G-7YN0JE445C

Gör

Çizgiden Boyuta // Tolga Ateş

Tolga selam, öncelikle yaptığın işlerin bir adı var mı? İsim koydun mu onlara? 

Bunlar benim perspektifimin ürünleri, bilgisayarın başına oturduğum andaki ruh halimin dışa vurumu denilebilir yani. 

Soyut çalışmalar yapıyorsun genelde, bunları yaparken nelerden besleniyorsun? 

Genelde benim yapmayı, üretmeyi düşündüğüm şey kendi yaşantımdan ziyade hayatta neler olduğuyla, çevredeki değişimlerle ilgili. Hayatın karşıma çıkardıklarını filtremden süzüyorum yani. Doğa, tarih, başka işler, mimari, teknoloji, kısacası hayatta karşıma çıkan görsel veriler etkiliyor beni. Çocukluğumdan beri de görüyle ilgiliyim aslında, bu durum fotoğrafla başladı, zamanla sinemaya evrildi, sinema televizyon okuduktan sonra bu alanın aslında kendimi istediğim gibi ifade etmeme yeterince izin vermediğini fark ettim ve en sonunda 3D ile tanıştım, bu alanın verdiği bir özgürlük, bir açıklık var aslına bakarsan. Işık, açı, renk akla gelebilecek her türlü değişkeni kendi istediğim gibi ayarlayabilmek beni heyecanlandırdı ve bu alanda derinleşmeye başladım. 

En büyük mesele bilgisayardan yapıyor olmak bu işi. Çeşitli programlar var mı bu işi yapmak için? Yoksa sen spesifik bir program mı kullanıyorsun?

Her geçen gün gelişen teknolojiler bunlar. Program öğrenmenin bir sonu yok, birçok farklı dokunuş için de başka başka programlar kullanılabilir aslında. Birçok insan da birden fazla program kullanıyor. Alternatif bir arayış içindeysen birden fazla program kullanmak işe yarar oluyor.

https://vimeo.com/779273121

Peki aynı proje içinde birden fazla program kullandığın oluyor mu?

Evet. Maya, Blender ve Houidini güzel programlar, akla ilk bunlar geliyor sanırım. Asıl olarak mayayı kullanıyorum, After Effects ve Premier de işin içine giriyor ya da sese duyarlı bir iş yapıyorsam Resolume kullanıyorum. Genelde birden fazla program kullanıyorum yani. Ben bu işe Maya ile başladım, internetten kurslarla, kendi kendime öğrendim. Fakat dediğim gibi bunun bir sonu yok, program bir derya deniz, ne kadar derinleşirseniz o kadar derin. Benim de öğrenme sürecim bitmiş değil. Üretim de ürettikçe gelişiyor aslında. Bence asıl önemli nokta programı öğrendikten sonra bu girdilerle ne üreteceğini keşfetmek. Ben de bu sorgu noktasındayım esasında, kendi çizgimi keşfetmek ve onda derinleşmek hevesindeyim. Bu bir oyun alanı yani benim için. İki yıldır bu işi yapıyorum ve ilham aldığım birçok sanatçı süreci başlatmama vesile oldu. Yaptığım işlerin çoğu da müzikle ilintili bu arada, müziğin işimde bir doku oluşu ürettiğim çalışmalarda farklı bir derinlik yakalamama da vesile oluyor. Müzik görsel öğelerle birleşince çok çarpıcı sonuçlar çıkıyor ortaya. Ben de bunun peşindeyim. Farklı duyulara hitap etmek çok hoşuma gidiyor. Her Absence Fill the World ile beraber yaptığımız çalışmada da bu hisler ve bu ögelerin birleşimi göze çarpıyor. Yani dinlediğim müzik, zihnimde kazılı olan imgeler, gördüklerim ve işi yaparken hissettiklerimin bütünü işin özünü oluşturuyor. 

Her Absence Fill the World’den de bahsettin, yaptığınız iş de çok beğenildi. Nasıldı o çalışma, ne hissettirdi sana? 

Şarkıları için bir klip yapmak istediklerini söyleyince çok hoşuma gitti, beraber çalışmak çok keyifliydi Kubi ve Sascha ile. Şarkı çok hoşuma gitti zaten ilk başta, hemen gözümde bir şeyler canlanmaya başladı. Onların da kafalarında bir sürü fikir vardı ama bana çok güzel bir alan tanıdılar kafamdakileri ortaya koymak için, o da ayrı bir güzellik oldu. Dolayısıyla ben de hislerimi aktarabilir oldum, tabii özellikle istedikleri ögeler de vardı, yeşil kapı mesela. Onların istedikleri ve benim hislerim birleşti, ortaya bu güzel iş çıktı. Üstüne üstlük sürecin tümünü de dijitalden götürdük, onlar Berlin’den, ben Ankara’dan tuttuk işi. Süreç içinde çok kez de baştan aldık, benim bilgisayarım değişti, gelişti, sonuç olarak daha güzel dokular elde etmeye başladık. Tüm süreç bir macera gibiydi anlayacağın. Sürecin kendi içinde gelişmesi ve değişmesini de izlemek ayrıca keyifliydi. Çok güzel tepkiler geldi, ilk klip deneyimim benim de, çok keyifli geçti tüm süreç ve sonrası. Bu iş bana ilham verdi, bu gibi başka işlere girişmek için de motivasyon oldu. 

Bu sıralar nelerle meşgulsün?

Bu sıralar çalışmalarımı kendi ürettiğim ses dosyaları ile birleştirerek sese duyarlı görseller üretmeyi amaçladığım bir proje üzerinde çalışıyorum, bir yandan da motion graphic alanında kısa looplar üretmeye başladım yakında farklı bir isim altında bu alandaki işlerimi de paylaşmaya başlayacağım. Tüm bunların dışında hala öğrenmeye devam ediyorum, aynı zamanda dolmuş dergisine ve emeği geçen herkese çok teşekkürler. Biz hazırlarken çok keyif aldık umarım tüm okurlar da bizimle aynı keyfi paylaşır.

Tolga Ateş

Röportaj: Yiğitcan Erdoğan, Ilgın Nehir Akfırat

Denny Yang ile Taipei’den Berlin’e Katman Katman, Gerçeküstü Bir Yolculuk

Göçmen bir sanatçı olarak Taipei’den (Tayvan) Berlin’e göç etmenin sanatınızı nasıl etkilediğini açıklayabilir misiniz? Berlin’de sanatsal kimliğinizi ne tür mücadeleler oluşturuyor?

Sanatım kişisel gelişimimle birlikte evrildi, Taipei bana ayaklarımın yere basması ve topraklanmam için yeterince rahatlık verdi, öte yandan Berlin’in çeşitliliği daha yoğun bir üslup yolculuğuna çıkmam için bana ilham verdi.

Sanatınızı icra etmeye ilk başta sizi teşvik eden duygu ve hisler nelerdi? Neden araç olarak çizimi seçtiniz? Çizim yaparken nasıl hissediyorsunuz? Bunu sanatınıza nasıl yansıtıyorsunuz?

Çocukken sosyalleşme konusunda pek iyi değildim. Her zaman sessizce bir yerlerde tek başıma çizerdim. Çizim yaparak hayal dünyasında hikayeler oluşturdum ve bunları kağıt üzerinde sundum. Genç zihnimi sakin, neşeli yaptı ve asla yalnız bırakmadı.

Neden araç olarak çizimi seçtiğime gelince, bence çok istikrarlı ve dengeli hissettiriyor… Yaratıcı sürecimi her zaman dokuyarak, çizgileri katman katman istifleyerek tanımlarım, bu da bana çok fazla güvende olma hissi verir.

Çok ilginç bulduğum bir şey, çizerken sık sık meditasyon yapıyorum, sanki fiziksel bedenim çalışıyor ama bilincim farklı boyutlarda seyahat ediyor. Aldığım mesajları görselleştirip, sonra taslağını çiziyorum, böylece her çalışma benim için küçük bir yolculuk oluyor.

Berlin, çizim ve kendiniz arasındaki estetik ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

Berlin bana daha geniş bir vizyon verdi, vahşi ve kısıtlanmamış kreasyonlarımı daha da ileriye, daha dağınık yerlere götürdü. Aynı zamanda bu şehirde sürekli olarak yeni, farklı bir benlik keşfediyorum.


Sanatçı kimliğinizin oluşmasında hangi sanatçılar önemli rol oynadı? Hangi sanat akımları sanatınızı önemli ölçüde etkiledi?

Dürüst olmak gerekirse, isimleri hatırlama konusunda çok kötüyüm… ve güzel sanatlar kavramları ve hatta sanat tarihi üzerine herhangi bir ders alma şansım olmadı.

Söylemem gerekirse… Sanırım beni en çok sürrealizm etkiledi, Dali’nin karakalem çizimlerine bayılıyorum ve Japon manga sanatçısı Q Hayashida’nın da büyük bir hayranıyım.

Sanatınızı yapmanız için size neyin ilham verdiğini ve sizi motive ettiğini söyleyebilir misiniz?

Dilin birbirimizin iletişim kurma yeteneğini sınırladığını hissediyorum, inanın bana, Güneşim ve Merkür’üm Terazi’de, iletişim benim için çok önemli… ama dil birçok ayrım ve her türden yanlış anlama yaratıyor. Resimlerin nazik bir iletişim yolu olduğunu düşünüyorum. Eserler takdir edilebilir, anlaşılabilir, paylaşılabilir ve tartışılabilir ve hatta hayal gücünü harekete geçirebilir. Beni çizmeye devam etmeye iten ana güç bu.

Denny Yang

@dennyang3000

Röportaj: Tevfik Hürkan Urhan

Çeviri: Tevfik Hürkan Urhan

KIWINA Production // Ses ve Görüntünün Kesişiminde

Bundan 3 yıl önce, Ankara’da birkaç arkadaş, oturdukları eve sığamadılar ve akabinde yeni bir alan arayışına giriştiler. Kollektif üretmenin güzelliğinin bilincinde zaten güzel işler çıkaran bu arkadaşlar, kendilerine “Kiwina” dediler. 

Kiwina karma bir atölye, üretmek isteyene kapısı açık. Malzeme ve üretim araçları skalası geniş fakat yine de geleneksel bir atölyeden ziyade dijital işlere meraklı insanlar tarafından idare ediliyor. Online konserler için sahneler kuruluyor, konser ve program kayıtları alınıyor, projection mapping çalışmaları yapılıyor. Üreten ve paylaşan sanatçılar için adeta bir teknik altyapı oluşturuyorlar. En son Art Ankara’da Ankara sanat camiasına yaptıkları dijital ve bilgisayar destekli işleri ve bu işlerin potansiyelini anlatıyorlardı, eski sayıda Art Ankara’ya ufak bir kaçamak yapmıştık.

Atölyelerinde başka neler mi dönüyor? Onları daha yakından tanımamız için bize böyle bir güzellik yaptılar. Buyurunuz izleyiniz efendim. Kendileriyle münasebetimiz daha çoook uzun zaman devam edecek çünkü.

Barış Pekçağlıyan’dan Forgotten by the Day

Forgotten by the day, rüyalar ve uyanık yaşam arasında, zihindeki kimlik fikrini sorgulayan bir seridir. Rüya karakterlerinden ilham alan portrelerle oluşturulmuş, kişisel tecrübelerden yola çıkan, kendinin ve diğerlerinin rüyalarını gözlemleyen, insan bedenini ve uyanık yaşamda onu çevreleyenleri değiştirerek uzay ve zamanı manipüle eden somut araçları kullanarak bu karakterleri araştıran görsel bir yolculuktur.

“Rüya, ruhumuzdaki gizli tezahürlere baktığımız bir mikroskoptur”

ERICH FROMM

Dijital Sanat Devrimi: Balkan Karışman ile NFT üzerine bir söyleşi

Yaptığınız işleri hiç bilmeyen birine nasıl anlatırsınız?

Gerçek görüntüleri kullanarak ve onları manipüle ederek “türetken video sanatı” denilen bir türde işler üretiyorum.Generatif olarak da adlandırılan bu yaklaşım, sonsuz sonuçtan rastgele seçimleri mümkün kılıyor. Bu sayede işin son haline, eleme yaparak ulaşabiliyorum ve bu da süreci benim için daha heyecanlı kılıyor. Bu anlamda yaptığım işlere “deneme yanılmaya dayanan dijital yeni medya görselleri” diyebiliriz.

İşlerinizin kurgu ve inşa sürecinde etkili olan ana motifleri bizimle paylaşabilir misiniz?

Kullandığım bu yöntemin içeriğime iyi hizmet ettiğini düşünüyorum. Yaptığım sanat, tekniği ve ortamı açısından postmodern olarak kabul edilebilir. Tasarım estetiğim, dekonstrüktivist mimari, glitch-art ve op-arttan etkileniyor. Sanatımın içeriğine ve ana motiflerine gelecek olursak; sonsuzluk fikri üzerine tartışmaları tetikleyebilecek şekilde mekansal manipülasyonlarda bulunuyorum ve devamında da zaman algımızı sorgulamayı arzuluyorum.  Aksini algılasak da, zamanın başlangıcı veya sonu yok. Zaman tıpkı video sanatımdaki gibi, döngülü (loop halinde) ve sonsuz. Çalışmalarım izleyicinin varlığını gözetmeden döngüsel bir sırada dönüp duruyor. Bu bilinçli seçtiğim yaklaşım, sanatımın deklaratif olmak yerine yalnızca sürekli olağanlıkları yeniden yorumlayarak aktarmama destek oluyor. Sanat eserleri bu anlamda kendi kendilerine var olan parçalar olabiliyorlar.

NFT nedir nasıl işler?

Non-Fungible Token (NFT), en kısa tanımıyla başka bir eşi daha bulunmayan dijital varlıklardır. NFT’leri bir anlamda da, görsel, müzik, data, web sayfası, 3D obje ve benzeri verileri akıllı sözleşmelerle blockchain üzerinde tasdiklemek olarak düşünebiliriz. Bu anlamda NFT’leri koleksiyon parçalarına benzetebiliriz. Ben onları eskiden çok sevdiğim pokemon kartlarına benzetiyorum. Üzerinde kartın özelliklerini anlatan veriler var, görseli var. Kartın sabit bir parasal değeri yok ve kişiden kişiye el değiştirebiliyor. 

NFT nin yeni nesil koleksiyonculukta nasıl bir rol oynayacağını düşünüyorsunuz?

NFT platformlari kolektörler için daha liberal bir market oluşturuyor, hem kolektörün sanatçıya, hem de sanatçının kolektöre ulaşması kolaylaşıyor. Sanatçıların yerel sınırlarını ortadan kaldırıyor ve dünyanın pek çok farklı yerinden başka sanatçılarla ortak seçkiler içinde buluşmalarına olanak veriyor. Bu sayede koleksiyonlarin çeşitlilik içerisinde olmasını sağladığını düşünüyorum. 

Bir sanatçı olarak bu platformu tercih etmenizin altında yatan sebepler neler?

Sanatçı olarak dijital sanat platformlarını ve NFT’yi tercih etmemin sebebi fırsat eşitliği, sanıyorum benim gibi genç sanatçıların çoğu için ortaktır bu sebep. Konvansiyonel sanat marketinde sanatçının koleksiyoneri ile buluşması aracı kurumlar gerektirirken; NFT dijital sanat platformları bu bürokratik aşamaları ortadan kaldırıp, sanatçıyı izleyicisiyle en hızlı şekilde buluşturabiliyor. Bu da yeni başlayan ve henüz ismini duyuramamış yetenekli sanatçılara işlerini global bir şekilde gösterebilmeleri için olanak sağlıyor.

Hem sanatınız, hem de NFT platformu ile ilgili, ne gibi sorunlarla karşılaştınız? Bu sorunları aşmak için ne gibi yöntemler geliştirdiniz?

Özellikle yeni başlayan sanatçıların karşılaşacağı ilk sürpriz, işlem ücretleri olacaktır. İşin maddi boyutunun ötesinde bu işlem ücretlerinin neden verildiğini araştırdığımda ise bu ücretlerin kripto-madencilere ödendiğini ve bu madencilerin güçlü bilgisayarları kullanarak fazlasıyla elektrik enerjisi harcadığını gördüm. Bu sorun hem vicdanımı sızlattı hem de sistemin varlığının ekolojik etkilerini sorgulattı. Neyse ki her ağ çevreye zararlı değil ve bu işlem ücretleriyle yürümüyor. Ben de daha çok böyle platformlara yönelmeye çalışıyorum. 

Bu noktaya gelene kadar yolda neler buldunuz? İlerisi için neler bulmayı umuyorsunuz?

NFT sürecimde bu noktaya gelene kadar, ki hala ilerleyecek çok yolum var, yaptığım sanatın dünyanın farklı yerlerinden çok değişik zevklere ve koleksiyonlara sahip çeşitli insanların ilgisini çektiğini, merak uyandırdığını ve takdir aldığını gördüm. Ayrıca dijital sanat platformları üzerinden bir sanat komünitesinin oluşturulduğuna tanıklık ettim. Dijitalleşen sanatsal aktivite, global işbirliklerine de olanak sağlıyor. NFT’ler, gelecekte çok daha iç içe olacağımız sanal gerçeklik ve oyun dünyalarındaki yerimizi hazırlıyorlar. Sanat dünyasının en çok konuşulan olayı olan NFT’lerin şimdilik tahmin edemediğimiz daha pek çok alanda da karşımıza çıkacağına inanıyorum ve bu alanların bizi nerelere götüreceğini heyecanla bekliyorum.

Şu ana kadar yaptığınız hatalardan neler öğrendiniz? Yeni başlamak isteyenlere tavsiyeleriniz neler?

Platformlara ilk girdiğimde, yaptığım işlerin varlıksal ve ekonomik değerine emin olmadığım için kendimi konumlandırmakta zorlandım. Türkiye’deki sanat dünyasındaki gibi işlemeyen bu sisteme alışmak biraz zaman aldı. Geçmişe dönüp baktığımda, ilk işlerimi, biraz da bu furyanın yarattığı heyecanla, bir an önce elden çıkarmak derdinde olduğumu fark ediyorum. Şimdi ise, bu süreçlerin aceleye getirilmemesi ve sabırlı olunması gerektiğini düşünüyorum. Yeni başlamak isteyenlerin neden ve nasıl bu alanda var olmak istediğini düşünmesini, sosyal medya üzerinde paylaşılan rekor satışların onları duygusal olarak etkilemesine izin vermemelerini tavsiye ederim.

HADİ ÜRGÜP’E GİDELİM: Hamleci Konağı, tarihi, evrimi ve hissettirdikleri

Ayrancı her birimizin iç dünyasındaki haritalarda parlayan bir noktaysa, Ürgüp’teki Hamleci Konağı da bu fosforlu noktalardan biri. Tüm bu noktalar bir çoğumuz için topluluk olabilme hissini bilincimize ve kalplerimize, bir arada olmanın tadını damaklarımıza işleyen yerler. Bu tatlar Ayrancı-Neukölln Dolmuşu’na dönüşmüşken yola devam edip Kapodakya’ya, oradan da Ürgüp’teki durağımız, Hamleci Konağı’na uzanıyoruz. Bu yazıda siz dostlara, Hamleci Konağı bugüne nasıl gelmiştir ve nerelere doğru gider anlatmaya çalışıp, hep beraber mini bir yolculuğa çıkmak istiyoruz.

Ürgüp, Kapadokya’nın masalsı doğasının devam ettiği, konak ise bölgenin tarihsel izlerinin sürülebileceği bir yer bizim için. Ünlü peri bacaları, aktif volkanlar tarihinde suların kurumasıyla oluşan dokuya, rüzgarlar ve suların şekil vermesiyle oluşmuş. Farklı toplumların ve kültürlerin yaşadığı bu coğrafya, yaşananları şimdi bile okuyup görebileceğimiz bir açık hava müzesi hissi veriyor. Asurluların ‘Katpatuka’ dediği ve Perslerin dilinde “Güzel Atlar Diyarı” anlamına gelen Kapadokya, yerel bir efsaneye göre de periler diyarı olarak anılıyor.

Kapadokya’yı ruhuna sindirmiş olan sevgili Yılmaz abi yolu buraya düşenlerin doğru kapıdan girdiklerinde çıkamayacaklarını söyler. Hakikaten de öyledir, kayaları delip tutunan kökler öylesine sağlamdır ki, hissetmemek elde değildir. Bizim de bu diyarlara ve Hamleci Konağı’na yaklaşık altı yıldır hep yeniden gitme ve birlikte üretme hayalleri kurmaya doyamamamızın ardındaki etki biraz da bundandır.

Hamleci Konağı, yaklaşık 200 yıl önce bölgede yaşayan Rumlar tarafından yaptırılmış. Konakta yine evin bakım işleriyle ilgilendiğimiz günlerden bir gün, bölgenin eski Rum evlerini araştırmaya gelen birinden öğrendiğimize göre Evangelia Balta’nın ‘Prokopi’ adlı kitabında ilk sahibinin konağın önünde çekilmiş bir fotoğrafı var. Bu bilgilerin bir araya gelmesiyle konağa ait hikayeler de teker teker birleşmeye başladı.

Konağın ilk sahiplerinin Rum olduğunu ve mübadele döneminde gitmeleri gerektiği zaman konağı, lakabı Hamlecioğlu olan dedenin satın aldığını öğrendik. Hikayelerine ulaşmaya çalıştığımız Hamleci Dede Atatürk’ün telefoncusuymuş.  Anlatılanlara göre de kendisi pek konuşmazmış. Onu tanıyanlar tarafından ona oldukça saygı duyulurmuş ve hayattayken torunun torununu görebilmiş. O zamanlarda konağın içinde Hamleci Dede’nin kendi ailesinin yanı sıra, kiracı ailelerin ve evin kimi işleriyle ilgilenen “Yoğman Ağa”nın da birlikte yaşadığını öğrendik. Hamlecioğlu Dede’nin ve ondan sonraki kuşağın yaşadığı zamanlarda Kapadokya’da Ürgüp en meşhur, en gelişmiş bölgeymiş.

Konağın günümüzde mimari araştırmalara konu olan başka bir özelliği de, ahşap kapısı. Bu kapı Hamleci Dede hacca gittikten sonra yeşile boyanmış. 

Eski kapıdan uzanan düzlüğün sağ tarafında bahçe bulunur. Bir zamanlar bahçede; ahırda atlar, yaşlı meyve ağaçları, bostan ve sulama havuzu bulunurmuş. Yıllar içinde konakta kalanların teker teker azalmasıyla bakımsız kalan bu bereketli bahçe yabani otlarla ve ağaçlarla kaplanmış.  Hatta evin bir kısmı bu ağaçlar tarafından alaşağı edilmiş ve anlatılanlara göre bu yıkılan ev epey görkemliymiş. Önceden en az on çeşit olduğu söylenen elma ağaçları yerlerini kendi kendine çıkan kayısı, kara mürver ve yan bahçeden sarkan ceviz ağacına bırakmışlar.

 Bahçeden konağa uzanan düzlükten devam ettiğinizde avluya çıkan taş merdivenlere ulaşırsınız. Avluya çıktığınızda bir kısmı kayaların içinde kalan eski taş ev ve asmaların girişine gölgelik yaptığı “sarı ev” ile karşılaşırsınız. Konağı ve sarı evi birbirine bağlayan ve bahçeye bakan avlu kısmı da gündüz asmaların, geceleri de yıldızlarla ayın gölgesinde kalmaktadır. Evangelia Balta’nın, Ürgüp – Prokopi kitabında anlatılanlara göre bu taş evlerin şeklini sırtını yasladığı kaya belirlermiş. 

Ön bahçeyi gören çardağın da bulunduğu bu geniş alanda Ürgüp’ün doğal dokusunu rahatlıkla hissederiz. Bir zamanlar kalabalık bir ahaliyi ağırlayan bu konak; undamı, ahır, ağıl, tandır, şırahane gibi farklı amaçlara hitap eden bölümlere sahiptir. 

Konağa, yalnız kaldığı on beş yıldan sonra tekrar döndüğümüzde temizlik yaparken, evin bölümleri arasında, kayaya oyulmuş bir şapel olduğunu keşfettik. Bu şapelin Hristiyanlığın yayılmaya başladığı ilk zamanlardan kalmış olabileceğini düşünmekteyiz. M.S. 3. yüzyılda, Kapadokya bölgesinde sığınma ve barınma ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Hristiyanlar bölgenin kayalarının oyulmaya uygun yapısından faydalanarak Roma İmparatorluğu’nun dini baskılarından kendilerini koruyabilmişler. Bu dönemlerde yaşamlarını ve dini ibadetlerini bu korunaklı alanlarda devam ettirmişler. Şapelin, başka bir varsayıma göre de, bölgedeki evleri birbirine bağlayan tünellerden kalmış olabilceğini düşünüyoruz.

Sarı ev ile konak arasında bulunan undamı, kaya içinde bulunması ve böylece sıcak yaz günlerinde bile serinliği içinde koruyabilmesi sayesinde peynirlerin, etlerin, sebze ve meyvelerin saklandığı bir kiler olarak işlev görürmüş. Bahçede ve kiracıların kaldığı ‘sarı ev’in altında iki ayrı kuyu bulunur, hatta komşular da gelip bu kuyulardan su çekerlermiş. Hamleci Dede zamanında sarı eve çıkan iki ayrı simetrik merdiven bulunurken bugün bunlardan yalnız bir tanesi durmakta.

 Sarı evin altında girişi bağımsız olan ve bugün atölyeye çevirdiğimiz yer ise önceden ağılmış. Eskiden tandır bulunan ve mutfak olarak kullanılan yer ise undamı ve ağılın arasında. Buraya yerel dilde tafana deniyormuş.O zamanlar komşular da tandırı kullanmaya gelirlermiş. Bahçede şırahane bulunurmuş ateş yakılarak büyük kazanlarda pekmez kaynatılırmış.

Özellikle Ramazan aylarında ve bayramlarda konak akrabalarla dolup taşarmış. Dede hayatta olduğu zamanlar, dedenin elini öpmeye gelirlermiş. Bu buluşmalar ev halkı ve ailenin 3-4 neslinin bir arada hangırdamasıyla geçermiş. Gelenler için bölgenin yöresel yemekleri pişirilirmiş. Hacı Hamleci Dede de hep ‘kuzineli oda’nın sol köşesinde odun sobasının yanında minderinde otururmuş.              

Bir kısmı kayaların içinde kalan, odalardan yeni odalar açılan bu yerin çoğu kısmını henüz açabilmiş bile değiliz. Fakat konağın keşfetmekle bitmeyen özellikleri ve Ürgüp’ün, Ankara’ya göre devasa farklılıkta ve sakinlikte olması bize yapmak istediğimiz projeleri kurgulamak için ihtiyaç duyduğumuz alanı sağlıyor. 

Her kayayı oymaya bir delikle başlarsın. Başlangıç olarak, Kapadokya’ya has, fakat köreltilmekte olan şarap kültürünü kendi içimizde canlandırmaya karar verdik. Bu amaçla geçtiğimiz yaz, bölgedeki dostlarımızla işbirliği içinde şarap yapımına giriştik. Bağ bozumundan, üzümlerin ezilip saklanmasına, doğru maserasyona kadar şarap yapımını deneyimledik. Bu süreçte şarap odasını günlük olarak ziyaret edip, şaraplarla tatlı tatlı konuştuk. Şu anda varillerde bekleyen üzüm sularının süzüldüğü ve sabırla şarap olmalarını beklediğimiz aşamadayız.

Permakültürde ürün/hasat/semere döngüsü vardır. Bill Mollison’a göre, sistemde yer alan unsurların davranışları ya da işleyişi sonucu oluşan, ortaya çıkan, elde edilen her türlü faydalı çıktı o sistemdeki semerelerdir. Aynı zamanda bu semereler teorik olarak sınırsızdır. Biz de Hamleci Konağı’nda oluşturacağımız yaşam sistemini kurgularken, bu prensibi kendimize yol haritası seçtik. Yaşadığımız alanlardan ve birbirimizden ihtiyacımız olanları alırken, verebileceklerimizi çeşitlendirerek çoğaltmayı seçtik. Bir araya gelince her şeyin mümkün olduğunun bilinciyle, elde ettiğimiz her türlü semere -bahçede yağmur suyu göleti oluşturmaktan, birbirimizden keyif alıp iyileşmeye kadar-  bizim motivasyonumuz oldu. Birbirimize iyi geldik, birbirimize iyi gelince çevremize de iyi geldik. Hamleci Konağı’nda çok çalışıp ter döktüğümüz de oldu, büyülü manzaralarda topluca kamp yaptığımız da. Festival tadında çalışıyoruz denebilir. Bu da bizim en büyük semeremiz.

Hamleci Konağı’nı tekrar ayağa kaldırmak kolay bir iş değil. Tarihi oluşu, her türlü tadilatı zorlaştırıyor. Restorasyon için de ciddi miktarlarda finansal kaynak gerekiyor. Şimdilerde, hibe desteği almak için, bir proje yazıyoruz. Hamleci Konağı ile ilgili hayallerimizde galeri alanı, farklı yerlerden gelen sanatçıları ağırlayabileceğimiz uygun bir ortam, permakültür prensipleriyle yaşatılan bir bahçe ve burayla bağlantılı butik bir cafe veya restoran var. Birlikte düşlediğimiz bu projelerin geliştirilmesine ve bunlara katkıda bulunulmasına açığız.

Aslında amaçladığımız şey, herkesin yapmak istediklerini keşfedebilmesine alan sağlayan, keşiflerini bu hayata taşımalarına yardımcı olurken, bir arada yaşama sanatının incelikleriyle örülmüş bir yaşam inşa etmek. Bunu yaparken de deneyimlediğimiz şey, biricik kendimiz olmayı öğrenip bunu yansıtıp biricikliğimizden başlayarak; tüm birlerin bir araya gelmesiyle oluşan bir “bir olma” hali.

Hamleci Konağı’ndan, ve birbirimizi gözeterek var oluşumuzun tadını çıkarabileceğimiz, fikirlerimizi hayata geçirebileceğimiz bir mekanımız olsun hayaliyle çıktığımız bu yolculuğumuzdan, hepinize sobada patates ve kestane kokusu yolluyoruz. Yolu düşecek olan haber etsin!

Yazarlara ulaşın:

Sevecen Kaplan @sevconot

Esin Metin @kaplumbagamutfak

Ayşe Yayla @aysmayslay

Paris’ten Berlin’e Bir Ressamın Portresi: Feryel Atek

Feryel Atak

Resim sanatı üzerinden kurguladığınız estetiğin ana bileşenlerini anlatabilir misiniz? Şimdiye kadar tarzınızı ne tür sanatsal, kültürel ve sosyal girdiler besledi?

Dinamik, dürtüsel hareketler, görece daha grafiksel ve ince hareketlerle canlandırılan organik renkler ve şekillerden bir yapı oluşturmayı seviyorum. Bu dokular, biçimler ve çizgiler her zaman kendi kendine evrimleşir ve böylece bizzat kendim beni harekete geçiren enerjinin bir aracı haline gelirim. Ritim ve titreşimin estetiğimin büyük bir bileşeni olduğunu düşünüyorum ama aynı zamanda işimde sembolik temsil de büyük rol oynuyor. Küçük yaşlardan itibaren kendime ait bir estetik yaratmak istedim, bunun beni paradoksal olarak belli bir evrensellik biçimine yaklaştıracağına inandım. Bir duyguya biçim vermekten, bilinçaltım tarafından çağrılan bir arketip yaratmaktan gerçekten zevk alıyorum. İnsan figürünü tekrar tekrar vuku bulan bir desen, bir toplanma olarak kullanmayı seviyorum, çünkü bunun sonsuz bir dışavurum kaynağı olduğunu düşünüyorum.

Üslubumun kökenini hatırladığımda, ilk olarak ailevi geçmişimi düşünüyorum, annem ve babamın ikisi de figüratif ressamlar. Çocukluğumu 90’ların sonlarında Paris’te atölyeleri ve işgal evlerini ziyaret ederek geçirdim, ailem çarmıha gerilmiş İsa temsillerinin her türlüsünden Enki Bilal’in çizgi romanlarına, Japon mangalarından Asya ve Afrika maskelerine ve kuklalarına kadar her türlü figüratif temsile tutkuluydular. Bundan gerçekten çok etkilendim ve daha henüz çocukken çoğunlukla grafiksel olmak üzere kendi stilimi oluşturmaya başladım.

Ayrıca Avrupalılar tarafından Berberi olarak da adlandırılan Amazigh köklerim var, görsel kelime dağarcığımı tümüyle etkileyen Kuzey Afrika topraklarında bulunan eski bir yerli halk.

Felsefe, antropoloji ve daha yakın zamanda sanat terapisinin de tarzım üzerinde güçlü bir etkisi var, insanın durumu ve yorumlarının çoğulluğu, şu ana kadar var olan her türlü manevi ve mitolojik temsiller kadar beni büyülüyor.

Berlin, resim sanatı ve kendiniz arasındaki estetik ilişkiyi nasıl tariflersiniz?

7 yıl önce Berlin’e geldim. Şehrin enerjisi ve estetiği, son yüzyılların mimari mirasının Berlin’deki gibi savaşla yok edilmediği memleketim Paris’ten çok farklı ve ferahlatıcıydı. Berlin, yeni doğan kentsel manzaraları ile bana çok fazla içsel özgürlük ve yaratma dürtüsü verdi. Burada açık alanlar, endüstriyel ham mimarinin cazibesi, yeşil alanların bolluğuyla ve Doğu’nun ışığıyla buluşuyor.

Berlin ayrıca bana daha büyük ölçekte resim yapmam için fiziksel alan verdi. Ve elbette, varlık ve ifade özgürlüğünün peşinde koşan çeşitli eksantrik kişilikleriyle Berlin sahnesi, bireyselliğimi tamamen benimsemem için bana ilham verdi. Berlin aynı zamanda doğum yaptığım ve bir kadın olarak dönüşümler yaşadığım bir şehir. Anne olmak çalışmalarımı güçlendirdi ve resim pratiğimde daha derine inme isteğimi artırdı.

Sanatçı kimliğinizin kurulmasında hangi ressamların önemli rol oynadığını düşünüyorsunuz? Hangi sanat akımları sanatınızı göz ardı edilemeyecek ölçüde etkiledi?

Her şey eski ustalarla başladı, çocukluğumda Avrupa’nın her yerindeki müzelerde Caravaggio, Da Vinci, Artemisia’ Gentileschi gibi isimlerle ve ayrıca Schiele, Kokoschka, Goya, Hokusai, Bacon, Kahlo, Ousmane Sow, Bilal gibi zaman ve mekanı aşan yenilikçi bir formla insan ruhunu ve durumunu çağıran sürrealistlerle gözlemleyerek tanıştım. Ayrıca diğer kültürlerden ve yerlerden gelen sanatın da sanatsal inşamda büyük etkisi oldu.

Her Absence Fıll the World – EP Launch (Gazino Berlın Sessıon)

“Part-time Punk” adlı albümüzü Detriti Records’ta yayınladıktan sonra, müziğimizi çalmak, yeni şarkılar yapmak ve sizlerle birlikte olmak için her zamankinden daha fazla motiveyiz. 

Bu nedenle, albümüzü kutlamak için sizinle küçük bir seans yapmak istiyoruz.

Dumanlı, ucuz barlarda ve kulüplerde sizin için çalmayı umarken, bu seferlik sizi Berlin Wassertorstrasse’deki Gazino’muzda küçük bir çevrimiçi konsere davet ediyoruz.

Mastering için Kor’a en içten teşekkürlerimizi iletmek isteriz. Bu etkinlikte bizi destekledikleri için Ayrancı Neukölln Dolmuş’una (DolmusXpress Magazine) ve NCOUNTERS’a da çok teşekkür ederiz. Onlarsız bu etkinlik mümkün olmazdı.

Çeviri: Tevfik Hürkan Urhan

Bir Karantina Üretimi: Birth

İnsanoğlu olarak anne karnından beri bilincimiz sürekli olarak değişim içerisindedir ve hiçbir zaman sabit değildir. Doğadaki her canlı iç ve dış etmenlere bağlı olarak bilinçsel ve bilişsel değişimler yaşamaktadır ve buna göre dış dünyaya tepki göstermektedir.

Maske kavramı, toplum içerisinde yaşadığımız için, bireyselliğimizin bize ve çevremizdekilere etkilerini göz önünde bulundurmamızla ortaya çıkmıştır. Bu yüzden hayatta her zaman hissettiklerimizi dışarı yansıtamayız ve her zaman isteklerimiz doğrultusunda hareket edemeyiz. Dış dünya ile iletişime geçerken maskeler takınırız. Bu bilinç, toplumdaki ve sosyal hayatımızdaki küçük ve büyük değişikliklerle birlikte sürekli bir dönüşüm ve yenilenme içerisindedir. Her bir değişimi, yeni bir bilince doğmak olarak görüyorum. Fakat bu doğumlar genelde bizim anlık olarak fark edemeyeceğimiz kadar küçüktür. Zamanla bir araya gelerek büyürler ve bir örüntü oluştururlar. Geriye dönüp baktığımızda farkı gözlemleyebiliriz.

Film boyunca kendisini neredeyse hiç görmediğimiz karakterimiz, toplumdaki soyut ve somut maskelerden bunalmış durumda. Dışarı çıktığında taktığı virüsten korunma amaçlı maske, ona artık birtakım mimikleri saklamamasına yardımcı olsa da, nefes alamamaktan çok bunalmıştır. Eş zamanlı olarak, sadece mimiklerden ibaret olmayan soyut maskesini de takmaktadır ki, en çok da bundan bunalmıştır.

Film 3 kısımdan oluşuyor; “bunalım”, “patlama (kaçış)” ve “huzur”.

Karakterimizin taktığı soyut ve somut maske onu çok bunaltır. Ve bu maskelerin sebebinin doğada değil de şehirde bir sistemin içinde yaşamak olduğunu fark eder. Doğada insan yoktur, virüs yoktur, takması gereken herhangi bir maske yoktur. Bunu fark eden karakterimiz, büyük bir iç sıkıntısı yaşar ve şehirde durduğu her an ona bir işkence gibi gelmeye başlar.

Bu kısımda ise bunalım artık son noktaya gelmiştir ve patlama yani kaçış başlamıştır. Yaklaşık 1 dakikalık şehirden kaçış hikayesi. Temposu çok hızlı ve arka planda çalan 200 bpm karanlık ve temposu yüksek bir müzik.

Kaçışı biten ve doğaya varan karakterimizin stresi, bunaltısı ve kafasının içindeki tüm kaos sona ermiştir. Diğer sahnelerin aksine bu sahnenin temposu çok sakin ve huzurlu. Bu sahnede izleyici doğada bir gezintiye çıkıyor. Maskesinden kurtulan ve özüne dönen karakterimiz bir süreliğine kendini akışa kaptırıyor ve sadece bir gözlemci oluyor. 

Seyirci ise bu gözleme tanık.

Su Aközlü

Solo Pájaros: Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla!

Kalbin derinliklerinden, acımasız bir dürüstlükle, bu uçucu grubun sesi geliyor. Kuşun muhteşem uçuşundan ilham alan “Solo Pájaros” müziği, yaşamanın güçlü sevincini sahneye taşıyor. Şarkı sözleri, insan yürüyüşünü sık sık rahatsız eden hüznü, onu her meraklı dinleyicide kanat kaldırabilecek bir şiire dönüştürme arzusuyla anlatıyor. Müziğinin rüzgara kapılıp gitmesine izin verseydik nerede olacağı belli olmaz, uçuş planı olmadan dünyanın her yerine ulaşmaya çalışırdı. Küçüğü büyük bir şey olarak kabul ederdi. Ayın karanlığı, güneşin parlaklığı gibi. Ve hayatın bir parıltısı olarak kaçınılmaz ölüm gibi.

Başlangıçta grup üyelerinden üçü (Trini, Alex ve Jan) 2014 yılının başında beraber çalmaya başladı. Berlin, Madrid ve Barselona trenlerinde sürekli hareket halinde şarkı söylemeye başladılar. İki yıl sonra iki yeni önemli müzisyen (Antonella ve Uaio) gruba katıldı. Böylelikle, günümüzde gruba uyan takımyıldız hizalanmış olacaktı. İki kadın ve üç erkek. Beş müzisyen. Üç dize. İki perküsyon. Ve beş ses.

Çeşitli dayanışma etkinliklerinde müzikal desteklerini veriyorlar. Macaristan ve Almanya’daki festivalleri gezdiler. 2016’nın ortasında Trini ve Alex gruptan ayrılır ve iki yeni üye katılır; önce Sebastián Yaniez, elektro gitar ve charango (And bölgelerine özgü on telli mandolin benzeri bir enstrüman) çalıyor. Bir yıl sonra Sebastián Rosales davulcu olarak gruba katılır, grubun cajon sesinin bateri setiyle değiştiği nokta budur. Şarkılarını kendi odalarının duvarları arasında kaydedip miksliyorlar. Kendi video kliplerini çekiyorlar. Kendi şarkılarını yazıyorlar. Uçmayı öğrenmek adına düşüşü hissetmekten korkmuyorlar.

Başka bir eserini dinlemek için:

İngilizce aslından çeviren: Tevfik Hürkan Urhan