarca hatta aylarca neredeyse hiç yazmadığım dönemler oluyor. Bu zamanlar dışarı çıkma, insanlarla tanışma, gün doğumundan sonra eve gelme gibi şeylere ayırdığım zamanlar. Yazma aşamasında çok fazla yapmadığım şeyler bunlar. Yazdığım dönemlerde genellikle alkol kullanmam, spor yaparım, her gün yazarım. İşim bittiğinde ise her şeyi bırakırım ve yazmayı hiç düşünmem. Yazmaya uzun aralar vermeye ihtiyacım var, aksi takdirde iyi yazabileceğimi sanmıyorum.
Alman edebiyatının daha çok kültürlü bir yöne doğru evrildiğini düşünüyor musunuz? Türkler Almanya’daki en büyük azınlığı oluşturuyor, onların Alman edebiyatındaki katkılarını ne kadar görünür buluyorsunuz? Türk kökenli yazarların ve kültürel motiflerin edebiyat üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca Almanca yazan hangi Türk yazarları takip ediyorsunuz?
Evet, en azından yirmi yıl öncesine kıyasla edebiyatın daha çok kültürlü bir yöne doğru evrildiğini düşünüyorum. Tabii Almanya hâlâ çokkültürlülüğe karşı nefretin bolca bulunduğu bir ülke ve edebiyat sahnesi de bundan muaf değil. Ancak göçmenlerin ve onların çocuklarının hikâyelerine olan ilginin arttığını düşünüyorum. Yakın zamanda Aras Ören’in Berlin Üçlemesi’ni okudum, Berlin’e geldiği dönemi anlatan şiirlerden oluşan bir seri (sanırım 70’lerde gelmişti). Bu röportajı yaparken Cemile Şahin, Kommando Ajax romanıyla Almanya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden birine aday gösterildi. Kitap çoğunlukla Hollanda’da geçen, Kürt bir aile ve sanat hırsızlığı üzerine bir soygun hikâyesi. Birkaç hafta önce okudum ve gerçekten harika, bayıldım.
Şu anda hangi gelecek projeler üzerinde çalışıyorsunuz?
Yeni bir roman yazmaya başladım ama henüz emin değilim. Arkadaşlarımla farklı projeler üzerine konuştuk, bir tiyatro oyunu, bir çizgi roman gibi. Bugünlerde çalışmak biraz belirsiz geliyor; Almanya’da faşizm tekrar yükselişte ve buna karşı mücadele edilmesi gerekiyor. Şu an kendi işlerimden daha çok bu konuda endişeliyim.
“In der Nacht ihres Falls kletterte der westdeutsche DJ Westbam gemeinsam mit Hunderten anderen über die Berliner Mauer. Oben angekommen, drehte er sich um, um der Person hinter sich hochzuhelfen, und da stellte sich heraus, dass es sich bei dieser Person um den lettischen DJ Eastbam handelte. Auf der Mauer stehend reichte Westbam Eastbam die Hand. Ein Triumph, der Jubel, die Freiheit. Menschen zogen ihre Warnwesten über und begaben sich hinter schweres Gemäuer. Wummernde Gravität. Liebe in der Dunkelheit, die Pupille ein See. Das Jahrzehnt des Raves war angebrochen.”
Tevfik Hürkan Urhan, ODTÜ İktisat Bölümü mezunudur. Humboldt Üniversitesi’nde sosyal bilimler alanında yüksek lisansını tamamlamıştır. Şu anda bağımsız gazetecilik ve yayıncılık faaliyetleri yürütmektedir.
HİSSİZLİK
Hiçbir şey hissetmiyordu. Kuzey Avrupa’da bir şehirde kışın ortasında, atletle dışarıda dikiliyordu. Fakat hiçbir şey hissetmiyordu. Soğuk dahil.
Hani öyle varoluşsal krizden nihilizmden falan değil. Beş dakika önce iki çizgi speed bir çizgi de keta yapmıştı. Muhtemelen o yüzdendi. Ama emin de değildi hani belki de kalp kırıklığındandı bir ihtimal. Düşük bir ihtimal. Birkaç adım attı ve anladı. Evet evet, sadece kafası çok güzeldi o yüzden hissetmiyordu. Büyük bir drama değildi yani.
Yan yatırılmış küçük bir girişi olan eski bir silodan birkaç sıçan çıktı. Omzuna dokunup iyi misin diye sordu bir tanesi? İyiyim dedi hiçbir şey hissetmiyorum.
-bu senin için iyi bir şey mi kötü bir şey mi diye sordu, en yakın dostu olan sıçan.
-Nereden hissettiğime bağlı olarak değişirdi eğer hissedebilseydim dedi.
-Dans edelim mi?
-Olur.
Böylece tüm sıçanlar içeriye dans etmeye gitti. Yarı yoldayken geri döndü siloya sıçanlardan biri. Biraz önceki konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Hava çok soğuktu, hala hissediyordu demek ki. Bu onun için kötü bir şeydi.
12.2021- Burdur
ACINASI
Siz hiç sadece bir günde tüm arkadaşlarınızı ve sevgilinizi kaybettiniz mi? Ben ettim. Öyle alelade bir şey de yapmadım hani. Hatta hiçbir şey yapmadım. 23 Ocak günü birdenbire çevremde kim varsa benimle konuşmayı bıraktı. Yani küstüler gibi değil önemsemeyi bıraktılar. O günden beri ben yokmuşum gibi davranıyorlar.
Başlarda biraz zordu, şimdi gitgide alışıyorum. Hatta ne yalan söyleyeyim bundan gizli bir keyif alıyorum. Sonradan aldığım keyifteki zavallılığın farkına varıp kendime kızıyorum. Acınası bir haldeyim. Daha da acınası, acınası halimden keyif alıyorum.
Sevgilim evden çıkarken, ben son zamanlarda iyi değilim galiba dedim. Cevap bile vermedi. Zaten beklememiştim. Sonra en yakın dostumu aradım, telefonu açmadı. Açmasını ummamıştım bile. Ben de n’apıyım, akıl sağlığımı korumak için kendimi zorla günlük aptal doğa yürüyüşüme çıkardım.
Yaşlı bir kadın önümde yürürken düştü. Kaldırayım dedim, o pis ellerini üstümden çek dedi, kendi işimi kendim görürüm, senin gibi birinden yardım alacak değilim dedi. Haklıydı, ben kimim ki insanlara yardım etmeye çalışıyorum.
Bir çocuk parkının önünden geçtim, çocuklar arkamdan gülme nezaketini bile göstermediler. Direk yüzüme karşı, oracıkta gözlerimin içine baka baka dalga geçtiler. Göz yaşlarımı zor tuttum. Çabucak uzaklaştım.
Bir banka oturdum. O kadar önemsenmiyordum ki, bu dünyada var mıyım yok muyum onu bile sorgular hale gelmiştim. İşte öyleyken böyle. Peki insanlar neden beni önemsemeyi bıraktılar biliyor musunuz? Benim bunu öğrenecek veya keşfedecek cesaretim yok. Ben böyle yaşamaya devam edeceğim. Dediğim gibi bundan hafif bir keyif bile alıyorum.
23.01.2022 – Charlottenburg- Berlin
SIKIŞMIŞLIK
Göçmendi. Kira kontratı bir, iş sözleşmesi iki, oturum izni ise üç aya bitiyordu.
Ev bulmak için düzenli bir gelir göstermeliydi. İş bulmak için makul süreli bir oturum izni gerekiyordu. Oturum izni için ise bir kira sözleşmesine ve ikametgaha sahip olmalıydı.
Dolayısıyla hiçbir sorunu çözülemiyordu. Bürokratik soslu, paranoyak ve nur topu gibi bir trilema. Göçmensen böyle şeyler mümkündür. Sıkışmışlık belli aralıklarla tekrar eden bir varoluş halidir.
Ev, iş ve bir şehirde kalabilme hakkı… Sorunlarım ne kadar da temel sorunlar diye düşündü. Öte yandan ise çok mu şeyler istiyorum acaba diye de bir yandan suçluluk duyuyordu. Aynı anda ve utanmadan bu iki düşünce bir arada var oluyordu.
Ne yaparsa yapsın suçluluk duyacaktı. 20’lere hoş geldiniz. Bu on yılımızda, sıkışmışlıklar içinde kayboluruz ve üstüne de bundan suçluluk duyarız. Çağımız sıkışmışlık ve suçluluk çağıdır. Kolektif ilerleme ve gelişme illüzyonumuz korona ölçeğine göre 19 şiddetinde bir depremle yıkıldı ve tüm jenerasyon altında kaldık. Geçen yüzyılın enkazına sıkıştık.
Git gide nefes almamız zorlaşıyor. Oturum izinlerimiz bitiyor, kiralarda enflasyon alıyor başını gidiyor, dijitalleşen dünyada göçmene düşen dijital çöpçülük oluyor.
Eee şimdi n’olacaktı? Bitmişti işte, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen üniversite yılları! Son sınavından çıkmış dalgın dalgın ODTÜ’de yürüyordu. Ulan galiba iyi yapmadık bitirmekle şu okulu, şimdi n’apacağım diye içinden geçirdi.
Anadolu’nun ücra bir köşesinden gelip şu kampüsün kapısından içeri girdiği anı daha dün gibi hatırlıyordu. Yıllar önce, sonunda kendini taşranın boğucu monotonluğundan kurtarıp iyi kötü devinen bir sosyal hareketliliğin, bir üniversite kampüsü hayatının içine atabilmişti. Fakat hiç mi hiç bu öğrenci yaşantısının hayatının sadece küçük bir parçasını oluşturacağı gerçeğini göz önünde bulundurmamıştı. Sudan çıkmış balık gibiydi. Dehşet içindeydi. Mezun oluyordu.
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Kendinden başka herkesin mezun olduğu için ne kadar mutlu olduğunu, hatta ve hatta çocukça mezuniyet kutlamaları yaptığını gördükçe kendi haline daha da çok üzülüyordu. Kendi dışındaki herkeste yanlış giden bir şeyler olma olasılığının çok düşük olmasından hareketle, düşüncelerini kendi üzerinde yoğunlaştırmaya karar verdi. Aslında sadece unutmuştu bir gün mezun olacağını, çok da abartılacak bir şey değildi hani. Hayatının sonuna kadar böyle yaşayacağını varsaymıştı. Basit bir hata, masum bir ön kabul.
Bir çözüm bulmalıydı. Ne yapmalıydı şimdi? İş yaşamına mı girecekti? Ne olacaktı politik ideallerine, sanatsal hayallerine, alternatif bir hayat arayışlarına? Buraya kadar mıydı? Şu ana kadar hayalini kurduğu, inandığı her şey kumdan kaleler gibi çöküyordu. En yakın arkadaşları birer ikişer işe girmeye başlamıştı, artık arkadaş hoşbeşlerinde sadece kariyer planlarından bahsedilir olmuştu. Herkes adeta on yıllık kalkınma planını hazırlamış, adım adım uygulamaya bile geçmişti. O ise daha on gün sonra ne yapacağını dahi bilmiyordu. Elinde avcunda sahip olduğu para onu en fazla birkaç ay daha açlığa ve soğuğa karşı koruyabilirdi. Çok sıkışmış hissediyordu. Böyle bitmemeli bu hikâye diye tekrarlayıp duruyordu içinden.
Kafasını kaldırdığında bu mevzuları düşüne düşüne, yemekhanenin yanındaki dolmuş duraklarına kadar geldiğini fark etti. Eve gitmek için buradan Ayrancı dolmuşuna binmesi gerekiyordu. Fakat istemiyordu dolmuşa binmek, yürürken daha akl-ı selim düşünüyordu. Aynı zamanda yürümek onu sakinleştiriyor, iyi geliyordu. Biraz daha yürüyüp, üstünde “devrim” yazmasından ötürü Devrim olarak adlandırılan stadyumun önünden geçip, yurtların oradan dolmuşa binmeye karar verdi. Çok emindi yürürken tüm sorunları için aniden radikal ve zekice bir çözüm bulacağına.
Kaldırdı kafasını tekrar. Gelmişti yurtların oraya. Fakat şapkadan tavşan çıkaramamıştı. A4 olarak bilinen üniversitenin kapısına kadar yürüdü. Çıkacaktı o tavşan kesin oraya varıncaya kadar.
Kaldırdı kafasını: A4. Tavşan hala yok. Üniversiteden çıktı. “Yüzüncü Yıl pazar yerinden binerim” dedi. Bu sefer belki de şapkadan tavşan çıkarmak mümkün değil bu koşullar altında diye düşündü.
Kaldırdı kafasını: Yüzüncü yıl Pazar yeri. Umut yok. İstikamet: Karakusunlar. “Ama kesin oradan binilecek Ayrancı dolmuşuna bak”.
Kaldırdı kafasını: Karakusunlar. Çözüm falan yok, ne olacak bu halim diye düşünmeye başladı. İstikamet: Balgat yol ayrımı. “Oradan binmek zorundayım zaten dolmuşa, daha ne kadar yürüyebilirim.”.
Kaldırdı kafasını: Balgat yol ayrımı. “Ne olacak benim politik ideallerime?” İstikamet: Sokullu. “Yemişim dolmuşu, yorulunca binerim”.
Kaldırdı kafasını: Sokullu. “Ne olacak benim sanatsal hayallerime?” İstikamet: Hoşdere. “Dolmuşun da bu düzenin de Allah belasını versin!”
Kaldırdı kafasını: Hoşdere. “Ne olacak benim alternatif bir hayat arayışıma?” İstikamet: Ayrancı. “Geldim bile Ayrancıya neredeyse”.
Kaldırdı kafasını: Ayrancı. “Ölecek miyim açlıktan eğer hayallerimin peşinde koşarsam?” “Böyle mi işliyor bu dünya?”. “Maddi şartların karşısında benim öznelliğimin hiçbir değeri yok mu yani?” İstikamet: Alaçam Sokak, ev.
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Fotoğraf: Yiğitcan Erdoğan
Alaçam sokağa girdiğinde oldukça yorulmuştu. Fakat eve girmek istemiyordu. Biliyordu ki herhangi bir çözüm bulamadan evine girerse, bu yenilgiyi kabul etmek anlamına gelecekti. O eve girmek bu durumda psikolojik bir sınır çizgisiydi. Yürümek ve düşünmek istiyordu bir çözüm bulana kadar. Fakat ayaklarında mecal kalmamıştı, tek bir adım dahi attıramıyordu beyni bacaklarına. En azından eve girmemek için, Alaçam sokaktaki sahafın önündeki kaldırımın kenarına çöktü. Sahafa baktı, kapalıydı. İçeride sadece sahafın kedileri vardı. Camdan onu izliyorlardı. Saatine baktı. Akşamın ilerleyen saatleriydi. Haliyle kimsecikler yoktu sokakta.
Çıkarıp bir sigara sarmaya kalktı. Tütünü buldu, filtreyi buldu, kağıdı buldu, Çakmağı bulamadı. Yolda düşürmüş olmalıydı. Bir sigara tiryakisi sayılmazdı. Halbuki çok ihtiyacı vardı şu anda. Sigara bir arzu nesnesine dönüşmüş, dalga dalga bedenini ve beynini uyarıyordu.
İlk geçen insandan ateş istemeye karar verdi. Lakin Alaçam Sokak her zamanki sakinliğini aratırcasına daha da bir bomboştu. İn cin top oynuyordu. Sahafın önündeki çimlere uzandı, oturmak yorgunluğunu kesmemişti. Birinin geçtiğini duyunca kalkacaktı. Hayata karşı yenilgisini hüzünlü bir sigara ile sindirip, tıpış tıpış evine gidecekti. En azından savaşmayı denemişti kendince ve bu onurlu yenilgi sigarasını hak ediyordu. Yapacak bir şey yoktu, sokağa kulak kabartarak kendini dem dem saldı.
Tam olarak nereden sirayet ettiğini anlayamadığını bir tür huzur hissetmeye başlamıştı ki, dolmuşa benzer bir aracın motor gürültüsüyle Alaçam Sokağın sessizliği yırtıldı. İstifini bozmadan uzanmaya devam etti, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı. Dolmuş, sahafın karşısına geldiğinde durdu. Dolmuşçunun dolmuşun ön kapısını açtığını işitti. Yere tükürdüğünü gördü. Dolmuştan atlayıp, kapıyı kapattığını da. Küçük bir sessizlikten sonra dolmuş şoförü çığırmaya başladı:
Neukölln, Neukölln, Neukölln… Ayrancı Neukölln. Ayra…Öhöö, öhöö, öhööö…Boğazı gıcıklandığı için çığırmayı bırakmak durumunda kalmıştı Hakan Kaptan. Ulan dedi kaç yaşına geldik hala bir muavinimiz yok, her işi kendimiz hallediyoruz!
Tam yeniden çığırmaya başlayacaktı ki etrafta kimsenin bulunmadığını fark edip, kendi kendine böğürdüğünü anladı. Utanarak sustu. Daha doğrusu tekrar bağıramadı. Ne de olsa bir söylentiye göre dolmuş emektarları o sert görünüşlerinin altında yumuşacıktırlar. En azından Hakan Kaptan gibi feleğin çemberinden geçmiş olanları böyledir denilebilir.
Çıkarıp bir sigara yaktı. Yakar yakmaz gözleri kitapçının önündeki çimlerdeki uzandığı yerden kaldırdığı başıyla kendisine bakan gence takıldı. Biraz önceki gereksiz çığırtkanlığına kendi dışında bir başkasının da tanık olduğunu idrak edip biraz daha kızardı. Bu drama, sigarasından her zamankine kıyasla bir tık daha sert bir fırt çekme gibi bir refleksi de beraberinde getirdi. İçine aldığı dumanı her zamankinden daha çok içinde bekletti. Ve dumanı tüm öfkesiyle saldı. Adeta içinin zehrini dumana tutturup dışarı atmıştı.
Genç ayaklanmış, kendisine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Yirmili yaşlarının ortasına ulaşmak üzere olan bu gencin giyimi çok salaştı Hakan Kaptana göre. Bir kot pantolon üzerine alelacele seçilip giyildiği belli olan çirkince gri bir tişört ve bunun yanında serin Ankara akşamlarının panzehri, yılların sündürdüğü ama öldüremediği, kahverengi bir hırka. Hakan Kaptan’ın bu kombine puanı dört oldu.
Kendi kombinine puanı ise dokuzdu. O da mütevaziliğindendi yani yanlış anlaşılmasın. Yoksa on numara çok janti bir şofördü, Berlin’de giremeyeceği kulüp yoktu. Gidegele Berlin modasını öğrenmişti. Siyahı sever, zincir gördü müydü dayanamaz gerekirse kendine, gerekirse dolmuşa takardı.
Genç yanına yanaşmıştı. Gülümseyerek kibarca ateş istiyordu. Hakan Kaptan’ın anında kanı kaynadı bu gence. Cebinden çakmağını çıkarıp uzattı:
– Buyurun hocam!
– Teşekkürler (Çakmağı alıp, sigarasını yakıp, çakmağı geri verdi)
– Rica ederim.
– Yeni mi kondu bu dolmuş hattı buraya? Yıllardır burada otururum, buradan hiç dolmuş kalktığını görmedim.
– Öyle mi? Hayır, yeni değil ben de yıllardır bu hatta şoförlük ederim.
Genç şaşırmıştı. Ne diyordu bu ergenler misali siyahlara bürünmüş lakin gene de hala janti görünümlü olan dolmuş şoförü şimdi yani!
– Bu dolmuşun Berlin’e gittiğini iddia etmiyorsunuzdur diye düşünüyorum.
– Aksine, tam olarak söylediğim budur genç arkadaşım.
– Abi aklımla oynama lütfen zaten zor bir gün geçiriyorum.
– Haşa. Neden böyle bir şey yapayım. Hayırdır neden zor bir gün geçiriyorsun?
– Hmm. Şimdi böyle birden sorunca açıklaması zor tabi de…Aman neyse hızlı ve dolaysız bir özet vereyim sana. Okulu bitirdim. İstemediğim bir hayata doğru sürükleniyorum. Ama başka çarem yok, kaderime boyun eğmem gerekiyor sanırım. Gene de içim yanıyor.
– Belki de Ankara’nın sana verebileceği bu kadardır. Kaç yıldır bu şehirdesin?
– 6-7 oldu. Okulu çift dikiş gittim.
– Dostum, şehir değiştirmeni öneririm. Yeni şehir enerjisiyle beraber gelir. Belli ki Ankara sana vereceğini zaten vermiş. Teşekkür edip gidebilmelisin ki istemediğin bir hayata sürüklenmeyesin.
– Abi kolay söylemesi de nasıl gideyim?
– Büyük kararlar bazen beş yılda karar verilir, bazen de beş saniyede. Deneyimlerime göre beş saniyelik olanlarıyla beş yıllık olanları arasında herhangi bir fark yoktur.
– Pek anlayamadım?
– Atla bakalım Ayrancı Neukölln dolmuşuna. Para da istemez. Bu sefer bendensin. Berlin’e gidiyoruz. Adın nedir bu arada? Ben Hakan Kaptan.
– Ben de Özgün.
Özgün’ün kafası çok karışmıştı. Neler oluyordu böyle? Rüya mı görüyordu? Son saatlerde yaşadığı git-geller, çaresizlik hissiyatı ve üstüne bu garip dolmuş şoförüyle tanışması biraz fazla gelmişti açıkçası. Biraz daha düşünüp dolmuşa binmeme kararı almaktansa önünde beliren bu saçma maceraya atılmak istedi. Böylece darlanmasını bir nebze olsun unutabilirdi. Nihayetinde bu dolmuş gerçekten Berlin’e gidiyor olamazdı ya.
Dolmuşun ön yolcu kapasını açıp bindi dolmuşa. “Hadi Hakan Kaptan gidelim!” Hakan Kaptan sigarasından bir fırt daha çekip ayağının altında söndürdü. Bir hışımla şoför koltuğuna atlayıp kontağı çevirdi. “Hay hay”.
Fotoğraf: Emrah Özdemir
Kısım III
Dolmuş bu. Hayatın bel kemiği. N’apalım, yoktu bizim çeşit çeşit metro ağlarımız, banliyö trenlerimiz ve yahut tramvaylarımız. Çoğu zaman otobüs hatlarımız bile yeterli değildi. Ah Anadolu’m ah! Fakir ama huzurlu Anadolu’m. Dolmuş en çok sana yakışırdı. Dolunca kalkardık. Elden ele uzatırdık. Belki hala öyle oluyordur. Ben bilmiyorum. Çok sevdiğim Anadolu’mdan uzak düştüm. Şimdi Özgün ve Hakan Kaptan bana doğru gelmektedir. Anadolu’yu getiremiyorlar bana ama dolmuşu getiriyorlar. Olsun, bazen böyle olur.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemektedir şimdi. Ankara’dan önce İstanbul, oradan Atina. Oradan da Prag. Sonra ver elini Berlin. Son durak Neukölln. Tam olarak S Sonnenallee. Hakan Kaptan hep burada bitirir bu yolculuğu. En sevdiği kulüp buradaydı. Artık yok! Yıktılar! Yerine lüks ofisler yaptılar. Soylulaştırdılar mahalleyi! Ne kadar kâr yapsanız satın alabilirsiniz Hakan Kaptanın o kulüpte bıraktığı personaları ey zengin beyaz Avrupalılar? Hadi be bana masal anlatmayın, geçin bunları! Kulübü yıktılar yıkmasına ama Hakan Kaptan gene de bu kulübe saygı duruşu niyetine, dolmuşunu hep burada durutur. Yıktınız yıkmasına da günü gelecek Hakan Kaptan da sizi yıkacak, şu hayatta bir maden işçisini bir de dolmuş şoförünü karşına almayacaksın arkadaş.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir durup bir kalkmaktadır. Bazen bir göçmen biner bu dolmuşa bazen bir seks işçisi bazen de bir muhalif entelektüel. Şu dolmuşun bir dili olsa da konuşsa keşke. Kimisi savaştan kaçar, kimisi açlıktan, kimisi baskıdan. Hakan Kaptan soru sormaz yolcularına, para da almaz. İhtiyacı yoktur paraya, para için yapmaz bu işi.
Dolmuş Almanya’daysa türkü çalar teyp, Türkiye’de ise tekno. Her iki ülke arasında ise yolculara alan verir Hakan Kaptan müzik konusunda. Hem müzik dağarcığı genişler hem de bir nevi sosyal ortam oluşur. İnsanlar sohbet eder müzikten yola çıkarak. Susacak olsalar müzik sessizliği doldurur. Her türlü iyidir müzik. Sever Hakan Kaptan müzik dinlemeyi ve dinletmeyi.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir dolup bir boşalmaktadır. Özgün beyimiz keyfe gelmiş kendini maceranın kollarına iyice teslim etmiş bulunmaktadır. Hakan Kaptan gene rollenmiş, vitesi en afili şekilde attırmaya başlamıştır.
Özgün baktı yollar gitmekle tükenmeyecek gibi. Sordu Hakan Kaptana:
– Hakan abi, neredeyiz?
– Bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum. Şoförümüz değil misin sen?
– Mekânın ne önemi var canım benim, gidiyoruz işte!
– Peki ne zaman varırız?
– Bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum. Sen bilmeyeceksin de kim bilecek?
– Zamanın ne kıymeti var be canım, gidiyoruz işte!
– Neyin önemi var abi o zaman, neyin?
– Kızma be Özgünüm hemen! Bak yol önemli işte, yolun önemi büyük! Onu da gidiyoruz, sıkıntı yok!
– Abi çok gamsızsın be, sen çok yaşarsın.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, insanı kâh melankolik kâh sıkkın yapmaktadır. Dolmuş umuttur. Yolda gitmektir. Bir yeri geride bırakıp bilinmeze yol almaktır. Herkes öyle gidemez kolay kolay dolmuş gibi.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, yol uzadıkça uzamakta, yolcular dış dünyadaki seyahatlerine ek olarak iç dünyalarında da seyahate çıkmaktadırlar. Dışarda aynı yolu içeride farklı yolları gitmektedirler. Özgün’ün aklına Ankara’da öptüğü herkes geliyordu, bir açıklaması vardı elbet. Hakan Kaptan’ın ise şu dünyada seviştiği herkes, bir açıklaması yoktu muhtemelen.
– Özgüncüm bak canım benim, bizim dostluğumuz Berlin’e kadar ha. Oraya varınca beni görmedin, duymadın. Seni ben getirmedim. Alman polisiyle başımı belaya sokma.
– Nasıl ya abi? Ben n’apacağım orada, iz bilmem yol bilmem. Yardımcı olmayacak mısın bana? Yakışmadı abi. Sevenlerini üzdün.
– Canım benim öncelikle çok tatlısın, tabi ki yardımcı olmak isterdim amma lakin, birincisi benim de bir hayatım var inanması güç olsa da ve ikincisi sana yardım etsem kötülük etmiş olurum.
– O neden ki?
– Canım benim ısırmayı öğrenmelisin, yoksa bu şehirde kalıcı olamazsın. Yardım edersem ısırmayı öğrenemezsin.
– Abi sen de beni amma hafife aldın ha, evelallah taşı sıkar suyunu çıkarırım.
– Özgüncüm, bak işte o iş öyle kolay değil. Senin gibi ne babayiğitler gördü bu şehir, bu işler öyle konuşmakla olmuyor. Her ne kadar fark etmemiş olsan da şu dolmuşla Berlin’e doğru yol alırken sadece memleketini değil ayrıcalıklarını da geri de bırakıyorsun.
– Ne ayrıcalığı be abi! Durum belli ülkede, ne ayrıcalığı.
– Farkında bile olmadığın ayrıcalıkların Özgüncüğüm, farkında bile olmadıkların. Anca kaybedince anlayabileceklerin.
– Hakan Kaptan abartma ya, ne ayrıcalığı yahu.
– Uzun lafın kısası, artık gerçek Beyazların mekanına geldiğine göre beyaz Türklüğün yeterince beyaz değil Özgüncüm.
– Abi beyaz Türk falan ayıp olmuyor mu yav. Taşralıyım ben taşralı! Ne beyaz Türkü.
– Kavramları biraz eğip bükerek kullanmayı severim Özgüncüm. Sonuçta akademisyen değil dolmuşçuyum. Zamanında kabul etmediler beni doktoraya, bu beyaz ayrıcalıklı akademi dışladı benim alternatif görüşlerimi. Adiler, bilginin tekelini kuruyorlar. Bilgiyi bile tahakkümleri altına alıyorlar.
– Hadi ya sen naptın kaptan?
– Dolmuş şoförü oldum gördüğün gibi. Dolmuş muhabbeti yapıyorum ders yerine. Böyle direniyoruz be Özgünüm. Yeraltı sosyal bilimi… N’apacan? Yapacak bi şey yok!
– Garip bir insansın be kaptan, ne diyeyim.
Hakan Kaptan dolmuşu sağa yanaştırdı, yavaşlayıp durdu ve el frenini çekti. Özgüne baktı bir süre. Bir şey demedi. Ardından dolmuşun içine doğru çevirdi bakışlarını:
– Ayrancı Neukölln dolmuşunun sevgili yolcuları, Neukölnn’e hoş geldiniz. Gecenin sonunda evlerinize dönmeyi unutmayınız. Viel Spaß!
Korhan evinin penceresinden dışarıyı kesiyordu. Evi, Sakarya Caddesi’ni tam cepheden gören bir konumdaydı. Dolayısıyla tüm hengâmeyi gözlemleyebilmek için en doğru yerlerden birindeydi. Bilim insanlarının tam yirmi sekiz gün sonra Dünya’ya bir göktaşının çarpıp insanlığın sonunu getireceğini ilan etmelerinin üzerinden on üç gün geçmişti.
Korhan için son zamanlarda işler pek de iyi gitmemişti. Neredeyse bir yıl boyunca varoluşu düşünmüş ve kendince onu aramıştı. Bir yılda geldiği noktada hiçbir yere ulaşamamış, kaderine sövüp dururken televizyondan haberi almıştı. Ona varoluşun sırlarını açıklamayan kaderi, bizzat “yok oluşun” kendisini armağan etmişti.
Korhan haberleri aldıktan sonra üzülmek bir yana içten içe sevindiğini fark etti. Bu göktaşı kaos, isyan, yıkılan paradigmalar, özgürlük ve yok oluş vaat ediyordu. Tüm bunlar Korhan için uygundu ve hoş gelmişti. Kronik olarak intiharın eşiğinde olan bir adam ancak bu kadar yaşama sevinciyle dolabilir ve sevinebilirdi.
Haberleri alışından itibaren içine gömüldüğü düşüncelerinden sıyrılıp dışarıya bir göz atmak aklına geldiğinde epey bir zaman geçmişti. Acaba insanlar bu durumu nasıl karşılamıştı? Pencereden dışarı baktığında dehşete düştü. Hayat olağan akışıyla devam ediyordu.
İnsanlardan umudu çoktan kesmişti ama bu kadarı onlar için bile fazla diye düşündü. Yirmi sekiz gün sonra ölecek olan biri nasıl hala işe gidip gelebilir? Henüz göktaşından haberleri yoktur belki veya durumun ciddiyetini kavrayamamışlardır diye düşünüp rahatlattı kendisini. “Hele biraz daha zaman geçsin bakalım” dedi içinden. Hala her şey “normalken” çıkıp yemek, su ve sigara almalıydı ve öyle de yapmıştı.
Fotoğraf: Emrah Özdemir
Bölüm 2
Şimdi, aradan on üç gün daha geçtikten sonra, Korhan göktaşını ve yok oluşu daha akl-ı selim tahayyül edebiliyordu. Oturmuş, gene her zamanki gibi pencereden Sakarya Caddesini izliyordu. İnsanlar da durumu idrak etmeye başlamıştı ve dolayısıyla kaos kendini hafiften hissettiriyordu.
Hala rutinlerinden çıkmayan insanlar da yok değildi hani. Örneğin hala polisler biricik devletlerinin çıkarlarını koruyorlardı, politikacılar itidal çağrıları yapıyordu ve din vaizleri kıyametin geldiğini ilan edip ibadete çağırıyordu. Fakat bu kimseler dışında herkes kendini kaosa ve yok oluşa teslim etmişti.
Korhan dışarıda büyük bir ateşin etrafında dans eden, içen, söyleşen, eğleşen ve sevişen bir topluluk görüyordu. “Adeta eski direniş günleri gibi” diye geçirdi içinden ve evden çıkıp sanki tek ve büyük bir organizmaymış gibi devinen kalabalığa kendini teslim etti.
İçti, dans etti, gülüştü, bir daha içti, muhabbet etti, muhabbeti sevdi, hoşlandı, sevişti, ayıldı, yükseldi… Ve düşündü uzun uzun… Dünya çok kısa bir süre sonra yok olacaktı. Bu sayede belki de hayatının en mutlu gününü yaşıyordu. Bu garip sayılabilecek duruma baktıkça kendini özel hissediyordu. Oysaki, şöyle hızlı bir gözlemle çıkarılabileceği üzere diğer insanlardan pek de farklı sayılmazdı. İnsanların çoğunluğu bir süre sonra yok olacaklarının gayet farkındaydı. İşin ilginç yanı bazı kendini bilmez paranoyaklar hariç daha mutluydular. Bir anda zincirlerinden kurtulmuşlardı. Gelecek kaygısı, sorumluluklar, kompleksler, ahlak, devlet, güvencesizlik kısacası tüm baskı mekanizmaları anlamsızlaşmıştı. Oluşumları yüzlerce yıl alan bu mekanizmaların birkaç haftada yıkılıp gitmesi Korhan’ı zevkten dört köşe ediyordu. Son bir nefes çekip sigarasını öldürdü.
Günler akıp gidiyordu. İnsanlığın sonu hızla yaklaşıyordu. İnsanlık belki de avcı toplayıcı dönemlerinden beri en mutlu dönemini yaşıyordu. Biraz düşünebilenler insanlığın bunca zaman kendini nasıl acı çekmeye mahkûm ettiğini sorguluyordu. Cevap bulamıyorlardı. Göktaşı, idamlık bir mahkûmun son dileğini yerine getiren bir cellat gibiydi. İnsanlığın son dileği olan özgürlüğü onlara vermişti. Fakat bu, infazın gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyordu. Göktaşı bir giyotin kadar somut, yok oluş bir devrim kadar kaçınılmazdı. Ölüm ise kafaya takmaya değmeyecek kadar yakın.
Göktaşı iyice yaklaşmış ve kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği kadar güzel bir manzara yaratmıştı. Çarpışmaya son üç gün kalmıştı. Dünya neşeye boğulmuş durumdaydı. Korhan yavaştan yok oluşu nerede ve nasıl karşılayacağını düşünmeye başlamıştı. Kesinlikle kalabalık bir yerde olmasını istiyordu. Diğer insanların son anlarını görmeliydi. Uzansa mıydı, yoksa ayakta mı olsaydı? Ne giymeliydi üzerine? Kafası güzel mi yoksa ayık mı olmalıydı? Tüm bunlara hemen karar vermesi gerekiyordu. Öyle alelade yok olamazdı. Peki ya son sözleri ne olmalıydı? “Aman Tanrım, ne kadar fazla yapacak şey var” diye söylendi Korhan.
Fotoğraf: Kubilay Öztürk
Bölüm 3
Korhan uyumak ve planlanması gerekenleri ertelemek için evinin yolunu tuttu. Apartmanın kapısından evine kadar olan merdivenlerden çıkarken kafası allak bullaktı. Kapısının önünde biri uyuyordu. Onu uyandırmadan eve girmeye çalışırken tanıdı Yasemin’i. Yasemin, Yasemin, Yasemin. Gökte aranırken yerde bulunmuştu her zamanki gibi, paspasta kedi gibi kıvrılmış yatıyordu. Korhan onu uyandırmak için hamle yaptığında içten içe bir rahatsızlık ve huzursuzluk hissetti. Göktaşı yaklaştığından beri ilk defa böyle hissediyordu.
Bir an için Yasemin’i uyandırmayıp hayatına kaldığı yerden devam etmeyi düşündü. Fakat vicdanının sonrasında rahat etmeyeceğini fark edip, bu düşünceyi bilinçaltının derinliklerine geri yolladı.
-Yasemin, Yasemin! Uyan hadi hasta olacaksın.
– Dur bir saniye (gerinip, esner). Korhan, sensin di mi bu! Ha, ha! Kelleşmiş ve çok zayıflamışsın zor tanıdım.
– Yılların sana da pek şefkatli davrandığı söylenemez. Yaşlanmışsın.
– Korhancım yaşlanmak bireysel bir karar alıştır. Kimisi ellisinde yaşlanır, kimisi ise senin gibi yirmisinde. Yav Korhan, üniversite ikinci sınıfta yaşlanır mı insan? Bense ellisine geldiğim gün yaşlanacağım.
– Yasemin, geçen yıllar seni yaşlandırmış mı emin değilim fakat gördüğüm kadarıyla acımasızlığını oldukça beslemiş. Biraz dur be canım, ilk dakikadan gömme.
– Ayy evet ya, gene patavatsızlık yaptım değil mi? Ama uyku sersemiyim be, gelmek bilmedin. İçeri buyur etmeyecek misin beni?
– Pardon, dalmışım. Geç içeri hadi.
Böylece Yasemin ve Korhan eve girdiler. Korhan şaşırmış ve afallamıştı.
“Demek yaşadığın yer burası ha, konumu baya iyiymiş.” diye başlattı Yasemin ikinci tur sohbeti.
– Fena değil şehrin merkezinde yaşamayı seviyorum.
– Evin içi de fena değilmiş, beğendim.
“Sağ ol” dedi Korhan. Yasemin yeni bir soru sormadı veya yeni bir muhabbet açmadı. İşte o anda, oluşan bu sessizlik anında Korhan, sohbetin var olmasını sağlayan öznenin Yasemin olduğunu anladı. Korhan oluşan bu can sıkıcı sessizliği bozmaya karar verdi. Fakat bir sorun vardı. Korhan’ın aklı bomboş bir tahtaya dönüşmüştü. Aklına sessizliği bozacak hiçbir şey gelmiyordu.
Bozulmayan sessizlikler büyür. Büyüdükçe gerginlik artar. Gerginlik arttıkça panik olunur. Panik olundukça söyleyecek bir şey bulmak iyice zorlaşır. Bu böyle bir kısır döngüdür. Korhan bunu tecrübe ediyordu. Uzunca bir süredir karşılıklı susuluyordu. İyice gerilen Korhan tüm dikkatini toplayıp bu durumu sona erdirmeye karar verdi. Korhan kendini zorlarcasına düşündü: “Ne söyleyebilirim, ne söyleyebilirim?” Göktaşı!”
İşte tam bu “evreka” anında, Korhan Yasemin’i gördüğünden beri yaşadığı sarhoşluktan sıyrılıp yok oluşa sadece üç gün kaldığını hatırladı. Yasemin aklını başından almış, göktaşını tamamen unutmuştu. Sonunda acemice sessizliği bozdu. “Yaşlanma konusunda daha fazla endişelenmemize gerek yok bu arada, en iyi ihtimalle üç gün daha yaşlanabiliriz.” Yasemin bu damdan düşercesine yapılan saptamayı anlamakta zorlanmıştı.
-Ha sen, göktaşını diyorsun. Ben ona inanmıyorum ya.
-Nasıl yani?
-İnanmıyorum işte bayağı.
– O ne demek yav, öyle şey mi olur? Aha orada tam tepemizde görünüyor işte.
– Ben inanmıyorum, inanmak zorunda mıyım? Nasıl inanmazsın diye sorgulayamazsın ki insanları. İnanmak zorundalar mı? Öyle saçma şey mi olur. Benim atoma inanmayan arkadaşım var, hatta bunlar üç kardeşler. Küçük olanı da zamana inanmıyor. Öteki ise enflasyona inanmıyor.
– Enflasyon mu?
– Aynen enflasyon. Ben de kabul ediyorum bak bunu. Atoma veya zamana inanmamak tamam da enflasyona inanmamak bayağı güç.
Ve yeniden sustular. Yeni bir sessizlik oluşmasına tahammül edebilecek durumda olmayan Korhan, lafı dolandırmadan hemen sadede geldi.
-Neden buradasın Yasemin?
– Hani insan Tanrı’ya inanmadığı halde ne olur ne olmaz diye dua eder ya, işte ben de o hesap, göktaşına inanmadığım halde hayatta değer verdiğim insanları görüp vedalaşıyorum.
-Yani, tecahül-ü arif?
-Hayır, daha çok hüsn-ü talil.
Korhan çok bahtiyardı. Yasemin’in onu gerçekten olduğu gibi sevdiğini, değer verdiğini yok oluştan hemen önce, bir kez daha tecrübe etmek paha biçilemez bir şeydi. Yasemin kendi tarzında bunu söylüyordu ve gösteriyordu. O geceyi birlikte geçirdiler.
Sabah kalktığında Yasemin’in gittiğini anladı Korhan. Zaten bunu bekliyordu, aksi daha zordu. Yasemin bir not bırakmıştı: “Görmem gereken başka insanlar da var. Sevgiyle kal.” Korhan artık aradığı huzuru da tam anlamıyla bulmuştu. Açıkçası artık varoluş da yok oluş da umurunda bile değildi. Yok oluşun ve varoluşun ötesine geçmişti. Kendini Epikür gibi hissediyordu. Ve neden öyle hissediyordu en ufak bir fikri bile yoktu. Hep yok oluşa yaklaştıkça Nietzsche gibi hissederim sanıyordu oysa ki. Epikür nereden çıkmıştı şimdi. Bu hissi takip edip yok olana kadar Epikür’ün felsefesi üzerine okumaya karar verdi. Böylece nasıl yok olacağına da karar vermiş oldu.
Fotoğraf: Barış Pekçağlıyan
Bölüm 4
Korhan evde uzunca bir süre düşünceleriyle kaynaştı, zihni çok açıktı ve düşünceler adeta beynine üşüşüyordu. O kadar hızlı, açık ve cüretkâr düşünüyordu ki; birbiriyle yıllardır bağdaştıramadığı iki düşünce arasındaki köprüyü bir anda keşfediyor veya yıllardır olumladığı bir düşüncenin eksik yanını “şıp” diye görebiliyordu. Yasemin ona iki şey bırakıp gitmişti: huzur ve hüzün. Bu ikili Korhan’ın beynini hareketlendirmişti. Kafasını kaldırıp saate baktığında, “evet” dedi. “Zaman tamam.” Yok oluş artık kapıdaydı. En sevdiği kıyafetlerini giydi. En sevdiği üç-beş kitabı çıkarıp çantasına koydu. Çantaya bir şişe viski ve bir miktar sigara koydu. Artık hazırdı ve evden çıkıp yok oluşa hoş geldin diyebilirdi.
Apartmanın kapısından çıkan Korhan sanki bir festivale adım atmıştı. O kadar kalabalıktı ki, adım atacak yer yoktu. Korhan’ın keskinleşen zekâsı hemen insanları ve onların son saatlerini incelemeye koyuldu. İnsanlar göktaşını yılbaşını bekler gibi bekliyordu. Çoğu insan yok oluşu diğer insanlarla beraber karşılamak için bir araya gelmiş ve bu büyük kalabalığı oluşturmuşlardı. Göktaşı yaklaştıkça kalabalık büyüyordu çünkü insanlar yalnız ölme fikrine tahammül edemiyor, beraber ölmek istiyorlardı. Korhan bir türlü karar veremiyordu bu insanlar ölümden mi korkuyordu yoksa yalnızlıktan mı? Ölümden en çok korkanlar için bile, herkes aynı anda ölünce sanki ölüm eskisi gibi korkulacak bir durum olmaktan çıkıyordu. En azından Korhan’ın sezgileri bu yöndeydi. Bu durumda insanlar yalnızlıktan korkuyor olmalıydılar.
Fakat hemen göktaşı mevzusundan önce süregiden yaşamı hatırladığında aslında durumun görünenden bir miktar daha karışık olduğunu anladı. O kadar yalnız ve sevgisizdi ki insanlar o iğrenç sistemin içinde yalnızlıktan korksalar, böyle yaşamaktansa ölmeyi tercih etmeleri gerekirdi. İnsanlar ölümden mi yoksa yalnızlıktan mı korkuyor da, yok oluştan hemen önce, bir araya gelme ihtiyacı hissediyorlar ikilemi Korhan’ı zorluyordu. İkilemi bir sentezle aştı: İnsanlar yalnız ölmekten korkuyorlardı. Diğer bir ihtimal, bu mevzunun Korhan’ın anlayabileceğinin çok ötesinde bir mevzu olmasıydı. Tüm bunları düşünürken çok bunaldı Korhan.
Sık sık hissettiği insanlardan uzak olma isteğini ruhunun ve beyninin en derinlerinde hissetti. Yapamayacaktı Korhan, olmayacaktı. O kadar sevmiyordu ki insanları, son bir ayda yaşadıkları dönüşüm bile onları Korhan’a biraz olsun sevdirmeye yetmiyordu. Son bir haftadır planladığı insanların son anlarını gözlemleme planını bozması bir dakikadan az sürmüştü. Yeni planı doğaya gitmekti ve yok oluşu orada, doğa ananın kollarında karşılamaktı. Ankara’da doğa ana ile buluşabileceği tek bir yer vardı. Böylece ODTÜ ormanlarına doğru yola koyuldu. Acaba daha ne kadar süre vardı? Hava kararmaya başlamıştı. Göktaşının çarpacağı gün belliydi fakat saat konusunda kimse açıklama yapmamıştı. Korhan en azından ormana girebilmeyi umuyordu çarpışmadan önce.
Göktaşına bakıp kalan süresini kestirmeye çalışıyordu. Ama anlamak mümkün olmuyordu. Bu tedirginlik içinde koşar adım ulaşabildi doğa anaya. Onu büyük çam ağaçları ve mis kokulu hafif nemli toprak karşıladı. Korhan minnettar ve bahtiyardı. Oturdu saygılı bir şekilde toprağa. Viskisini çıkartıp bir yudum aldı. Cigarasını çıkarıp yakmak istedi. Yakamadı. Çünkü yanına çakmak almayı unutmuştu.
Fotoğraf: Kubilay Öztürk
Bölüm 5
O an içinden ağlamak geldi Korhan’ın. İçinde bulunduğu durum, gerçekten ama gerçekten çok can sıkıcıydı. Tekrar soğukkanlı haline dönmesi için çabalaması gerekti. Bunu başardığında kalkıp turlamaya başladı ormanın içinde. Çam ağaçlarının altında son doğa yürüyüşünü yaptığının gayet farkında olarak gölete doğru ağır ağır yürüdü. Gölete yaklaştığında önce çıtırtılar duydu, sonra bu çıtırtıların bir ateşten çıktığını anladı, daha sonra ateşi gördü, daha da sonra ateşin başında uzun beyaz sakallı adamı gördü, en sonunda onun yanına oturdu.
-Amca, ateşin var mı?
– Var, buyur.
– Oturabilir miyim yanında, son anlarını mahvetmeyeceksem.
-Otur. Tanrı misafirisin sen.
– Alır mısın bi nefes?
– Olur.
– Ben Korhan.
– Memnun oldum.
– Ateş yakmak çok iyi fikirmiş amca. Üşürdük yoksa.
– Öyle.
– Hep mi böyle sessizsindir yoksa bugüne mi özel amcacım?
– Özel günlerde susarım.
Amcanın soruları kısa cevaplarla savuşturmasından hareketle Korhan adamcağızın son anlarını huzur içinde geçirmek istediğini anladı. Korhan’ın da tam olarak istediği buydu: huzur içinde yok olmak. Sustu ve adamı rahat bıraktı. Fakat yaklaşan ayak sesleri, tam da yeni yeni hüküm sürmeye başlayan sessizliği bozdu. Halbuki uzun süredir ilk defa bir sessizlik Korhan’ı rahatsız etmiyordu. Bu yaşlı adamın yanında Korhan rahatça susabiliyordu. Keşke daha önce bu amcayla tanışsaydım, çok şey öğrenebilirdim ondan diye geçirdi içinden.
Korhan kafasını seslerin geldiği yöne çevirdiğinde biri kadın biri erkek iki kişinin yaklaştığını gördü. Sonrasında, Korhan ve yaşlı adamdan izin isteyip oturdular yanlarına. Onlardan sonra farklı yönlerden gelen iki üç kişi daha aynı yere oturdu. Küçük bir grup oluşturmuşlardı böylelikle. Anlaşılan yalnız ölme fikri, burada da, doğa ananın koynunda da insanlara katlanılmaz gelmişti.
Yeni kişilerin katılımıyla orta ölçekli denilebilecek bir arkadaş grubuna benzeyen toplam sessizce bekliyordu. Herkes artık göktaşının korkunç büyüklüğünden hareketle son dakikalarını yaşamakta olduklarını anlıyor, kimse konuşmuyordu. Sessizlik büyüyordu. Korhan biliyordu ki bozulmayan sessizlikler büyür. Bunu istemiyordu. Bozdu hemen sessizliği:
-Evet, arkadaşlar! Son sözlerinizi alalım.
Kimisi bir şiir söyledi, kimisi alıntı yaptı, kimisi küfür, kimisi de dua etti. Yaşlı adam sadece gülümsedi ve susmaya devam etti. Sonra gruptan biri Korhan’a senin nedir son sözün diye sordu. Derin bir nefes alan Korhan, önündeki viskiyi fondip yaptı ve çantadan üstünde Epikür resmi olan kitabı çıkarıp önündeki ateşe attı. “Ben varken ölüm yok, ölüm olduğunda da ben olmayacağım” dedi.
Sözlerini tamamlar tamamlamaz göktaşı dünyaya çarptı. Büyük bir gürültü koptu. Bir toz bulutu dünyayı adım adım kapladı ve ardında hiçbir şey bırakmadı. Çok hızlıydı. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Kimse acı da çekmedi. Herkes öldü. Bir kişi hariç. Korhan yaşıyordu. Ona hiçbir şey olmamıştı. Yok olmayı bile becerememişti.
Fotoğraf: Barış Pekçağlıyan
Tevfik Hürkan Urhan
2015 / 2016 Kışı, Ayrancı-Ankara
Görsel Tasarım: İlkin Taşdelen
Fotoğraflar: Barış Pekçağlıyan, Emrah Özdemir, Kubilay Öztürk