podcast tiyatrosu

ZAMANALTI: bir podcast tiyatrosu

Ben bu sene, arkadaşlarımla birlikte bir podcast tiyatrosu yaptım.

Bu cümle, kafalarda bir takım soru işaretleri oluşturmuş olabilir. Pek sanmıyorum. Podcast tiyatrosu, bizim uydurduğumuz bir isim olduğu için söylemiyorum; çok açıklayıcı bir terim. İki adımlık bir mantık kurmayı gerektiriyor. Podcast tiyatrosu fonetik ve etimolojik olarak radyo tiyatrosu terimine benziyor. Radyo yerine podcast geçmiş olması da, değişen şeyin mecra olduğuna işaret ediyor.

Yani ben bu sene, arkadaşlarımla birlikte podcast adını verdiğimiz dijital medya ürünlerinin yayınlandığı mecralarda kurgusal ve oyunculu bir iş yaptım; onu demek istiyorum.

Arkadaşlarım Pelin Baynazoğlu ve Mert Günhan, ben bu fikri onlara açtığımda zaten başarılı ve deneyimli dijital medya üreticileriydi. Daha önceden beraber program yapmışlığımız ve hatta sahneye çıkmışlığımız vardı ve bu tecrübelerin her biri benim için paha biçilmezdi. Bu biçilemeyen paha zaten beni böyle bir şeyi kovalamaya itti ve Zamanaltı’nın kalan, finalinden önceki son altı bölümünü hazırlarken hâlâ itmeye devam ediyor.

Şöyle. Ben Mert’le on yılı aşkın bir süredir arkadaşım. Pelin’le de Sana Yalan Borcum Mu Var? isimli başka bir çevrimiçi eğlence programı yaparken tanıştım. Bir bölüm, Pelin ve Mert bu programda karşılıklı yarıştılar ve ilginçtir ki onların yarıştığı bölümde ben yoktum aslında, yerime bir diğer arkadaşım Turgut Uç sunuculuk yapıyordu; bense o bölümü bir partiye giderken metro istasyonunda tabletimden izliyordum. Beş dakika ya izledim, ya izlemedim. Metroya binerken bu ikisiyle bir şeyler yapmam gerektiğinden yüzde yüz emindim.

Bu tip şeyler insanın başına fazla gelmez. Bazı insanların yanında kendinizi kreatif olarak rahat hissedersiniz. Bazı insanlarla ise bunu itelemeniz gerekir. Ben o kadar itelemek zorunda olduğum kreatif ortaklıklara girip çıktım ki, artık sürtünmenin kendiliğinden az olduğu durumların kokusunu alabiliyorum. Kiminle kolay üretebileceğini tespit edebiliyor olmak, kiminle zor ürettiğini anladıktan sonra yetişen bir sezi ve herhangi bir şey yapmadan önce bu sezinin gelişmesi çok önemli.

Ben Pelin ve Mert’in yan yana ateş ve baruta benzediğine ikna olana dek, Mert tarafından defalarca bir podcast tiyatrosu yazmam için taciz edilmiştim aslında. Mert daha önceden itelemek zorunda olduğum bir kreatif ortaklığın içinde azalarak kaybolan bir metin yazdığımı biliyor, benimle böylesi bir projeye kalkışmak istiyor ve yakın arkadaşlığımızın ona verdiği hakla da beni arada bu konuda darlıyordu. İlk darladığında etrafımda böyle bir projeyi kaldıracak kadar insan olmadığını düşündüm; çünkü bu en azından bir ya da birkaç kişinin oyuncuya benzemesini gerektiriyordu. Mert bir komedyen ve bir sanatçıydı, onun kreatif dürtülerine güveniyordum ama ikinci bir isim bulamadığım için mevzu ileri gitmiyordu. İkinci darladığında da benzer sebeplerle savuşturdum. Üçüncü darladığında artık hayatımda Pelin vardı.

Bir kasım sabahı, yattığım yatakta tembel tembel Reddit kaydırırken, internetin sonsuz güzel dilinde meme olarak geçen ortak kültür unsurlarından birini gördüm. Böyle güzel kelimelerle anlatıp sizi yanılgıya sokmak istemem, bu meme zaman yolculuğu hikayelerinin en meşhur kalıplarından biri olan “geriye dönüp Hitler’i bebekken öldürme” mefhumunu tiye alıyor ve “Neden herkes geriye dönüp Hitler’i bebekken öldürüyor da kimse geriye dönüp Hitler’in annesiyle sevişmiyor?” sorusunu soruyordu.

İşte o an yataktan doğruldum, kalktım, işe gittim ve aklımda şelale gibi akmaya başlamış diyaloglarla Mert Günhan tarafından canlandırılan Mert Günhan’ın, Pelin Baynazoğlu tarafından canlandırılan Klara Hitler ile tanışıp sevişeceği ve Hitler’in babası olacağı bir senaryo yazdım. Bu Zamanaltı’nın ilk bölümüydü ve o zaman adı daha Zamanaltı bile değildi.

İlk senaryoyu ilk kez Mert’e okuttum. Çok iyi olduğunu söyledi ama ben bunu biliyordum zaten. Çok iyi yaptığınız şeyleri biliyor olmak, eğer beraberinde kötü yaptığınız şeylerden de rahatsızlık duyup içinizdeki ukde tükenene kadar işin başından kalkmıyorsanız başka bir faydalı sezi. Bunu da sadece işlerinizi sokağa atınca fark ediyorsunuz. On insan işinizle ilgili fikir belirtince, ürettiğiniz şeylerin kalitesiyle ilgili on bir kişilik fikir oluşturma kapasiteniz doğuyor. Yüzse yüzbir. Binse binbir. Yüz binlerse yüzbinlerce ve bir. Bir eserin dış dünyada göbek bağı kopuk bir şekilde nefes alıp alamadığını anlayabiliyor olmak da en az kiminle sürtünmesiz çalışabileceğini tespit etmek kadar önemli bir sezi.

Sonra Pelin’e yolladım. Önemli olan kısım buydu, çünkü Pelin eğer buna yanaşmazsa zaten böyle bir şey olmayacaktı. Yanaştı. O da çok beğendi. Şimdi işi kaydetmek ve montajlamak gerekliydi.

Ben hayatımda ilk defa podcast montajlamaya Zamanaltı ile başlamadım. İlk podcastimi yayınladığımda sene 2016’ydı ve Zamanaltı’nın başına oturduğumda hem kayıt, hem de montaj olarak ne yapacağıma dair bir fikrim vardı ama bunların hiçbiri daha önce podcast montajlamış olmaktan ileri gelmiyordu. Benim ne yapacağıma dair bir fikrim vardı, çünkü fikirler biraz içimden geçiyordu.

Bunu konuşalım.

Biri bana bir gün sanatçının flüt gibi olması gerektiğini söyledi. Kim olduğunu hatırlamıyorum. Bu lafı çok düşünüyorum. Sanatın insanın içinde doğan değil içinden geçen bir şey olduğunu rahatlıkla kabul ediyorum. Zamanaltı’nın ilk bölüm senaryosu benim ciğerim civarı bir yerden başlamadı yolculuğuna. Tepelerde bulutların arasında bir yerdeydi. Rüzgar esti, birine çarptı, gelen esinti benim boşalttığım içimden dışarı bir nota olarak çıktı ve ben bu notayı elimin olanak verdiği ölçüde kaydettim. Bu yüzden Mert ve Pelin biri Kütahya’da ve biri İstanbul’da olan mikrofonlarına konuşurken arkadan gelen dere sesini duyabiliyordum. Bu yüzden diyalogları tek tek kesip zamanlamalarını baştan ayarlarken söylenen şeylere verilen cevaplar arasındaki esleri içimde hissedebiliyordum. Ve bu yüzden, ilk bölümün galasını bir canlı yayın esnasında bin kişiye yaptığımızda, o dinleyen bin kişinin verdiği tepkileri böbreğimde hissedebiliyordum. 

Ve bu yüzden de Zamanaltı’nın edebi temasını, Mert’in bir gün kullanıp beni çok hayran bıraktığı ve kullandığını takiben geçen bir yıl içerisinde ısrarla reddettiği sanat gibi hissetmek mefhumu üzerine kurdum.

Zamanaltı bir zaman yolculuğu hikayesi. Bu yüzden bir bölümü onuncu yüzyılda, bir bölümü otuzuncu yüzyılda geçiyor. Zamanaltı evreninde insanlar sadece foton bazlı varlıklar olduklarında zamanda kendi başlarına yolculuk yapabiliyorlar. Bu yüzden bir karakter, biz onunla tanıştığımızda anlatılamayacak kadar uzun süredir ışık olarak insanlığın arasında geziniyor. Zamanaltı’nın ana karakteri Mert, yanındaki zaman makinesinin hikaye anlatma yeteneği yüzünden etraftaki insanlara etten kemiktenmiş gibi gözüküyor. Ve bu yüzden de Zamanaltı, bir de kendisini anlatan bir hikaye olarak dinleyicisinin karşısına çıkıyor.

Zamanaltı tematik olarak sanat gibi hissetmenin ne demek olduğu, sanat gibi hisseden insanların nasıl hayatlar yaşadığı, nasıl hayatların sanat gibi hissetmeye daha iletken olduğu ve nasıl hayatların bunu sanat gibi hissetmenin zıttı politik ifadeye doğru çamura çektiği konularını; hikaye anlatma ve yaşadığı şeyi bir hikaye olarak yorumlayan insanların hayatlarındaki hikayeye benzerlik mevzularına çarpıştırarak ele alıyor.

Hatırlatıyorum. Hitler’in annesiyle sevişen bir adamla başladık bu yola.

Çünkü ben hikaye anlatma tekniği olarak çok farklı örneklerden feyz alıyorum, örneğin; Hergé’nin macera strüktürü ve detayı, Russell T. Davies’in karakterizasyonu ve konu seçimi, Cem Yılmaz’ın kelime seçimi ve mizah dağarcığı. Bunların bir öte tarafında ise Rich Burlew ve onun on beş yılı aşkın bir süredir devam eden çizgi roman serisi Order of the Stick var. Burlew, on beş yıl önce bir Dungeons & Dragons parodisi olarak başladığı serisinde bugün destansı bir fantastik hikaye anlatıyor ve yıllardır da bu anlatısının yapım aşamalarını derlediği kitapların yorum köşelerinde okuyucuları için kaleme alıyor. Burlew’u okuyarak, hikaye kurgulamanın ne demek olduğuna dair çok fazla şey öğrendim. Burlew yazar ve çizerliğe girişmeden önce Dungeons & Dragons masalarında bir Game Master’dı, yani canlı kanlı oyuncular rol yapma oyunu oynar ve oyun hâlinde rol yaparken onların yaşadığı macerayı kuran ve yöneten kişiydi. Dostum Can Sungur’un çok sevdiğim bir lafıyla bu tip hikaye anlatımı bir anlamda sofra kurmaya benziyordu ve Burlew bu sofra kurma refleksiyle Order of the Stick’i yazıyordu. 

Yani Burlew, önce öğünü seçiyordu: Janra, yani bu durumda; fantastik bir komedi. Sonra örtüyü seriyordu: Dünya, yani bu durumda; D&D kurallarıyla yaşadığının farkında olan bir fantastik dünya. Sonra tabakları yerleştiriyordu: Karakterler yani, yani bu durumda bir zindanı temizlemeye girmiş altı kişi. Sonra da servise başlıyordu.

Burlew hikayesini bu şekilde kurduğu için, önden masaya getirdiği üç adet zeytinin yanına doğranmış beyaz peynir, ezme, haydari, iyi bir kavun, sonra tabii ki biraz balık ve en sonunda da rakıyı getirip koyabildi. İlk gelen zeytinler masadaki önemlerini kaybetmediler, çünkü zaten onlar gelene kadar öğünün bir rakı masası olacağı belliydi. Tabaklar örtüden sonra konulduğu için, zaten göz zevkini bozmuyor ve yer değiştirseler de masanın estetiğini kırmıyorlardı. Masaya ilk zeytin için oturanlar, ya da belki sadece bir kavun ihtimali için gelenler ilk dilim beyaz peynir mekana girince arkadaşlarına haber verdiler, sonra ezme gelince daha da çok çıldıranlar oldu ve en sonunda şu an masada duran rakı esnasında; yani, The Order of the Stick’in final cildinde seriyi düzenli takip eden yüz binlerce insan var.

Bu prensibe dayanarak ben de masada bulunan her şeye bilmeden ekilmiş bir tohum muamelesi yaptım ve Zamanaltı sanatçı bir adamın “ben Hitler’in babası olursam belki Hitler daha sakin bir adam olur” varsayımıyla başladığı bir hikayeden yukarıya doğru evrildi.

Bu esnada ben de yukarıya doğru evrildim elbette. Profesyonel sesler kullanmaya, özgün müzik yaptırmaya, konuk oyuncular almaya ve hikayeyi mecrasının daha farkında yazmaya başladım. Daha kolay yolu seçmeye meyilli fikirlerinizin size ima ettiğinin aksine, beti arttırmak her zaman mümkündür ve “yer abi bir şekilde” bir sanat eserinin başında söylenebilecek en kötü sözlerden biridir. 

Yani işte ben bu sene bir podcast tiyatrosu yaptım. İlerleyen senelerde de yaparım diye düşünüyorum, çünkü tadını bir kere aldım. Hikaye anlatan kulvardan çıkacağıma inanmıyorum. Ve ne zaman kolay olanla güzel olan arasında bir seçim yapmam gerekse, Hitler’in babası yerine Mert Günhan’la sevişen Klara’nın ilk bölümde söylediği şeyi düşünüyorum.

Sadece masallara inananlar masal kahramanı olabilir.

Bunu da gerçekten böyle bildim, böyle söylüyorum.

Yiğitcan Erdoğan 

@acyberexile

yiğitcanerdogan@gmail.com