şiir

Rüyalar için Naat

Rüyalar… Kendi dilimizde şifrelenmiş, başı ve sonu olmayan hikayelerimiz.

Zaman ve mekanı geçersiz kılan, derin bilinçdışının sularında sembollerin, arketiplerin, ritüellerin hammaddesi ve işlendiği yer. 

Mitolojik anlatımlarla rüyalar ne kadar benzerdir. Bir şekilde görücü olarak, kendi iç örüntümüze dahil oluruz. Günlük zihin konuşmalarımızın dışında, rüyaların kendini ispat etmeye veya anlaşılmaya ihtiyacı yoktur. Anlam, bağlantıyı bulduğu an görenin anlayacağı dili gösterir.

Birçok eski kültür ve medeniyet rüya dilini günümüz perspektifinin dışında, farklı boyutlarıyla ele almıştır.

Toltek bilgisi, rüyayı hem bir kehanet aracı hem de kişinin kendi içsel değişimine yapılan gezinti olarak değerlendirir. Rüya günlüğü tutmak, kendi görü dilini çözmek için yegane yoldur. 

Tasavvuf literatüründe rüya alemi, ‘Ruhlar âlemiyle madde âlemi arasında bulunan ve bütün varlıkların zuhûra gelmeden önceki asıllarının, maddeye bürünmemiş şekillerinin mevcut olduğu âlem, âlem-i misal’ olarak tanımlanır. Bilinci genişletmek amacıyla , yol gösterici olarak görülür. 

Aborjinler, yaratımdaki her kuvvenin iç içe olduğu o eşsiz vakitten ‘rüya zamanı’ ndan bahseder. Yaratılış bir yumurtanın içindedir ve bu vakitten yaratımın saçılacağı güne dek herşey birliktedir. O sebeple rüyalar ilksel ve kaynak olandan bir mesajdır.

Rüya görücü bir elçi gibi çalışır.

Kendi rüyalarımızın gözcüsü ve ileticisi olmak, kendini tanımanın en eski yollarındandır.

Sözün hükmünün ateşe verildiği o yerde, kelimelerin bittiği yerde;

Yol başlardı.

Dedi ki; “Rüyalardan hemen önceki anlar , ölümün bir sureti gibidir.”

* Sessizlikten Yapılmış

Dün gece, biricikliğini ilan etmiş bir rüya görüme girdi.

Bu misal aleminde kısılı kalmıştım. 

Yedi kişiyle. 

İki tanıdık yüz vardı yanımda. Manas ve Gül

Rüyayı paylaştıklarım artık, bu alemi geçmek için sabrına sarılamıyorlardı. Hepimiz, kapıdan girdiğimiz yoldan çıkmanın tek cevabı olan o kişiyi arıyorduk. 

Silentium incarnatum…*

Ezbere konuştuğumuz bir nakarat gibi tekrar ediyorduk bu kelimeleri. 

“Silentium incarnatum”

İfade ettiği şeyin kim ya da ne olduğu sorgusu, çoktan çıldırmak üzere olan zihnimizi terketmişti. Bir hatırlıyor, bir unutup rüyaya dalıyorduk. 

Uyanık kalan, diğerini kendine getirmeye çalışıyordu. Dönüşümlü bir nöbet halindeydik. Duyduğumuz ve gördüğümüz herşey, sürekli şekilden şekile giriyordu. Birçok gerçeklik bizi içine çekiyordu.

Peki hangisiydi olan? Gerçek neydi?

Artık yorgun düşmüştük ki uzaktan bu oyunların bir parçası mı bilmediğimiz, 7 kişi belirdi. Adımları vakur, giyinişleri parlak kumaştandı. Yüzleri saklı bir tebessüm taşıyordu.

Garip bir samimiyetle hepimiz birden ayilir gibi olduk. Bize doğru başlarını eğip;

“Selam olsun Ey Gezginler. Gelin! Aradığınız ardımızdadır”

Yanlarına doğru adımsız adımlarla ilerledik. Vardığımızda, alemin köşesinde boşlukta yüzen bir pencere ile karşılaştık. 

Elleriyle, bakmamızı işaret eder gibi davet ettiler. Sorgulamadan pencereye doğru merakla ilerledik. 

İçeride karanlık vardı. 

Kapkara bir örtü.

Hiçbir şeyi gözümüz seçemiyordu. 

Bu da mı bir oyun?

Adamlardan biri başını kaldırıp;

“Bilmek için denemen gerek”

İçeri bakmak değildi belli ki amaç.

Adım atmalıydık. İlk adımı atma cesaretini buldum bir hevesle.

İçeride ışığın tek var olduğu yer yukarı tırmanan 9 basamaklı bir merdivendi.

Mermerden merdivenlerin en tepesinde, başı uzun bir örtüyle örtülmüş, yüzüyle net olarak denkleşemediğimiz bir kadın oturuyordu. Bizi getiren adamlara seslendi.

“Elçiler. Işığı uyandırın.”

Tüm mumlar yakıldı. Gök, odaya inmişti sanki. Ateşler mumun üstünde başka başka yönlerde oynaşıyordu. Sanki alevlerin canı varmış da birbiriyle sohbet ediyorlarmış gibiydi. Hayran gözlerle geliş sebebimizi unutmuş, yine seyre dalmıştık. Mum alevleri , bulunduğumuz yerin tüm gizemini üstüne çekiyordu.

Kadın tok bir sesle elçilere el etti.

“7’leri de uyandırın.”

Bizi buraya getiren elçiler kolumuza zerafetle girdiler. 

“Buyrunuz. Aradığınız , bu kişidir.”

Bir an kendimize gelir gibi olduk. Ama Gül’ün gözleri hala odanın ışık oyunlarına takılı kalmıştı. Birden Manas öne atıldı. Önce elini göğsüne koyup selam verdi.

“Selâm olsun… Uzun yollar ve hallerden geldik. Sizi arıyorduk. Çünkü, çıkışın anahtarının sizde olduğunu söylediler. Lütfedin. Bize bu oyunu anlatın.

Neredeyiz ? Kimin rüyasındayız?”

Örtülü başındaki ipek örtü düştü. Yüzü unutulmayacak hatlara sahipti. Köşeli sivri bir yüz. Ve insanın içini delen gece rengi bakışları, bizi yakıyordu. Kızıl saçları gün batımındaki bulutları andırıyordu. Gözlerinin sanki uzun ince parmakları var gibi üzerimizde gezdiriyordu.

“Bu alem, aynanın sır’landığı kelimeden yapıldı.

Burada sözleri sen söylemezsin, Söylemesi gereken söyler.”

Manas, bir anda yere yıkıldı. 

“Nasıl uyanırız bu rüyadan? Lütfen!”

“Bu alem; olanı değil, olanın işaret ettiğini gösterir. 

İşaret edileni gör!

Gerisini rüzgar, bilincine eserek götürecektir. Rüyalar, elmaya sokulan yılanı da gösterecektir, olanın ardında yatanı da.

Sadece gör!”

Durduğu basamaktan bir alttakine indi. 

Eski Mısır uygarlıklarında rüyanın yeri o kadar kıymetli idi ki, artık rüyalarını hatırlamayan veya güneş altında yürüyemeyen kişinin, ruhundan koptuğuna inanılırdı. 7 gece boyunca başına günlük reçinesi sarılır ve yıldızların altında uyutulurdu. Her sabah rahip o kişinin yanına gelir, rüyalarından hatırladıklarını not ederdi. Yorumlar sonra da ona uygun beslenme diyeti yazardı.

Şaman kültürüne göre, farklı rüya bedenleriyle, dünyayı oluşturan frekanslar arasında gezintiye çıkarız. Döndüğümüzde hatrımızda kalan parça ruhumuza yapışan idrak mesajıdır. Evrenden bir parçayı ve aştığımız kapının mesajını yanımızda getirmişizdir.

Her birini birleştiren ortak bir görüş vardır;

‘Rüya ve hakikat el ele dolaşır.’

Rüyalarına aşina olmayanın, yaşadığı ve yorumladığı dünyayı kavraması pek olası değil gibi.

Fanifesto

Gece kaldırır insanı bilirim.

Fani…

Kırılıyorsun

Düştün.

Parçalanırken, içindeki çocuk oldum.

Yastığından başını kaldırıp

Söze bürünen et oldum

Bildin!

Sükut, sözden eski

Sükut, dağlardan kadim…

Yollara düştü avare gözün

Uzaklar…

Hep kendine yakın bildiğin.

Damlasaydın 

O sıra!

Gecenin tılsımına,

Mührün çözülürdü dudağımda.

Çölünün kül tenli atlarıyla

Yeşil gözlü meltemi uyandırırdı sözüm.

Derken düş belirdi 

Suyun sesi…

Sordun!

Hakikat nerede?

Koridordaki gölgeden çıkarsan ancak;

Gördüğün maviden, 

Duyu üstü bir bağlılıkla

Demir perdeden yükselirsen derinlere

Mümkün..!

Şimdi kum boyunca yarı çıplak, Sen!

Bir yükseklik.

Bir kılıç gibi diri ve keskin…

Karanlığın evinde kaç ejderhayla dövüştün

Sonra bir bakış…

Ve soluksuz bir cümleyle göğe seslendin;

-Belki de ben

Beni iten kendim, 

Nereye düşsem, yine bendim…

Uyandın!

Minör asaletin.

Sesi işittin.

-Ey! Kabullendiğinden korkan,

Gecenin tamamını alırım.

Akşamın bi kısmını.

Sen yürürsen elbet,

Seninle beraber gelirim.

Bu imge; tabiat ve insan.

Bir mühürdür, yüreğimde.

Hâlâ korkarlar anlamaya.

Rüya bu.

Dinle…

Öylece sustun,

Sonra kavradın.

Rüya bu dedin.

Sustun.

Bir zaman gelecek anlayacak insan

Herkesin rüyasındaki ne başlangıç 

Ne de son!

Sen’i ortadan kaldırırsan.

Sır; belki de ismin.

Duyuyor musun beni 

Şimdi varlığına dayan ve çık o kuyudan…

Gecenin gebeliğinde,

Uçsuz bucaksız dudağına katıl

Rüyalarda buluşalım…

Gözde Baş