Ayrancı-Neukölln Dolmuşu
Kısım I
Eee şimdi n’olacaktı? Bitmişti işte, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen üniversite yılları! Son sınavından çıkmış dalgın dalgın ODTÜ’de yürüyordu. Ulan galiba iyi yapmadık bitirmekle şu okulu, şimdi n’apacağım diye içinden geçirdi.
Anadolu’nun ücra bir köşesinden gelip şu kampüsün kapısından içeri girdiği anı daha dün gibi hatırlıyordu. Yıllar önce, sonunda kendini taşranın boğucu monotonluğundan kurtarıp iyi kötü devinen bir sosyal hareketliliğin, bir üniversite kampüsü hayatının içine atabilmişti. Fakat hiç mi hiç bu öğrenci yaşantısının hayatının sadece küçük bir parçasını oluşturacağı gerçeğini göz önünde bulundurmamıştı. Sudan çıkmış balık gibiydi. Dehşet içindeydi. Mezun oluyordu.
Kendinden başka herkesin mezun olduğu için ne kadar mutlu olduğunu, hatta ve hatta çocukça mezuniyet kutlamaları yaptığını gördükçe kendi haline daha da çok üzülüyordu. Kendi dışındaki herkeste yanlış giden bir şeyler olma olasılığının çok düşük olmasından hareketle, düşüncelerini kendi üzerinde yoğunlaştırmaya karar verdi. Aslında sadece unutmuştu bir gün mezun olacağını, çok da abartılacak bir şey değildi hani. Hayatının sonuna kadar böyle yaşayacağını varsaymıştı. Basit bir hata, masum bir ön kabul.
Bir çözüm bulmalıydı. Ne yapmalıydı şimdi? İş yaşamına mı girecekti? Ne olacaktı politik ideallerine, sanatsal hayallerine, alternatif bir hayat arayışlarına? Buraya kadar mıydı? Şu ana kadar hayalini kurduğu, inandığı her şey kumdan kaleler gibi çöküyordu. En yakın arkadaşları birer ikişer işe girmeye başlamıştı, artık arkadaş hoşbeşlerinde sadece kariyer planlarından bahsedilir olmuştu. Herkes adeta on yıllık kalkınma planını hazırlamış, adım adım uygulamaya bile geçmişti. O ise daha on gün sonra ne yapacağını dahi bilmiyordu. Elinde avcunda sahip olduğu para onu en fazla birkaç ay daha açlığa ve soğuğa karşı koruyabilirdi. Çok sıkışmış hissediyordu. Böyle bitmemeli bu hikâye diye tekrarlayıp duruyordu içinden.
Kafasını kaldırdığında bu mevzuları düşüne düşüne, yemekhanenin yanındaki dolmuş duraklarına kadar geldiğini fark etti. Eve gitmek için buradan Ayrancı dolmuşuna binmesi gerekiyordu. Fakat istemiyordu dolmuşa binmek, yürürken daha akl-ı selim düşünüyordu. Aynı zamanda yürümek onu sakinleştiriyor, iyi geliyordu. Biraz daha yürüyüp, üstünde “devrim” yazmasından ötürü Devrim olarak adlandırılan stadyumun önünden geçip, yurtların oradan dolmuşa binmeye karar verdi. Çok emindi yürürken tüm sorunları için aniden radikal ve zekice bir çözüm bulacağına.
Kaldırdı kafasını tekrar. Gelmişti yurtların oraya. Fakat şapkadan tavşan çıkaramamıştı. A4 olarak bilinen üniversitenin kapısına kadar yürüdü. Çıkacaktı o tavşan kesin oraya varıncaya kadar.
Kaldırdı kafasını: A4. Tavşan hala yok. Üniversiteden çıktı. “Yüzüncü Yıl pazar yerinden binerim” dedi. Bu sefer belki de şapkadan tavşan çıkarmak mümkün değil bu koşullar altında diye düşündü.
Kaldırdı kafasını: Yüzüncü yıl Pazar yeri. Umut yok. İstikamet: Karakusunlar. “Ama kesin oradan binilecek Ayrancı dolmuşuna bak”.
Kaldırdı kafasını: Karakusunlar. Çözüm falan yok, ne olacak bu halim diye düşünmeye başladı. İstikamet: Balgat yol ayrımı. “Oradan binmek zorundayım zaten dolmuşa, daha ne kadar yürüyebilirim.”.
Kaldırdı kafasını: Balgat yol ayrımı. “Ne olacak benim politik ideallerime?” İstikamet: Sokullu. “Yemişim dolmuşu, yorulunca binerim”.
Kaldırdı kafasını: Sokullu. “Ne olacak benim sanatsal hayallerime?” İstikamet: Hoşdere. “Dolmuşun da bu düzenin de Allah belasını versin!”
Kaldırdı kafasını: Hoşdere. “Ne olacak benim alternatif bir hayat arayışıma?” İstikamet: Ayrancı. “Geldim bile Ayrancıya neredeyse”.
Kaldırdı kafasını: Ayrancı. “Ölecek miyim açlıktan eğer hayallerimin peşinde koşarsam?” “Böyle mi işliyor bu dünya?”. “Maddi şartların karşısında benim öznelliğimin hiçbir değeri yok mu yani?” İstikamet: Alaçam Sokak, ev.
Alaçam sokağa girdiğinde oldukça yorulmuştu. Fakat eve girmek istemiyordu. Biliyordu ki herhangi bir çözüm bulamadan evine girerse, bu yenilgiyi kabul etmek anlamına gelecekti. O eve girmek bu durumda psikolojik bir sınır çizgisiydi. Yürümek ve düşünmek istiyordu bir çözüm bulana kadar. Fakat ayaklarında mecal kalmamıştı, tek bir adım dahi attıramıyordu beyni bacaklarına. En azından eve girmemek için, Alaçam sokaktaki sahafın önündeki kaldırımın kenarına çöktü. Sahafa baktı, kapalıydı. İçeride sadece sahafın kedileri vardı. Camdan onu izliyorlardı. Saatine baktı. Akşamın ilerleyen saatleriydi. Haliyle kimsecikler yoktu sokakta.
Çıkarıp bir sigara sarmaya kalktı. Tütünü buldu, filtreyi buldu, kağıdı buldu, Çakmağı bulamadı. Yolda düşürmüş olmalıydı. Bir sigara tiryakisi sayılmazdı. Halbuki çok ihtiyacı vardı şu anda. Sigara bir arzu nesnesine dönüşmüş, dalga dalga bedenini ve beynini uyarıyordu.
İlk geçen insandan ateş istemeye karar verdi. Lakin Alaçam Sokak her zamanki sakinliğini aratırcasına daha da bir bomboştu. İn cin top oynuyordu. Sahafın önündeki çimlere uzandı, oturmak yorgunluğunu kesmemişti. Birinin geçtiğini duyunca kalkacaktı. Hayata karşı yenilgisini hüzünlü bir sigara ile sindirip, tıpış tıpış evine gidecekti. En azından savaşmayı denemişti kendince ve bu onurlu yenilgi sigarasını hak ediyordu. Yapacak bir şey yoktu, sokağa kulak kabartarak kendini dem dem saldı.
Tam olarak nereden sirayet ettiğini anlayamadığını bir tür huzur hissetmeye başlamıştı ki, dolmuşa benzer bir aracın motor gürültüsüyle Alaçam Sokağın sessizliği yırtıldı. İstifini bozmadan uzanmaya devam etti, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı. Dolmuş, sahafın karşısına geldiğinde durdu. Dolmuşçunun dolmuşun ön kapısını açtığını işitti. Yere tükürdüğünü gördü. Dolmuştan atlayıp, kapıyı kapattığını da. Küçük bir sessizlikten sonra dolmuş şoförü çığırmaya başladı:
– Neukölln, Neukölln, Neukölln… Ayrancı Neukölln, Ayrancı Neukölln, Ayrancı Neukölln…
Kısım II
Neukölln, Neukölln, Neukölln… Ayrancı Neukölln. Ayra…Öhöö, öhöö, öhööö…Boğazı gıcıklandığı için çığırmayı bırakmak durumunda kalmıştı Hakan Kaptan. Ulan dedi kaç yaşına geldik hala bir muavinimiz yok, her işi kendimiz hallediyoruz!
Tam yeniden çığırmaya başlayacaktı ki etrafta kimsenin bulunmadığını fark edip, kendi kendine böğürdüğünü anladı. Utanarak sustu. Daha doğrusu tekrar bağıramadı. Ne de olsa bir söylentiye göre dolmuş emektarları o sert görünüşlerinin altında yumuşacıktırlar. En azından Hakan Kaptan gibi feleğin çemberinden geçmiş olanları böyledir denilebilir.
Çıkarıp bir sigara yaktı. Yakar yakmaz gözleri kitapçının önündeki çimlerdeki uzandığı yerden kaldırdığı başıyla kendisine bakan gence takıldı. Biraz önceki gereksiz çığırtkanlığına kendi dışında bir başkasının da tanık olduğunu idrak edip biraz daha kızardı. Bu drama, sigarasından her zamankine kıyasla bir tık daha sert bir fırt çekme gibi bir refleksi de beraberinde getirdi. İçine aldığı dumanı her zamankinden daha çok içinde bekletti. Ve dumanı tüm öfkesiyle saldı. Adeta içinin zehrini dumana tutturup dışarı atmıştı.
Genç ayaklanmış, kendisine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Yirmili yaşlarının ortasına ulaşmak üzere olan bu gencin giyimi çok salaştı Hakan Kaptana göre. Bir kot pantolon üzerine alelacele seçilip giyildiği belli olan çirkince gri bir tişört ve bunun yanında serin Ankara akşamlarının panzehri, yılların sündürdüğü ama öldüremediği, kahverengi bir hırka. Hakan Kaptan’ın bu kombine puanı dört oldu.
Kendi kombinine puanı ise dokuzdu. O da mütevaziliğindendi yani yanlış anlaşılmasın. Yoksa on numara çok janti bir şofördü, Berlin’de giremeyeceği kulüp yoktu. Gidegele Berlin modasını öğrenmişti. Siyahı sever, zincir gördü müydü dayanamaz gerekirse kendine, gerekirse dolmuşa takardı.
Genç yanına yanaşmıştı. Gülümseyerek kibarca ateş istiyordu. Hakan Kaptan’ın anında kanı kaynadı bu gence. Cebinden çakmağını çıkarıp uzattı:
– Buyurun hocam!
– Teşekkürler (Çakmağı alıp, sigarasını yakıp, çakmağı geri verdi)
– Rica ederim.
– Yeni mi kondu bu dolmuş hattı buraya? Yıllardır burada otururum, buradan hiç dolmuş kalktığını görmedim.
– Öyle mi? Hayır, yeni değil ben de yıllardır bu hatta şoförlük ederim.
– İlginç! Neukölln dediğiniz yer neresi? İsmi tanıdık gelmedi de? Cebeci’nin oralarda falan mı?
– Hayır değil. Neukölln Berlin’in bir semti.
Genç şaşırmıştı. Ne diyordu bu ergenler misali siyahlara bürünmüş lakin gene de hala janti görünümlü olan dolmuş şoförü şimdi yani!
– Bu dolmuşun Berlin’e gittiğini iddia etmiyorsunuzdur diye düşünüyorum.
– Aksine, tam olarak söylediğim budur genç arkadaşım.
– Abi aklımla oynama lütfen zaten zor bir gün geçiriyorum.
– Haşa. Neden böyle bir şey yapayım. Hayırdır neden zor bir gün geçiriyorsun?
– Hmm. Şimdi böyle birden sorunca açıklaması zor tabi de…Aman neyse hızlı ve dolaysız bir özet vereyim sana. Okulu bitirdim. İstemediğim bir hayata doğru sürükleniyorum. Ama başka çarem yok, kaderime boyun eğmem gerekiyor sanırım. Gene de içim yanıyor.
– Belki de Ankara’nın sana verebileceği bu kadardır. Kaç yıldır bu şehirdesin?
– 6-7 oldu. Okulu çift dikiş gittim.
– Dostum, şehir değiştirmeni öneririm. Yeni şehir enerjisiyle beraber gelir. Belli ki Ankara sana vereceğini zaten vermiş. Teşekkür edip gidebilmelisin ki istemediğin bir hayata sürüklenmeyesin.
– Abi kolay söylemesi de nasıl gideyim?
– Büyük kararlar bazen beş yılda karar verilir, bazen de beş saniyede. Deneyimlerime göre beş saniyelik olanlarıyla beş yıllık olanları arasında herhangi bir fark yoktur.
– Pek anlayamadım?
– Atla bakalım Ayrancı Neukölln dolmuşuna. Para da istemez. Bu sefer bendensin. Berlin’e gidiyoruz. Adın nedir bu arada? Ben Hakan Kaptan.
– Ben de Özgün.
Özgün’ün kafası çok karışmıştı. Neler oluyordu böyle? Rüya mı görüyordu? Son saatlerde yaşadığı git-geller, çaresizlik hissiyatı ve üstüne bu garip dolmuş şoförüyle tanışması biraz fazla gelmişti açıkçası. Biraz daha düşünüp dolmuşa binmeme kararı almaktansa önünde beliren bu saçma maceraya atılmak istedi. Böylece darlanmasını bir nebze olsun unutabilirdi. Nihayetinde bu dolmuş gerçekten Berlin’e gidiyor olamazdı ya.
Dolmuşun ön yolcu kapasını açıp bindi dolmuşa. “Hadi Hakan Kaptan gidelim!” Hakan Kaptan sigarasından bir fırt daha çekip ayağının altında söndürdü. Bir hışımla şoför koltuğuna atlayıp kontağı çevirdi. “Hay hay”.
Kısım III
Dolmuş bu. Hayatın bel kemiği. N’apalım, yoktu bizim çeşit çeşit metro ağlarımız, banliyö trenlerimiz ve yahut tramvaylarımız. Çoğu zaman otobüs hatlarımız bile yeterli değildi. Ah Anadolu’m ah! Fakir ama huzurlu Anadolu’m. Dolmuş en çok sana yakışırdı. Dolunca kalkardık. Elden ele uzatırdık. Belki hala öyle oluyordur. Ben bilmiyorum. Çok sevdiğim Anadolu’mdan uzak düştüm. Şimdi Özgün ve Hakan Kaptan bana doğru gelmektedir. Anadolu’yu getiremiyorlar bana ama dolmuşu getiriyorlar. Olsun, bazen böyle olur.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemektedir şimdi. Ankara’dan önce İstanbul, oradan Atina. Oradan da Prag. Sonra ver elini Berlin. Son durak Neukölln. Tam olarak S Sonnenallee. Hakan Kaptan hep burada bitirir bu yolculuğu. En sevdiği kulüp buradaydı. Artık yok! Yıktılar! Yerine lüks ofisler yaptılar. Soylulaştırdılar mahalleyi! Ne kadar kâr yapsanız satın alabilirsiniz Hakan Kaptanın o kulüpte bıraktığı personaları ey zengin beyaz Avrupalılar? Hadi be bana masal anlatmayın, geçin bunları! Kulübü yıktılar yıkmasına ama Hakan Kaptan gene de bu kulübe saygı duruşu niyetine, dolmuşunu hep burada durutur. Yıktınız yıkmasına da günü gelecek Hakan Kaptan da sizi yıkacak, şu hayatta bir maden işçisini bir de dolmuş şoförünü karşına almayacaksın arkadaş.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir durup bir kalkmaktadır. Bazen bir göçmen biner bu dolmuşa bazen bir seks işçisi bazen de bir muhalif entelektüel. Şu dolmuşun bir dili olsa da konuşsa keşke. Kimisi savaştan kaçar, kimisi açlıktan, kimisi baskıdan. Hakan Kaptan soru sormaz yolcularına, para da almaz. İhtiyacı yoktur paraya, para için yapmaz bu işi.
Dolmuş Almanya’daysa türkü çalar teyp, Türkiye’de ise tekno. Her iki ülke arasında ise yolculara alan verir Hakan Kaptan müzik konusunda. Hem müzik dağarcığı genişler hem de bir nevi sosyal ortam oluşur. İnsanlar sohbet eder müzikten yola çıkarak. Susacak olsalar müzik sessizliği doldurur. Her türlü iyidir müzik. Sever Hakan Kaptan müzik dinlemeyi ve dinletmeyi.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, bir dolup bir boşalmaktadır. Özgün beyimiz keyfe gelmiş kendini maceranın kollarına iyice teslim etmiş bulunmaktadır. Hakan Kaptan gene rollenmiş, vitesi en afili şekilde attırmaya başlamıştır.
Özgün baktı yollar gitmekle tükenmeyecek gibi. Sordu Hakan Kaptana:
– Hakan abi, neredeyiz?
– Bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum. Şoförümüz değil misin sen?
– Mekânın ne önemi var canım benim, gidiyoruz işte!
– Peki ne zaman varırız?
– Bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum. Sen bilmeyeceksin de kim bilecek?
– Zamanın ne kıymeti var be canım, gidiyoruz işte!
– Neyin önemi var abi o zaman, neyin?
– Kızma be Özgünüm hemen! Bak yol önemli işte, yolun önemi büyük! Onu da gidiyoruz, sıkıntı yok!
– Abi çok gamsızsın be, sen çok yaşarsın.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, insanı kâh melankolik kâh sıkkın yapmaktadır. Dolmuş umuttur. Yolda gitmektir. Bir yeri geride bırakıp bilinmeze yol almaktır. Herkes öyle gidemez kolay kolay dolmuş gibi.
Dolmuş tıngır mıngır ilerlemekte, yol uzadıkça uzamakta, yolcular dış dünyadaki seyahatlerine ek olarak iç dünyalarında da seyahate çıkmaktadırlar. Dışarda aynı yolu içeride farklı yolları gitmektedirler. Özgün’ün aklına Ankara’da öptüğü herkes geliyordu, bir açıklaması vardı elbet. Hakan Kaptan’ın ise şu dünyada seviştiği herkes, bir açıklaması yoktu muhtemelen.
– Özgüncüm bak canım benim, bizim dostluğumuz Berlin’e kadar ha. Oraya varınca beni görmedin, duymadın. Seni ben getirmedim. Alman polisiyle başımı belaya sokma.
– Nasıl ya abi? Ben n’apacağım orada, iz bilmem yol bilmem. Yardımcı olmayacak mısın bana? Yakışmadı abi. Sevenlerini üzdün.
– Canım benim öncelikle çok tatlısın, tabi ki yardımcı olmak isterdim amma lakin, birincisi benim de bir hayatım var inanması güç olsa da ve ikincisi sana yardım etsem kötülük etmiş olurum.
– O neden ki?
– Canım benim ısırmayı öğrenmelisin, yoksa bu şehirde kalıcı olamazsın. Yardım edersem ısırmayı öğrenemezsin.
– Abi sen de beni amma hafife aldın ha, evelallah taşı sıkar suyunu çıkarırım.
– Özgüncüm, bak işte o iş öyle kolay değil. Senin gibi ne babayiğitler gördü bu şehir, bu işler öyle konuşmakla olmuyor. Her ne kadar fark etmemiş olsan da şu dolmuşla Berlin’e doğru yol alırken sadece memleketini değil ayrıcalıklarını da geri de bırakıyorsun.
– Ne ayrıcalığı be abi! Durum belli ülkede, ne ayrıcalığı.
– Farkında bile olmadığın ayrıcalıkların Özgüncüğüm, farkında bile olmadıkların. Anca kaybedince anlayabileceklerin.
– Hakan Kaptan abartma ya, ne ayrıcalığı yahu.
– Uzun lafın kısası, artık gerçek Beyazların mekanına geldiğine göre beyaz Türklüğün yeterince beyaz değil Özgüncüm.
– Abi beyaz Türk falan ayıp olmuyor mu yav. Taşralıyım ben taşralı! Ne beyaz Türkü.
– Kavramları biraz eğip bükerek kullanmayı severim Özgüncüm. Sonuçta akademisyen değil dolmuşçuyum. Zamanında kabul etmediler beni doktoraya, bu beyaz ayrıcalıklı akademi dışladı benim alternatif görüşlerimi. Adiler, bilginin tekelini kuruyorlar. Bilgiyi bile tahakkümleri altına alıyorlar.
– Hadi ya sen naptın kaptan?
– Dolmuş şoförü oldum gördüğün gibi. Dolmuş muhabbeti yapıyorum ders yerine. Böyle direniyoruz be Özgünüm. Yeraltı sosyal bilimi… N’apacan? Yapacak bi şey yok!
– Garip bir insansın be kaptan, ne diyeyim.
Hakan Kaptan dolmuşu sağa yanaştırdı, yavaşlayıp durdu ve el frenini çekti. Özgüne baktı bir süre. Bir şey demedi. Ardından dolmuşun içine doğru çevirdi bakışlarını:
– Ayrancı Neukölln dolmuşunun sevgili yolcuları, Neukölnn’e hoş geldiniz. Gecenin sonunda evlerinize dönmeyi unutmayınız. Viel Spaß!
Tevfik Hürkan Urhan
Berlin, 2021